ÖNSÖZ
Lütfuyla bizleri müminlerden kılan Rabbimize, şanına layık, sayısız hamdü sena... Hidayetin rehberi, beşeriyetin mutlak önderi Muhammed Mustafa’ya da salatü selam... Onun izinden yürümüş, önümüzü açmış, küfre karşı silahıyla, kalemiyle, kelamıyla mücadele vermiş şerefli kafileye ve kıyamete kadar onların izinden gitmiş olanlara ve gideceklere de Rabbimizden sonsuz rahmetler dileriz...
Bizleri her türlü hatadan korumanı dileriz Rabbimiz; bize hakkı göster, zoru kolaylaştır... Niyetimizi halis kıl, amelimizi kabul buyur; zulümden, küfürden, nifaktan, şikaktan, bizleri, zürriyetimizi, müminleri koru!. Hidayetinden peygamberlerinin kutlu ve mübarek izinden bir an dahi ayırma... Duaları işiten ve kabul eden sensin... Sen herşeye kadirsin...
..............................................
Öncelikle, bana hidayet ettiğini, doğru yola eriştirdiğini umduğum Allah (c.c)’a sonsuz şükürler ve teşekkürler...
Bu kitap, benim neden ve nasıl müslüman olduğumu ta başından beri adeta doğum sancıları çekerek yeniden doğuşumu anlatan bir çalışma olup, bununla hayatımın İslamlaşma sürecinde farklı zamanlarda ve farklı durumlarda karşılaştığım sorunlarla çözüm yolları konusunda yaptığım fikir jimnastiği ile yapmış olduğum tesbitlerle, varmış olduğum sonuçları insanlarla paylaşmak ve ayrıca, henüz daha küçük olan yavrularıma bunları anlatma imkanım olmadan ölürsem, benden sonra onların yanlış yollara düşüp ziyan olmalarına gönlüm razı olmadığından, düşünce ve eylem bazında benim hayatta çektiğim tüm sıkıntıları onların da tekrar tekrar yaşamamaları, en azından Amerikayı yeniden keşfetmek zorunda kalarak bunlarla zaman kaybetmeden benim kaldığım yerden devam etmeleri, neden müslüman olduğumu ve neden müslüman olmayı tercih ettiğimi onlara şeksiz, şüphesiz açık yüreklilikle anlatabilmek ve sözlü anlatımda unutabileceğim veya yeterli vakit bulamadığından hepsini anlatmakta sıkıntı duyabileceğim konuları ve tüm detaylarını yazılı olarak çocuklarıma miras bırakmak istedim. Şu bir gerçektir ki, bütün bunlar benim tamamen yüreğimin ta derinliklerinde hissettiğim, yüreğimden sızıp gelen en samimi duygu ve düşüncelerimdir.
Allah var mı, yok mu? (haşa);
Ben birkaç sene öncesine kadar ateisttim ve benim ateistliğim daha çok İslam dinine karşı olmamdan kaynaklanıyordu sanıyorum. Bazen de Allah’ı göremediğime göre Allah yok diyordum haşa!. Karşılaştığım tüm aksiliklerde Allaha küfrediyordum (affet yarabbi). Allahı nasıl görebileceksem?. Yaratılan yaratanını nasıl görebilir. Eğer yaratılan yaratanını görebilecekse, duyabilecekse ve dokunabilecekse, o zaman yaratanın da mahluk, yani yaratılan olması gerekmez mi?. Zira, insanın ancak yaratılanları görme, duyma ve onlara dokunabilme kabiliyetleri vardır. Yaradanını görebilmesi, insanın kıyamete kadar yapacağı en güçlü alıcıları, cihazları ile bile olsa mümkün değildir. Netice itibariyle, ister çıplak gözle bakılsın, isterse en gelişmiş teknolojik cihazlarla bakılsın, gören de görülen de ancak bir mahluk olabilir. Zaten kendisi de bir yaratılan olduğu için, mahluk da hiçbir şey yaratamaz, yoktan varedemez. Bugüne kadar takıp, takıştırma ve onun külahını bir başkasına giydirme dışında en üstün olarak yaratılmış olan insanoğlu bile neyi yaratabilmiştir ki!.
“Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınız (peşinden gittikleriniz) bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa onu (bile) kurtaramazlar. İsteyen de, istenen de acizdir” Hac:73. Halbuki yaratan için öylemi: “O, göklerin ve yerin yoktan var edicisidir ve O, bir işin olmasını murad edince, ona yalnızca "ol!" der, o da hemen oluverir.” Bakara:117.
Zavallı insanoğlu burnunu bile silmekten aciz. Başına ne geleceğini bilmez, yarın ne kazanıp, ne kaybedeciğini bilmez, nerede ve ne zaman öleceğini bilmez, hastalık gelse, gelme diyemez, kaza gelse gelme diyemez, ölüm gelse gelme diyemez. Küçük dağları ve tepeleri ben yarattım diyen insanoğlunun bu çağda sahip olduğu aklına ve ilmine rağmen yaşamının sadece ve sadece bir saniye sonrasını bile bilememesi ne kadar üzücü bir şey, ne kadar büyük bir acizlik!. Bu kadar basit gibi görünen şeylere dahi gücü yetmeyen insanoğlu bana göre bir b..k değildir, hiçbir şey de bilmiyordur.
“Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin.” İsra:37
“.... O, kullarının önlerinde (geleceklerinde) ve arkalarında ne bıraktıklarını (onların gerçekte hayır mı, şer mi olduğunu) hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiç bir şey kavrayamazlar. O'nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onların her ikisini de görüp gözetmek O'na bir ağırlık vermez. O çok yücedir, çok büyüktür.” Bakara:255
Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere, yürekleri ve akılları ilahi vahye kapalı olan insanlar aynen gözleri bağlanmış veya doğuştan kör gibiler. Kör olduğunuzu düşünün veya gözünüzü bağlayarak kısa bir süreliğine öyle yaşamaya çalışın. Ne kadar zor ve sıkıntılı bir yaşamınız olurdu değil mi?. Bilmeden her türlü tehlikenin içine ve kucağına kolaylıkla kendinizi atardınız. Göz ışık olmazsa zifiri karanlıkta hiçbir şey göremez. İnsanın ışığı da Allah’dan gelen vahiydir, o da nurdur, ışıktır. Göz nasıl ışık olmadan göremezse, sağa sola çarpar, çukurlara düşer ve üzerine gelmekte olan tehlikeyi göremezse, az veya çok her insana doğuştan verilen ve varolan akıl da önünde vahiy olmazsa doğru yolu bulamaz, sapıtır, şaşırır ve ziyan olur. Bu yüzden, bir insana gerçekten akıllı, akıl sahibi diyebilmek için onun vahiyle beslenmesi, terbiye edilmesi ve yönlendirilmesi gerekir. Yoksa ham bir akıl hiçbir şeye yaramaz, ne kendine, ne de başkasına yararı olur, hep zararı olur. İyi niyetle insanlara faydalı olmak istese dahi yaptıklarını Allah rızası için yapmadığı için neticede yine zarar verir, kaş yapayım derken göz çıkarır. Burada şöyle bir uyarlama yapmak çok münasip olur herhalde; Allah cahili dostun olacağına akıllı düşmanın olsun daha iyi!. Allah’tan korkmayan Allah cahili biri yaptığı atom bombasını suçlu-suçsuz ayrımı yapmadan hiç acımadan gider bir yerlerde kullanır ve sonra bir halt etmiş gibi onunla da hava atar zavallı. Bir avrupalı düşünür demiş ki; “Atom bombasını kullanan bir millet beşeri (insan cinsinden) olamaz!.”
Kendini bir şey sanan, Allah’ın yarattıkları ve ilmi yanında kendi yaptıkları derme çatma şeyler için, sanki başka bir kelime kalmamış gibi, üretme, oluşturma, vs. diyebilecekken ısrarla yaratma kelimesini kullanan ve yaradan Allah’la (c.c) boy ölçüşerek inkar eden bazı insanların inandığı ve gözünde çok büyüttüğü bilim denen şey de, bırakın yaratmayı, Allah (c.c)’ın yarattığı şeyleri anlamaktan, çözmekten bile ne kadar acizdir. Bizzat bu işle iştigal eden insanlar bunu söylüyor, itiraf ediyor. Allahın yarattıklarını anlamaya çalışmak, koskoca, dev gibi bir dağın kibrit çöpü ile kazılmasına benziyor. Bu demektir ki, insanoğlu bu işi kıyamete kadar başaramayacaktır, buna ömrü kafi gelmeyecektir. Bizim bazı saf, kompleksli ve teknoloji putuna tapan insanlarımız, bilimi ve bilimin şu anki sadık takipçisi olan batılıları, onlar sanki insanlık tarihinin tecrübe ve birikimlerinden hiç istifade etmeden sıfırdan ve birden bire bu seviyeye ulaşmışlar gibi, gözlerinde o kadar büyütürler ki, unu, şekeri, helvayı ve yapacak aklı veren Allahı da gözardı ederek onları ilahlaştırırlar. Şunu hiç düşünmezler ki; Eğer insanlığın geçmiş tecrübe birikimleri olmasaydı insanlık bugün hala taş devrini yaşıyor olacaktı. Bütün bunlara rağmen, ve daha sayamadığım tüm bu acizliklerine rağmen, insanoğlu hala Allahı göreceğim diyorsa, bu tamamen aptallıktan başka bir şey değildir. Eğer illa da Allahı görmek istiyorsa Allahın yarattıklarına baksın. Allah neyin bir tarafını eksik yaratmıştır ve onun yaşaması için hangi ihtiyacını eksik bırakmıştır. Yerden göğe, en küçükten en büyüğüne kadar mahlukat, yaratılan zincirinin hangi halkasını eksik veya boş bırakmıştır. İnsanoğlu cahilliğinden ve azgınlığından dolayı, bu kadar hassas ve ince bir ayarla/ilimle düzenlenen bu zincirin herhangibir halkasına zarar verdiği yada o halkayı yokettiği zaman bundan diğer halkalar da zarar görmekte, hatta insanın kendisi dahi çok büyük zararlar görmektedir. Bu düşüncesizce yaptığı hatayı da suni yamalar -ilaçlama vs. gibi- yaparak telafi etmeye çalışıyor. Tabi bu suni yamalar da başka başka zararlar açıyorlar.
Bu şekilde, herşeyi yaratıp, en güzel şeklini veren Allah, insan dışındaki bütün canlılara içgüdüsel olarak yolunu nasıl bulacağını ve nasıl yaşayacağını da göstermiştir.
“Firavun: "Rabbiniz kim ya Musa?" dedi. Musa: "Bizim Rabbimiz her şeyi yaratan, sonra da doğru yolunu gösterendir!" dedi.” Ta-ha Suresi:49,50
İnsan dışında kendi yolunu, nasıl davranacağını, hayatını ve neslini nasıl sürdüreceğini bilmeyen, öyle şaşkın şaşkın dolaşan bir tek canlı var mı dünyada?. Aklı olmayan veya bazılarında çok az olan bu canlıların hepsi de yaşaması için gerekli olan herşeyi nasıl bilebiliyor, neden hiç tereddüt bile etmiyorlar. Hele bazı canlıları, mesela yılanları, kablumbağaları anneleri doğuştan terkediyor, buna rağmen onlar da herşeyi biliyormuş gibi davranıyor. Kanguruların hayatını okursanız, hayret kelimesinin bile yetersiz kaldığını göreceksiniz. Peki bütün bunlar nasıl olabiliyor?. Gel de çık işin içinden!. Yağmur neden böyle ölçülü yağıyor da, sel boşalır gibi, tek bir noktadan oluk gibi akmıyor? Herhalde o zaman suyun döküldüğü yeri sel götürür, hiçbir şey bırakmazdı ve kimse kendi olduğu yere yağmur yağmasını istemezdi.. Vücudumuzdaki organlar da garip!. Her organ kendi vazifesini nereden bilebiliyor, vazifesini neden hiç aksatmıyor, kendi aralarındaki bu mükemmel uyumu nasıl sağlayabiliyorlar veya bir organ isyan edip, mesela mide, ‘ben çalışmayacağım veya karaciğer gibi çalışacağım artık’ niye demiyor, neden kalp temiz kanı değil de pis kanı vücuda vermiyor, cansız bir manken düz bir zeminde bile tutulmadan ayakta duramazken, insan nasıl hertürlü zeminde düşmeden ayakta durabiliyor, bütün bunları anlamak mümkün değil.. Canlı varlıklar böyle iken, cansız olanlar da neden kendilerine bir vazife edinmişler ve bu vazifeyi neden hiç aksatmıyorlar. Mesela, vazifesini ve hareketini görebildiğimiz, bilebildiğimiz varlıklardan güneş, dünya, ay, gezegenler, yıldızlar vs., tam olarak sayısını bilmediğimiz, binlerce, milyonlarca yıldan beri nasıl hiç durmadan, gecikmeden veya hızlanmadan sabit hızında ve yörüngesinde hareket edebiliyorlar. Halbuki bunların hareketindeki sadece bir saniyelik değişiklik bile herşeyi alt-üst edebilecek durumda. Bu bir saniyelik değişiklik bile kıyametin kopmasına sebep olabilir. Herşey öyle bir hassas denge üzerine kurulmuş ki, denge bir bozuldumu çorap söküğü gibi herşey darmadağın oluyor. İnsan tüm bunları düşündüğü zaman işin içinden çıkabilmesi mümkün değil, düşündükçe acizliği artıyor, neden ve nasıl sorularının sayısı bitmek bilmiyor. Valla ben hiçbirine cevap bulamıyorum. Siz bulabiliyormusunuz?.
İşte, insan ancak bunları düşündüğü zaman arkasındaki ilahi gücü, yani Allahı görebilir, başka şekilde asla göremez, buna da gücü yetmez.
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır” Al-i İmran:190.
Gökte ve yerde yaratılanların en üstünü olan, bütün mahlukatın boyun eğdirilerek emrine verildiği insanoğluna bu üstünlüklerinin kaynağı olarak akıl verilmiştir. Aklı olmadığı için herbir canlı için farklı olmak üzere, diğer canlılara hayatlarını sorunsuz bir şekilde sürdürebileceği tek ve sabit bir yaşam şeklini, yani dini proğramlayan Allah, akıl gibi bir nimet verdiği insanın kendi yaşam şeklini, yaşam tarzını, yani dinini (hak veya batıl) kendi kendisinin seçmesini dilemiştir. İnsanın yaşaması için sadece akıl yetmemekte, delilerde de akıl olmasına rağmen, akıl düzenleri bozulduğu için başkalarının yardımı olmadan yaşayamamaktadırlar. Bazı deliler birçok normal insandan daha akıllı –halk arasında aklı taşkın derler- olmasına rağmen, sanki kafalarının içindeki düzen bozulduğu için herşey birbirine girmiş, depolanan bilgilerin adresleri karmakarışık olmuş, dolayısıyle aranan arandığı yerde bulunamadığı için o kafadan işe yarar bir fikir çıkmıyor. Mesela, bir şehir düşünün ki; Bu şehirde bir sürü ev ve her evde bir aile var. Bir zaman sonra bu şehir öyle bir karışıyor ki, aile fertlerinden hiç kimse kendi evini bilmiyor, herkes yolunu şaşırarak bir başkasının evine giriyor, adresler birbirine karışmış, hiçkimseyi kendi evinde, adresinde bulamıyorsun. Dolayısıyle bu karma karışık insan kalabalığından anlamlı ve işe yarar bir sonuç çıkmayacağı için, atalarımızın dediği gibi; “Bunlardan ne köy olur, ne de kasaba olur”. İllaki de düzen lazım.. Bu sayede tarihte nice az sayıdaki düzenli ve inanmış ordular, kendilerinden kat kat üstün düzensiz, başıbozuk ve inancı kıt orduları dize getirmiştir.
Aynen bu misalde olduğu gibi, düzeni bozuk akıl da delinin hiç işine yaramıyor, onu normal insanlar sınıfına sokamıyor. Az da olsa düzenli bir akıl, çok olup da düzensiz bir akıldan her zaman yeğdir. Hiç aklı olmasa da kendisi için doğru olanı bilen ve ona göre yaşayan bir canlının durumu, aklı çok olup da Allahtan gelen vahiyle doğru yolunu bulamamış ve ona göre yaşamayan bir canlının durumundan çok daha iyidir. Birincisi hiç tereddüt etmeden, endişe etmeden pişmanlık duymadan kararlı, tutarlı ve mutlu bir şekilde yaşarken, ikincisi ise bütün akıl zenginliğine rağmen, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu tam olarak bilemeden hayatı tereddütlerle, endişelerle, pişmanlıklarla, kararsız ve tutarsızlıklarla yarı mutlu, yarı mutsuz, huzursuzluk ve bunalımlar içinde geçer gider. O yüzden, bilerek Allaha ve Allahdan gelen herşeyin doğruluğuna kayıtsız şartsız inanan, iman eden ve bu doğrulara göre yaşayan, bu doğrulardan şartlar ne olursa olsun asla ve katta taviz vermeyen insanların böyle sıkıntılarının hiç olmadığını, hayatın bütün zorluklarına rağmen dünyanın en mutlu ve en huzurlu insanları olduklarını görürsünüz. Belki sizin için inanması güç ama, onlar ne yaptıklarını ve gerçek doğruyu çok iyi biliyorlar. Çünkü, neticeyi ve faydalarını yaşayarak bu dünyada görüyorlar. Yine belki böyle mükemmel insanları çevrenizde hiç göremeyebilirsiniz ancak, insanların hepten yoldan çıktığı, sapıttığı bu zor çağda bile sayıları çok azalmış olsa da bir yerlerde muhakkak vardır ve kıyamete kadar da olacaktır.
Eğer düşünürsek, yukarıda düzen konusunda verdiğimiz misalden başka bir sonuç daha çıkarılabilir. O da, aile kurumunun ne kadar önemli olduğudur. Aile kurumu bozuk bir toplum yıkılmaya, yok olmaya mahkumdur. Onları tamamen yoketmek için silaha da gerek yoktur artık. Sırf bu yüzden, kendi toplumunu yüce bir mertebeye çıkarmak için uğraşan İslam dininde aile kurumu çok önemlidir. Nedense, öteki beşeri dinler ve sistemler de aile kurumunu, dolayısıyle toplum düzenini bozmak için vargücüyle çalışıyorlar. Siz siz olun ailenize sahip çıkın, sakın bozdurmayın, sonra çok pişman olursunuz...
'Aile önemli gerisi boş'
Filiz Akın, kanserle savaşında eşi ve oğlunun kendisini hiç yalnız bırakmadığını söylüyor ve şöyle diyor: "Hayatta şan, şöhret, para ve güzellik değil; aileniz, çocuklarınız, sevdiğiniz insanlar önemli. Gerisi boş." Basından
Şimdi gelelim düzenli bir akla sahip olup da onu yanlış yerlerde kullananlara. İnsanı yaratan Allah (c.c) , yarattığı ilk insandan buyana o insanlar arasından seçtiği bazı özel insanlar, yani peygamberler vasıtasıyla, yaratıp da yeryüzüne gönderdiği insanları kendi haline, başı boş bırakmamış, onlar için en uygun olan yaşam tarzını (dini) bildirmiştir. Eğer benim bildirdiğim dine göre yaşarsan asla yolunu şaşırmazsın, sapıtmazsın, psikolojik sıkıntılar yaşamazsın, kötü ve sapık yollara düşmezsin, zulmetmezsin, zulme de razı olmazsın, sıkıntılı bir geçimin olmaz, hem bu dünyada, hem de öbür dünyada helak olmazsın, kısacası iyilik ve güzellikle karşılaşırsın diyor Allah… Bazıları şöyle diyebilir, çünkü ben diyordum; ‘Allah sadece kendi dinini yaşamak üzere bizi mecbur olarak yaratsa ve bizi ilahi veya beşeri dinler-sistemler arasında tercih yapmak zorunda bırakıp da bizi bu şekilde imtihan etmek zorunda olmasaydı!.’. Peki böyle olsaydı, o zaman bizim hayvandan ne farkımız kalırdı, akıl gibi bir nimete ne gerek vardı ve akılsız olarak hayatı ve dünyayı nasıl inşa edecektik veya diğer canlılar üzerinde nasıl istediğimiz gibi tasarrufta bulanacaktık. Onlar üzerinde o kadar muktediriz ki, kimilerini öldürüp kesip yiyoruz, kimilerini de daha sonra yemek üzere yetiştiriyoruz, çoğaltıyoruz. Bizim gibi can taşıyan, hareket eden, gözü kulağı olan, yiyip içen, üreyip çoğalan her türlü canlıyı gözlerinin yaşına bakmadan ve hiç düşünmeden öldürebiliyoruz. Eğer biz insan olarak akıl sahibi ve mahlukat piramidinin en tepesinde olmasaydık, belki de bizim de kollarımız, bacaklarımız, butlarımız, sakatatlarımız ve bilumum etlerimiz kasaplarda bizden daha üstün canlılar tarafından sergilenir olacaktı veya onlar tarafından zaman zaman kurban edilecektik!. Belki o zaman hiçbirimiz yirmi yaşını bile göremeyecektik.
Allah tarafından insanoğluna verilmiş olan ve kaybedince kıymetini daha çok anladığımız akıl öyle büyük bir nimettir ki, kendi sınırları içinde yeryüzünde ve gökyüzünde hükmedemeyeceği hiçbir güç yoktur. Akıl insanı hayvanlardan ayıran en büyük özelliktir. Siz hiç, yeni bir icad yapan, yahut da kötü yola düşen bir hayvan gördünüz mü? Yanlış ve doğru, hak ve batıl arasında dini bir tercih yapmayacaksa o zaman akla ne gerek vardı?
İnsan ne kadar zeki, akıllı olursa olsun, eğer doğrular bir şekilde kendisine bildirilmezse, o doğruları nereden bilecek veya nereden bulacak?. Atalarına mı bakacak?. Ya onlar da doğruyu bulamamışlarsa!. İnsanoğlu ölümsüz değil ki, herhangibir davranışının veya kararının uzun vadedeki faydalarını, zararlarını ve sonuçlarını görebilsin. Bir davranışın neticesi kısa vadede iyi ve zararsız görünebilir, fakat uzun vadede geri dönüşü olmayan korkunç bir felaket getirebilir. İşte, insanoğlu ne kadar süper şeyler yaparsa yapsın doğruyu, sadece gerçek doğruyu bulma konusunda çok aciz yaratılmış, hiçbir davranışının neticesini gerçek boyutuyla, kendisine zarar mı, yarar mı getireceğini bilemiyor. Bu yüzden, doğrunun ölümsüz, ilahi bir kaynaktan ve yarattığı şeyleri en iyi bilen bir merciden, yani yaradan Allah’dan alınması en doğru tercih olmaz mı?. Eğer bugün bazı az sayıdaki sağduyulu insanların sahip olduğu, bizleri rahatlatan ve umutlandıran ahlaki değerleri de olmasa dünya tamamen yaşanmaz hale gelecek, insanlar hepten şaşırmış, sapıtmış ve mafolmuş olacaklardı. İnsanlığı iyi-kötü ayakta tutan bu ahlaki değerleri ise sanmayın ki insanlık kendi başına bulmuştur. Hayır!. Bu değerler de insanların uzaklaşmış oldukları dinlerinden kalma kırıntılardır. Yani, kaynağı yine ilahidir. Eğer bu kırıntılar da olmasa insanlığın halini düşünmek bile istemiyorum… Neler olurdu kim bilir, aman yarabbi!.
Peki, Allah doğruyu, yanlışı, iyiyi, kötüyü, hayrı ve şerri hiç bildirmeseydi neler olurdu kimbilir!. O zaman insanoğlu doğru yaptığını sanarak en sapkın yollara düşüp, ölümü ve öldürmeyi bir kurtuluş olarak görüp kendi kendini yok eder ve belki de bugün insan nesli diye bir şey kalmazdı. Bütün bunların olabileceğine dair işaretler geçmişte yaşanmış ve günümüzde de yaşanmakta olan acı olaylardan fazlasıyla çıkarılabilir. İlahi kitapların bildirdiğine göre ve eski uygarlıklardan geriye kalan yıkıntılara ait hikayeleri dinlediğiniz zaman, inanması zor olsa da, Allahın bildirdiği doğru yoldan sapan insanların ne korkunç şeyler yapabildiklerini anlıyorsunuz. İlahi emirlerden uzaklaşarak azan ve bu yüzden helak olan geçmiş nice toplumlar o kadar sapıtmışlar ki; Kendi uydurdukları tanrıları razı etmek için birbirlerini kurban ettikleri; birbirini çiğ çiğ yedikleri, kanını içtikleri; çoluk çocuk, ana baba, bacı kardeş, kadın erkek demeden birbirleriyle çiftleştikleri; kendilerine ve başkalarına acı vermekten, hertürlü işkence yapmaktan zevk duydukları; güçlü olup da zayıflara karşı haksızlıklar, adeletsizlikler yapmayı kendilerinde bir hak olarak gördükleri ve bu azgınlıkları yüzünden başlarına gelen ve yıllarca süren açlık, kıtlık gibi büyük felaketler yüzünden gözü dönen insanoğlunun adeta birbirinin canavarı haline geldikleri çok korkunç dönemler olmuştur. Hayal etmesi bile ürkünç şeyler değil mi?. Ben insanoğlunu tahtarevalliye benzetiyorum. İlahi emirlere uyduğu ölçüde yücelerek insanlığın zirvesine çıkıyor, ilahi emirlerden uzaklaştıkça da alçalarak insanlığını kaybediyor ve hayvanlardan da aşağı bir duruma geliyor.
“Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” Araf:179
Maalesef, yaşanan bütün bu felaketlere ve acılara rağmen geçmişten ders almayan insanlar için tarih yeniden tekerrür ediyor ve sahip oldukları ilahi vahiyden kalma kırıntılar da azaldıkça, insanlık yine aynı noktaya, felakete doğru hızla sürükleniyor. Günümüzde bunun emareleri fazlasıyla var. Çünkü, çevremizden gözlemlediğimiz ve medya haberlerinden, proğramlarından izlediğimiz kadarıyla yukarıda saydığımız azgınlıklar ve sapıklıklar toplum içinde hızla yayılıyor. İnsanlar o kadar cahil, düşüncesiz, sığ akıllı ve vurdumduymaz ki, ateşle oynadığının, ateşe gittiğinin farkında değil. Bu işi iktidarlara, partilere ve liderlere havale etmekle kurtuluvereceklerini sanıyorlar, fakat kurtulamayacaklar, hatta işler daha da kötüye gidecek. Bizler fert fert kendimizi değiştirmedikçe, yeniden bozulmamış, mıncıklanmamış ilahi vahye, Kur’ana dönmedikçe bu kötü gidişe dur diyebilecek hiçbir güç, düzen, rejim, çalışma ve gayretin faydası olmayacaktır. Çünkü, yangın yüzeyde değil derinlerde, bireysel değil toplumsal, geçici değil sürekli büyüyen bir afet olmuştur...
“Her insan için onu önünden ve arkasından izleyen gözcüler (melekler) vardır ki, kendisini Allah'ın emrine bağlı olarak koruyup gözetirler. Gerçek şu ki Allah, bir toplumun maruz kaldığı şeyleri, onlar, birey olarak içlerindekini, kendilerinde olanı değiştirmedikçe, değiştirmez. Allah bir kavme de kötülük murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de imkan yoktur. Onlar için Allah'dan başka bir dost da bulunmaz.” R’ad:11
Yukarda sözü geçen hayatı ve dünyayı inşa etmek kavramını biraz açmak istiyorum. Allahın kitabında tarif ettiği ve vazifelendirdiği müslümanlar hayatı ve dünyayı inşa etme kapsamında birincisi; çalışıp çabalayarak dünyayı ve hayatı mamur etmek, hayatı yaşanabilir hale getirmek ve dolayısıyle insanların hayatını kolaylaştırmakla mükelleftir. İkincisi; yeryüzünü küfrün hakimyetinden, insanları onların zulümlerinden kurtarıp yeryüzünün emin ve güvenli bir yer olması için Allahın ilahi düzenini kurarak insanların mutlu, huzurlu, malının, canının ve ırzının emniyette olacağı, evlerin ve işyerlerinin kapılarının kilitlenmeye ihtiyaç olmayacağı, haksızlığın olmayacağı, güçlünün güçsüzü ezmeyeceği, ister müslim olsun, isterse gayri müslim olsun herkese ilahi adaletin uygulanacağı ve tüm insanların kardeşçe yaşayabileceği bir dünyayı kurmakla mükelleftir.
Bunu gerçekleştirmek için de, öncelikle iyilik ve güzellikle, olmazsa malı, canı ve kanı pahasına, her türlü fedakarlığı göze almak zorundadır. Ancak o zaman ilahi yardıma ve mükafata mazhar olabilir. Yoksa müslümanlık namaz, oruç, hac vs. gibi ibadetleri yaparak etliye sütlüye karışmadan kendi halinde yaşamak değildir. Steril bir ortamda herkes müslüman olur, İslamı kolaylıkla yaşayabilir. Önemli olan bozuk bir düzende bunu başarabilmektir. Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "İnsanlara karışıp onların ezalarına katlanan müslüman, onlara karışmayıp, ezalarına katlanmayandan hayırlıdır." Tirmizi.
Hayatım boyunca ‘Allah var mı yok mu?’ diye ben de çok düşündüm. Herkes gibi ben de Allahı görmek ve ondan sonra iman etmek istiyordum. Çünkü, (haşa) Allahın var olup olmadığını bilmeden saçma sapan şeylere, aslı astarı olmayan şeylere (haşa) iman ederek hayatımı bu yolda heba etmek istemiyordum. Herkes gibi başı boş, heva hevesime uygun olarak özgürce(!) yaşamak ve rahatça günah işleyebilmek varken neden kendimi bazı yükümlülükler altına sokacak, neden bazı prensiplere uymak zorunda kalacak ve neden nefsime ağır gelecek bazı ibadetleri yapmak zorunda kalacaktım. Bütün bunları çok düşündüm, çok kafa patlattım. Ancak, en sonunda, evet en sonunda ben Allahı gördüm, inandım ve kayıtsız, şartsız iman ettim. Ben Allahı çıplak gözle değil, O’nun yarattıklarındaki ilmiyle, hikmetiyle, saltanatıyla, kudretiyle ve benim hayatıma getirdiği güzellikleriyle, gündüzlerime ve gecelerime getirdiği huzur ve güven ortamıyla gördüm...
Allah’ın (c.c) varlığına inanmayan veya bu konuda şüphesi olan ve kendilerini inanan insanlardan daha akıllı görüp de aklını putlaştıran insanların ortak sorusu ise şudur; Bizleri Allah yarattı, peki Allahı kim yarattı? (haşa). Bu soruyu geçmişte, cahiliye zamanımda kendi kendime zaman zaman bende sormuştum ve herşeyin bir başlangıcı olduğunu varsayarak mantıklı bir cevap bulamadığım için de (haşa) Allahın olmadığı sonucuna varmıştım. Ancak, sonradan anladım ki, böyle bir soruyu sorarken bariz bir şekilde usul hatası yapıyordum. Zira, böyle bir soru ancak bizim gibi yaratılmışlar için sorulabilir. Her varlık kendi dünyasına özgü sorular sorabilir ve ne yaparsa yapsın bunun dışına da asla çıkamaz. Zira kapasitesi yetmez, bunu zorlamak ise haddi aşmaktır, kendini bilmezliktir, şımarıklıktır.
Yaratan ve yarattığı herşeye doğru yolunu gösteren, tüm ihtiyaçlarını karşılayan, onları idare eden, koruyup gözeten, bağışlayan, merhamet eden, iman edip ibadet/itaat edenleri mükafatlandıracak, etmeyenleri ise cezalandıracak olan, öldüren ve tekrar diriltecek olan Allah (c.c) ise, şekilden, mekandan, zamandan ve bizim gibi yaratılmışlara özgü tüm noksanlıklardan ve acizliklerden münezzehtir. Bu, şu demektir; Allah (c.c)’ın bizim bildiğimiz anlamda bir şekli/şemali ve belli bir yeri/mekanı yoktur, ki şekli/şemali, yeri/mekanı olmayan bir şeyin de ne bu dünyada ne de ahirette görülebilmesi asla mümkün değildir. Bir başlangıcı/ilki ve sonu/ömrü yoktur ki, “Peki, O’nu kim yarattı?” diye bir soru (haşa) sorulamaz, sorulursa çok mantıksız bir soru olur, çünkü O’nun bir başlangıcı yoktur ve herşeyin bir başlangıcı olmak zorunda da değildir, zaten bir başlangıcı olsaydı O da bizim gibi bir yaratılan (haşa) olurdu ve o zaman hiçbirşey de yaratamazdı.
Ve bizim dışımızdaki farklı bir alemde herşeyin bir başlangıcı, ilki ve sonu olmayabilir, olmak zorunda da değildir. Aynen, Allah’ın (c.c) İhlas Suresinde kendini tanıttığı gibi; “De ki; O Allah birdir, tektir. Allah eksiksiz, sameddir (Bütün varlıklar O'na muhtaç, fakat O, hiç bir şeye muhtaç değildir). Doğurmadı ve doğurulmadı. O 'na bir denk de olmadı.” Böyle olan ve kendini böyle tanıtan, bizim ve diğer mahlukatlar gibi yaratılmış olmayan, kendisi yeğane yaratıcı Rab ve İlah olan Allah (c.c) için; ‘ Peki O’nu kim yarattı?’ gibi aptalca bir soru sormak çok abestir, korkunç haksızlıktır, böyle düşündüğümüzden ve böyle anlamsız bir soru sorduğumuzdan dolayı kendi kendimize yaptığımız en büyük zulümdür sadece...
“Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayasızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir. Erkekten ve dişiden, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatacağız ve yapmakta oldukları amellerin daha güzeliyle mükafatlarını (ahirette) elbette vereceğiz.” Nahl:90,97.
Ayette de belirtildiği gibi, saçma sapan sorular sormaktan vazgeçerek inananlar ve iman edenler için, hem bu dünyada ve hem de ahirette iyilik ve güzellik var, aynen çifte kavrulmuş fıstık gibi bir durum var anlayacağınız. Kendi adıma söyleyecek olursam, hayatım o kadar huzur, güven ve dinginlik içinde ki, heran nefsimin Allah’ın avucunda olduğunu ve Allahın da gücü ve kudretiyle heran yanımda olduğunu gönülden hissederek yalnızlık ve ümitsizlik duygusuna hiç kapılmıyorum. Kendimi adeta, yüce bir kralın halk arasında dolaşan torpilli bir adamı gibi hissediyorum. Ruhumun ve benliğimin de yüceldiğini, yüce mertebelere çıktığını, bana ayak bağı olan benim gibi ölümlü ve yok olmaya mahkum basit şeylerin prangalarından kurtulduğumu, ancak şimdi gerçek özgürlüğü yakaladığımı ve gerçekten insan gibi yaşadığımı hissediyorum. Eskiden benim için değerli olan, sahip olmayı arzu ettiğim ve başkaları da sahip olduğunda imrendiğim ve kıskandığım meziyetler, para, mal, mülk, makam, mevki vs. gibi şeylerin hiç kıymeti yok artık. Yalnızca, insanların gerçekten İslamı yaşayıp yaşamadıkları benim için bir ölçü oldu ve İslamı yaşama ve Allahı razı etme hususunda benden daha iyi olanlara imreniyorum artık.
Allah Resulü (sav): “Ancak iki kişiye gıpta edilebilir. Biri, Allah Teala kendisine Kur’an (öğrenmesini, anlamasını ve gönlüne bahar olmasını) nasip etmiş, o da gece ve gündüz bununla meşgul olur. Diğeri, Allah Teala kendisine mal vermiş, o da gece gündüz (Allah yolunda) sarfeder.”
Benim için nerdeyse gelecek diye bir şey kalmadı, hiç kimse için vaadedilmemiş olan geleceği düşünmüyorum artık. Heran sadece yaşadığım anın hesabını nasıl vereceğimi düşünerek o anın gereğini en iyi şekilde yapmaya çalışarak geleceğe dönük hayaller kurmuyorum, planlar yapmıyorum, gelecekte sahip olmayı ve yaşamayı umduğum hiçbir beklentim de yok. Eskiden herkes gibi hayaller kurardım, mesela özellikle sıkıntı içinde ve huzursuz olan gönlümü/ruhumu, yalanda olsa, kandırmaca da olsa, kısa süreli de olsa, bir nebze olsun rahatlatabilmek için ta kıştan itibaren tatil hayalleri kurmaya başlardım. Tabii, bu kadar özlenen ve gözlenen bir tatilin neticesi her zaman hüsran olur, bir sürü sıkıntı ve yorgunlukla da geçip giderdi, ta ki bir sonraki tatile kadar. Yenilen güreşçi güreşe doymazmış hesabı, biz de her defasında yenilmemize rağmen, yine de umutla ve ısrarla yeni yeni hayaller kurmaya devam edip duruyoruz. Sanıyoruz ki, hayallerini kurduğumuz şeyler bizleri son derece mutlu, huzurlu, tatmin edecek ve tüm sıkıntılarımızdan kurtaracak. Hayır, bu mümkün değil, hiçbir zaman olmadı da, olmayacak da. Zira, insan için her ulaşılan nokta bir vuslat olmayıp sadece hüsran olacak bir sonraki hayalin başlangıcıdır ve maalesef ölünceye kadar da bunun bir sonu olmayacaktır...
Ben artık, tatil hayalleri kurmadığım gibi, dinlenmek için tatile de hiç ihtiyaç duymuyorum. Malumunuz İslamda abdest, namaz gibi ibadetler/nimetler var. Ben de bu nimetlerden istifade etmeye başlayalı beri dinlenmeye, dolayısıyle tatil yapmaya ihtiyacım kalmıyor. Zira, güzel bir abdest alıp, huşu içerisinde anlayarak kıldığım namazlarımdan sonra bende ne bir yorgunluk kalıyor, ne de bir stres kalıyor vallahi. Sanki, üzerimde tonlarca yük varmış da bütün bu yükten kurtuluvermiş gibi oluyorum. O kadar huzur verici ki, belki de bu yüzden, camiye namaza gelen hemen herkes istisnasız muhakkak esnemeye veya uyuklamaya başlıyor. Peki, bu olayın günde beş defa tekrarlandığını düşünün, insanın o zaman genel bir tatil yapmaya hiç ihtiyacı kalır mı?. Kalmaz!. Modaya uyarak zorlamayla tatile giderse bile, bu onun için aynı tok karnına yemek yemek gibi bir şey olur, yani angarya olur. Sonuç olarak, benim için tatilin amacı tamamen değişti artık. Tatile dinlenmek için değil, mekan değişikliği yapmak, gezip, görüp, öğrenmek amacıyla gitmek istiyorum. İsrafa kaçmadan müslümana yakışan da budur herhalde. Zira müslüman, olaylara hikmetli bir gözle bakabilmek için her zaman bilgisini, görgüsünü ve ilmini arttırmakla mükelleftir...
Müslüman olmanın faydaları o kadar çok ki, saymakla bitmiyor, basiretli ve hikmetli gözlerle baktığın zaman heran yeni bir faydasını keşfediyorsun. Allaha ortaksız (şirksiz), tam olarak iman etmenin ve yüreğimde Allah korkusu ve sevgisi ile hayatımı, herşeyimi O’nun razı olacağı şekilde düzenlemenin, nefsimin kötü arzularına fırsat vermemenin bütün bu faydalarının yanında, bir de Allahın verdiği işaretlerle bana yaşattığı bazı olağanüstü ve garip olaylar da işin cabası!. Bunları anlatamam çünkü, işin tılsımı bozuluyor, arkası kesiliyor. Ayrıca bunları anlatmak çok da tehlikeli. Çünkü, birtakım insanlar böyle olaylar yüzünden zamanla bazı insanları ilahlaştırıyorlar, onlara itaat etmeye, bazı işlerinin görülmesi için onlara dua etmeye, kısaca onlara ibadet etmeye başlıyorlar. Biliyorsunuz ibadet; İtaat ve dua etmektir. İbadet, sadece namaz, oruç, hac, zekat gibi temel dini vecibeleri yerine getirmek demek değildir. İbadet, hayatın her alanında sadece Allahın sözlerini dinlemek ve sadece Allaha tam itaat etmek, adeta Allah için yaşamak, O’nun için nefes alıp vermek demektir. Benim yaşadığım bu olaylar ve güzellikleri hiç yaşayamayan müslümanlar da olabilir. Onlar da ‘Kur’anı anlayıp, ona göre yaşayıp yaşamadıklarına, hayatlarına, samimiyetliklerine, dürüstlüklerine, Allaha olan itaatlarına, bağlılıklarına, yine kısaca ibadetlerine baksınlar’ diyorum. ‘Ne kadar para, o kadar köfte misali, ne kadar ibadet, o kadar yardım (lütuf)’ anlayacağınız.
Ateistlikten sonraki hayatımın son üç yıllık döneminde, buna İslamlaşma süreci de diyebiliriz, İslamı ve onunla birlikte hayatı anlamak, bu konuda doğruyu, sadece gerçek doğruyu bulabilmek için (bunun için çok dua ettim) çok uğraştım. ‘Bu kadar zor mu, neden çok uğraştın?’ derseniz, birinci olarak derim ki; Herşeyin yanlış olduğu ve doğru ile yanlışın birbirine bu kadar karıştığı bir ortamda doğruyu, sadece gerçek doğruyu bulabilmek pek o kadar kolay bir iş değil.. İkinci olarak da; Toplumda ve çevremizde tevhidi ve tevhidi yaşamı ön plana almış, yol gösterecek, kolaylık gösterecek örnek müslümanları bulabilmek çok zor. Varsa bile sayısı yok denecek kadar az. Netice olarak, her iki durumda da hakka, gerçek doğruya ulaşabilmek kolay bir iş değil, adeta bir kazan çorba içindeki sadece bir tane olan mercimeği bulabilmek kadar zor...
Bu araştırmalarımı yaparken de kitaplardan ve internetten yararlandım. Özellikle bilgisayarımda yüklü olan İslami proğramlar sayesinde aradığıma çok kolay ve çabuk bir şekilde ulaşabildim. Bu imkanlar bana bayağı bir hız kazandırdı. İlk birinci yıl sonunda sadece sabah namazını kılmaya başladım. Sabah namazıyla başlamamın sebebi de; biraz menfaatçi olacak ama, ‘rızıkların Allah tarafından sabahları dağıtıldığını’ duyduğum bir söz üzerine, ben de beleş dağıtılan bu rızıklardan nasibimi alabilmek içindi aslında!. Ancak daha sonraları kendimi İslami olarak geliştirdikçe, hak ve batıl arasındaki fark kafamda netleşmeye başladıkça yavaş yavaş namazı beş vakite çıkarmaya başladım. Beş vakit namazı kılmanın nefsime çok ağır geldiği o dönemlerde bazı sünnet namazlarının kılınamayabileceğini öğrenince çok rahatladım. Sonraları alıştıkça ve fırsat buldukça bu sayıyı arttırdım. Şimdi ise, namazsız bir hayat düşünemiyorum. Namaz olmadan yaşamamın bir anlamı yok. Eğer namaz kılamayacaksam Allah benim canımı alsın daha iyi!. Çünkü, namaz benim tek varlık sebebim. Namaz benim için ödenmesi gereken bir borç değil, yaşanması gereken bir nimettir.
Aslında, araştırmalarımın ilk başlarında, aşağıda da arzettiğim gibi, bana göre o zamanlarda en önemli konulardan biri olan ve aslında tüm konuları içine alan ‘ne olacak bu memleketin hali?’ sorusuna cevap bulabilmek tek amacımdı. Herkesin değişik fikri çözümler ileri sürdüğü bu meşhur soruya en doğru cevabı bulabilmek için bu yola girmiştim. Olayın ahiret boyutunu hiç düşünmemiştim, sadece bu dünya için çareler arıyordum. Olayın içine iyice girdikçe, dünya ve ahiretin bir bütünün iki yarısı olduğunu anladım.
“Düşünüyorum, öyleyse varım!”. Siz, “fazla düşünme kafayı yersin” diyenlere aldırmayın. Çünkü, Allah insanı düşünmekle mükellef tutmuş ve Allah hiçbir canlıya kaldıramayacağı ağır yük de yüklemez. İnsan ancak düşünerek, aklederek doğru yolu bulabilir. Yoksa, düşünmeyen insan, dostunu, düşmanını bile bilemez. Gerçek dostunu düşman, gerçek düşmanını da dost olarak bilebilir. Davranışlarının ve tercihlerinin kendisini nereye doğru götüreceğini asla kestiremez. Allah göstermesin ülkede bir karışıklık çıksa kimse dostunu düşmanını bilemez, gider dost bildiği düşmanına sarılır, gerçek dostuna karşı da saldırıya geçer. Çünkü, o kadar cahil bir milletiz ki, tehlikenin ne taraftan gelebileceğini, gerçeği ve geleceği görebilecek durumda değiliz, koyun gibi başkalarının yönlendirmesi olmazsa hiçbir şey yapamayız. Bunun ne sakıncası olabilir diyebilirsiniz, ancak ya o bizi yönlendirenler kötü niyetli ve asıl niyetlerini gizliyorlar ise!. Peki, ülkede böyle bir karışıklık çıkar mı?. Benim gördüğüm kadarıyla, birileri istese çok kolaylıkla bir sürü karışıklıklar çıkarabilir, şartlar her zaman müsait. Kötü niyetli birilerinin sadece uygun zamanda düğmeye basmasına bağlı. Zira, bugüne kadar ülkemizde yaşayan halkların birlikteliği, dostluğu, kardeşliği sağlanamamış, bazı prensipler üzerinde ısrar edilerek zorla halklara ters gelen uygulamalara başvurulması neticesinde halk ile devlet bütünleşmesi de sağlanamamış, herhangibir yerde patlak veren bir sorunu çözmek için halkları kazanmak yerine kaybetmek üzerine politikalar uygulanmış, bunun zararları ve acıları tüm topluma sirayet ederek halkların birbirlerine karşı düşmanlığı o kadar artmış, halklar arasındaki farklılıklar birer zenginlik olarak görülmesi gerekirken, o kadar sivriltilmiş ve büyütülmüştür ki, bugün bu farklılıklar zehirli oklar şeklinde birbirlerine doğru çevrilmiş ve vurmak için hazır durumda beklemektedirler.
Hatırlarsanız bir zamanlar bir bayrak krizi oldu. Birileri bayrağı hırpaladı, yakmaya kalktı diye haklı olarak tüm toplum kesimleri ayağa kalktı. Evet görüntü çok çirkin ve üzüntü vericiydi. Rengini şehitlerin kanından alan bir bayrağa bunlar asla yapılmamalıydı. Ancak, yapılmaması gereken bir şey daha vardı, o da; bu olayın bir provakasyon olduğu düşünülerek gaza gelmemek ve ülkenin birlik ve bütünlüğünü bozucu hareketlere kalkışmamaktı. Maalesef yapılmaması gereken herşey yapıldı ve ortalık karıştı. Dolayısıyle amaç gerçekleşmiş, aptal balıklar zokayı yutmuş oldu. Provakasyona dayalı bu tür tepkiler faydadan çok zarar getirir ve ülkenin bir kesiminin potansiyel suçlu gibi görülmesine yol açar ve bu ülkenin geleceği için hiç de hayırlı olmaz. O kadar cahil ve sürü gibi bir milletiz ki, hiç düşünmeden amigolar bizi nereye yönlendirirse oraya doğru gidiyoruz. Amigoların kötü niyetli olabileceğini hiç düşünmüyoruz.
Bu olayda da bir iki kişi değil toplumun bir kesiminin tamamı suçlandı veya potansiyel suçlu gibi görüldü. Böyle bir suçlama haksızlık gibi görülse de bunda bir gerçek payı da yok değil. Ancak, asıl düşünülmesi gereken acı gerçek şu idi; Ne olmuştu da bu insanlar bu devlete ve bu devletin değerlerine bu kadar düşman olabilmişlerdi. Bu bayrak olayının meydana geldiği günler Çanakkale zaferinin kutlandığı günlere rastgeldiği için bu olay bana hemen Çanakkaleyi, Çanakkale ruhunu hatırlattı. Nasıl olmuştu da Çanakkale’de Türk-Kürt demeden bu bayrak için omuz omuza, kol kola şehit olan bu insanların torunları bayrağına ve birbirlerine bu kadar düşman olabilmişlerdi. Tabi ki, yukarıda da arzettiğim gibi uygulanan yanlış ve yurtseverliği aşan milliyetçi, ırkçı politikalar yüzünden bu iki kardeş halk birbirine düşman edildi. Zorla güzellik olmuyor, bir yerde patlak veriyor işte. İnsanlara kendinizden nefret ettirecek davranışları sergiledikten sonra zorla onların sizi sevmelerini bekleyemezsiniz. Beklerseniz bu aptallıktan başka bir şey değildir ve aptal olanlar da kaybetmeye her zaman mahkumdurlar. Peki Çanakkale’den bugüne neler değişti?.
Çok şey değişti. Birkere o zamanlarda insanların ortak paydası İslam idi ve Allah’ın ipine sımsıkı sarılmışlardı ve bu yüzden birbirlerini kardeş olarak görüyorlardı. Ve o zamanlarda insanların kalbinde kocaman bir iman vardı ve bu iman için şehit olmak bir modaydı ve şehit olmak kaf dağının ardındaki güzeller güzeli sevgiliye kavuşmak kadar güzel bir şeydi. Ve onlar için ırkının ne olduğu hiç önemli değildi ve çoğu ırkını bile bilmiyordu. Kendilerini sadece müslüman olarak addediyorlar ve birbirlerini kardeş olarak görüyorlardı.
Bugün ise insanların kalbinde olgunlaşmamış küçücük, azıcık ve varolduğu bile şüpheli bir iman(?) var. Bu küçücük imana göre ölüm, arzu edilmeyen korkunç ve gereksiz bir şey, yaşamak varken!. Şehit olmak ise çok yabancı bir kelime. İnsanlarda iman kalmadığı gibi, onun tezahürü olan kardeşlik, birlik beraberlik duyguları da kalmamış, insanlar ırklara, dillere, kültürlere, farklı farklı dünya görüşlerine bölünmüş, adeta insanların kafaları iğfal edilerek zorlu savaş şartları için ihtiyaç duyulan tek vücut olma meziyetinin tüm yolları kapatılmıştır. Peki, bu kesin değişim ve dönüşüm neden oldu?. Tabii ki, normal zamanlarda insanların ihtiyaç duyduğu değerleri insanlara vermezseniz ve inatla o değerlerden uzak tutmaya çalışırsanız, o zaman siz de zorlu zamanlarda beklediğiniz savaşçıları bulamazsınız ve savaşı kaybedersiniz. Biliyorsunuz savaş, bütün teknolojik gelişmelere rağmen yine de insanlarla kazanılıyor.
Hele mevcut eğitim sistemiyle ve medyayla bu kötü gidişe dur diyebilmek mümkün değildir. Çünkü, oralarda insanları, her konuda aşağı yukarı aynı şeyleri düşünen ve aynı şekilde davranan, tek tip hale getirmeye çalışıyorlar. Bu şekilde insanları gütmesi çok kolaydır ve olağanüstü bir hüner de gerektirmez. Sadece reklamlarla yapılan bir beyin yıkama bile o kadar etkili ki, en basitinden, zengin olsun, fakir olsun insanların alış veriş sepetlerini incelediğiniz zaman, en çok yeri kolanın işgal ettiğini görüyorsunuz. Sanki, çok faydalı ve gerekli birşeymiş gibi!. İnsanı kabız etmekten başka ne faydası varsa!. İshalseniz o başka, ilaç niyetine alabilirsiniz. Eğer vücudunuz ishal değilse, o zaman sizin beyniniz ishal olmuş veya iğfal edilmiş demektir. Bunun da çaresi yoktur veya çok zordur. Bu beyin ishalinden kurtulmak için yoğun bir çaba sarfetmeniz gerekir. Buda ancak düşünmekle olur. Değilse siz onlar için labaratuvar deneğinden ve besili bir tüketici olmaktan öteye gidemezsiniz. Neticede de bir b.k olamazsınız.
Seyretmekten hiçbirimizin hoşlanmadığı reklamlardan bile insanlar bu kadar etkilenebiliyorsa, severek izlediğimiz diğer proğramların ve filimlerin etkilerini varın siz hesap edin. Belki farkında değilsiniz ama, biz bu filimlerden ve proğramlardan o kadar çok etkileniyoruz ki, hayata ve olaylara bakışımız değişiyor, davranışlarımız, tepkilerimiz değişiyor, en fazla da kader anlayışımız değişiyor. Hayata, yönetmenin ve senaristin filme yansıttığı kader anlayışıyla bakmaya başlıyoruz ve filimdeki insanların yaşadığı kötü kaderi görünce korkuyoruz, ürperiyoruz, aynısının kendi başımıza da gelebileceğini düşünerek yardımseverlikten, şefkat ve merhametten o kadar uzaklaşıyor ve bencilleşiyoruz ki, sadece ve sadece kendimizi düşünüyoruz, ve bu yolda öz kardeşimizi, anne-babamızı dahi ezmekten çekinmiyoruz. O kadar hipnotize oluyoruz ki, onun yalnızca bir film olduğunu ve Allahın tayin ettiği ilahi kaderle hiçbir alakasının olmadığını düşünemiyoruz, algılayamıyoruz. Böyle olunca da, insanlıktan, insani değerlerden uzaklaşarak vahşileşiyoruz, hayvanlaşıyoruz ve bu, salgın hastalık gibi, tüm topluma yayılıyor. Filimde anlatılan hayatın münferit olabileceğini, yaşananların gerçek bile olsa, o kötü kaderlerin canlı olarak tekrar yaşanmaması için insani değerlerden asla taviz vermeden, yılmadan, ısrarla muhtaç olanlara, düşenlere yardım etmemiz, sevgi, şefkat ve merhamet göstermemiz gerektiğini düşünemiyoruz. Eğer biz, düşene yardım etmezsek, biz veya bizden biri düştüğü zaman da başkalarının bize yardım etmeyeceğini de düşünemiyoruz. Düştüğümüz zaman da bize yardım eden olmazsa, insanlık öldü mü? diye basıyoruz feryadı. Be mübarek ne ektin ki, ne biçesin!.
..............................................................................................................................................
Eskiden özellikle İslam dinine karşı büyük bir nefretim ve kinim vardı. Bütün dini sembollere karşı gıcık oluyordum, müslümanları, şu geri kafalıları bir kaşık suda boğmak istiyordum. Bu arada, antiparantez, çok garip bir durumu size arzetmek istiyorum; Benim o zamanlarda bir İslam karşıtı olarak bütün bunlardan rahatsız olmam aslında çok doğaldı. Ancak, milyonlarca insanın kendine müslümanım deyip de Allahın emirlerinden ve onları uygulayanlardan benim gibi rahatsız olmaları çok garip geliyordu bana… Bu nasıl mantık idi onu anlayamıyordum. O zaman, emirlerine uymadıkları ve bazı emirlerine de karşı oldukları dine insanlar neden inanıyorlarsa, hayret!. Demek ki, insan müslüman da olsa kendisi gibi olmayandan rahatsız oluyor. Marka müslümanı dedikleri bunlar olsa gerek. Dili müslümanım diyor, fakat giyimi kuşamı, yaşamı, hal ve hareketi gayri müslümanım diyor. Bir kitapta okumuştum, yaşanmış bir olay. Bir yerde müslümanlar kafir düşmana karşı sokak savaşı yapıyorlar. Tam savaşın kızıştığı bir sırada, camilerden çıkan cemaat derhal düşman tarafına geçiyor ve müslümanlara, kendi halkına karşı ateş etmeye başlıyorlardı. İnanabiliyormusunuz?. Böyle bir şey nasıl olabilir, bunlar nasıl müslümansa?. Cahil ve ortak düşmanınız tarafından kandırılmış kardeşin karşına geçmiş sana ateş ediyor. Ölürmüsün, öldürürmüsün? Ne kadar üzücü ve zor bir durum değil mi?.
Karşılaştığım ve karşılaştığımız bütün sorunların arkasında İslam dini vardı ve milletçe bundan kurtulmalıydık. İşte o zaman zengin,uygar,mutlu ve refah içinde yaşayabilirdik.Bu sebepten, İslam dinini tercih etmelerinden dolayı tüm geçmiş atalarıma da çok kızıyordum.Onların hatalarının cezasını hep biz çekiyorduk.Eğer Hristiyan olsaydık yada eski dinimiz şamanizmle kalsaydık veya sadece Türk olmamız yeterli değilmiydi sanki. Millet olarak çektiğimiz sıkıntıların , geri kalmışlığımızın ve onun verdiği komplekslerin arkasında hep bu İslam dini yokmuydu. Filimlerde gördüğümüz veya ülkemize turist olarak gelen Avrupalı ve Amerikalılar ne kadar zenginlerdi ve kadın-erkek ilişkileri dahil her konuda ne kadar rahat davranıyorlardı. Biz ise onların yanında hep ezilip büzülüyorduk. Halen de İslam Ümmeti(?) olarak biz onların yanında aynen kemik bekleyen köpekler gibiyiz. Onlar patron biz köle. Onlar üretiyor biz alıyoruz, onlar düşünüyor biz alıyoruz, bize uyar mı, uymaz mı, doğru mu, yanlış mı, demeden onları kopya ediyoruz ve bazılarını da kendi fikirlerimizmiş gibi sahipleniyoruz. Bu yüzden, okullarımız üretime değil, sadece onların yapmış olduğu ürünleri kullanabilmeye yönelik eğitim veriyorlar. Zira bu da bir ihtiyaç. Yoksa kullanan olmazsa, adamların büyük yatırımlar yaparak ürettikleri bu mallar ellerinde kalacak. Sanki dünyada her ülkeye bir rol verilmiş ve herkes kendi rolünü oynamakla yükümlü, hatta zorunlu.
Bu geri kalmışlığımızdan olacak, Batı’lı herhangibir düşünür(?) İslamı kötüleyen, Allah’ı, dini, imanı inkar eden, ateizm (dinsizlik)’i destekleyen, meşhur evrim teorisi gibi yaratanı inkar eden herhangibir görüş beyan ederse, nedense bu görüş İslam ülkelerinde daha çok rağbet ve itibar görüyor, sanki hazine bulmuş gibi seviniyorlar, havalara uçuyorlar. ‘Hay sen çok yaşa’ diyorlar. Bu büyük düşünürler(?) de almış olduğu bu aşırı olumlu tepkilerden dolayı, Allah bilir ne kadar çok şaşırıyordur. Nasıl şaşırmasın?.Çünkü, sadece varsayımdan ibaret olan görüşünüze karşı kendi toplumunuzdan almadığınız –hatta hiç umursanmayan- bir tepkiyi, birden bir bakıyorsunuz hiç ummadığınız çok farklı bir kutuptan, yani İslam ülkelerinden alıyorsunuz ve orada göklere çıkarılıyorsunuz. Şimdi, adam sevinsin mi, üzülsün mü ?. Ayrıca, meşhur evrim teorisini ispat etmeye çalışırken bu avrupalı düşünürlerin(?) hile ve sahtekarlık yapmış olmaları da hiç önemli değil. Bir süre için günü kurtarıyor, oyalıyor ya, yeter bizimkiler için. Bugün olmazsa yarın muhakkak ispat edecekler diye düşünüyorlar herhalde. Adamlar bir kere yaradanı inkar etmişler işte, tükürdüğünü yalamak olur mu?. Bu arada ateistlere üzücü bir haber vermek zorundayım. Güvendikleri dağlardan birine daha kar yağmış, arkasına sığındıkları kalelelerden biri daha düşmüş. Böyle giderse sığınacak kale kalmayacak, cıscıbıldak, cascavlak ortada kalacaklar.
En ünlü ateist: Artık Tanrı'ya inanıyorum.
Reading Üniversitesi'nden emekli olan felsefe profesörü Antony Flew 50 yıldır savunduğu inancından çark etti. 81 yaşındaki Flew gerekçesini ise şöyle açıkladı: "Hayatın var olması için gereken ve içinde inanılmaz bir karmaşık düzen barındıran
DNA araştırmaları, hayatın var olmasının ardında zeki bir varlığın bulunduğunu gösteriyor." 1950'de yazdığı "Teoloji ve Aldatmaca" adlı makalesi birçok dilde 40 baskı yapan Flew'in Tanrı'ya dönüşü, şu ana kadar onun fikirlerinden etkilenen ateist çevrelerde de büyük tepki uyandırdı. Basından.
Bu arada bizim okullarımız ne işe yarıyorsa onu hala tam olarak çözebilmiş değilim. Yapılan bir araştırmaya göre, Üniversitelerimizden hiçbiri dünyadaki en iyi 500 üniversite arasına giremediği gibi gelecek vadeden 2000 üniversite arasına bile girememiş. En iyi diplomayı hangi üniversitenin verdiği araştırılsa muhakkak bizimkiler birinci gelirlerdi. Birde sanki çok iyi bir eğitim veriyorlarmış gibi öğrencilerin önüne bir sürü yasaklar, engeller koymaları da çok ilginç. Demek ki, tüm bu geriliklerine rağmen yaptıkları işleri çok önemsiyorlar. Yüz-yüzelli yıldır İslama savaş açılmış ve İslami olan herşeye yasaklar konulmasına rağmen, bu geri kalmışlığımız konusunda da yine İslamı suçlamak çok mümkün. İlla bir suçlu bulmak gerekirse bu İslam’dan başkası olamaz. Çünkü, İslam dini ilerlemeye engel denmiş bir kere. Her nekadar İslam’ın helal ve haramlarından, emir ve nehiylerinden hoşlanılmasa da, herkes kendine göre bir din, yani yaşam tarzı ve buna göre kurallar uydursa da, yine de yüzde doksanı müslüman denen bir ülkeyiz. Ne zaman bu müslümanlıktan tam olarak kurtuluruz, o zaman yırtarız abi yırtarız.. Bakarsın o da olur.
"Hristiyanlar Alim Oldukça, Müslümanlar da böyle Cahil Oldukça, Müslümanlar Dinlerinden Uzaklaşırlar." (Charles Mismar).
Tuğçe’nin dini
KONU bayatlamaya yüz tuttu gerçi ama ben de iki laf söylemek istiyorum.
…….. ………….. …………………………………………..
‘Tuğçe Kazaz, Hıristiyan oldu’ deniyor günlerdir...
Bu ne derece doğru bir ifadedir?
Başka bir dine geçmek için önce başka bir dine mensup olmak gerekir. Tuğçe’yi namaz kılarken gören olmuş mu hiç?
‘Parayla imanın kimde olduğu belli olmaz’ derler gerçi...
Peki Tuğçe’yi bir kenara bırakalım. Birinin nüfus kağıdının din hanesinde ‘İslam’ yazıyor olması o kişinin illa ki Müslüman olduğu anlamına mı gelir?
Kaç kişi Müslümanlığın ne olduğunu merak etmiş, Kuran’ı okumuştur?
Kabul edelim ki çoğu kişinin Müslümanlık’la ilişkisi öteki dünyaya uğurlanış biçiminden ibarettir. Ha, bir de başı sıkışınca Allah’ın adını anmak var ki bu, herhangi bir dinin mensubu sayılmak için yeterli midir bilmiyorum.
Yani demek istiyorum ki, ‘Vah vah Tuğçe Hıristiyan oldu!’ diyenler ne kadar Müslüman’dır?
Adımız gibi dinimizi de hazır buluyoruz. Dediğim gibi merak bile etmiyoruz mensubu olduğumuz din ne der, ne buyurur...
Şu, kadınların örtünmesi mevzuu mesela... Bu hususta konuşmayan, yazmayan, çizmeyen kalmamıştır herhalde. Fakat kaçımız Kuran’ı açıp da bu konuyla ilgili sureyi okuduk? psuda@hurriyet.com.tr 27.09.2005
Misyonerler de harıl harıl çalışıyorlarmış. Zaten bir büyüğümüz dememiş mi; “Müslümanlar Avrupaya gebe, Avrupa da İslama gebe”. Acaba o da olacak mı?. Yani onlar müslüman, biz kafir, onlar cennete, biz cehenneme.. Müslümanlık bizim üzerimize tapulu değil tabi!.. Daha önce İslama nasıl zor girdiysek kolayca da çıkabiliriz. Bu ceketi çıkarıp başka bir ceket giyebiliriz. Biz Allah’ın vazgeçilmez kulları değiliz netekim. Allah; ‘ya benimsin yada şeytanın’ diyebilir. Atalarımızın bu din için savaşmış olmalarının da bize hiçbir faydası yok. Onlar Allah için ne yapmışlarsa karşılığını sadece kendileri alacaklar, biz değil. Nasıl ki, onların karnının tok olması bizim karnımızın da tok olmasını gerektirmiyorsa.
Son haberlere bakacak olursak Allah bilir ya, bu dediklerim gerçekleşecek galiba. İşler tersine dönüyor, bizim için kötü, ancak İslam açısından dünyada umut verici sağlam gelişmeler oluyor.
“İsviçre’de son on yılda otuzbin kadın müslüman oldu.” , “Galatasarayın yeni müslüman olan Fransız futbolcusu Ribery : Fransa’da gençler hep İslamı seçiyor.” , “Avrupa’da İslam giderek yayılıyor.” Basından.
Gene tutturamadık!. Biz İslamdan uzaklaşırken Batılılar İslama geliyor. Bu batılıların bize düşmanlığı hiç bitmeyecek anlaşılan. Geçmişte müslümanız diye bize düşmanlık besliyorlar ve bizi aralarına almıyorlardı, şimdi de müslüman değiliz diye bizi dışlayacaklar, düşmanlık besleyecekler. Al da bozdur!. Çünkü, gerçek İslamda; gayri müslimler, ya müslüman olacaklar, ya da müslümanlara boyun eğip onların hükümranlığını kabul ederek rahat rahat yaşayıp gidecekler, veyahut da bunu kabul etmeyip karşı koyarlarsa da onlarla savaşılması gerekiyor. Müslümanların buna gücü yeter veya yetmez, ama Allahın dileği bu. Siz ister kabul edin, isterse etmeyin veya işinize gelse de, gelmese de, emir büyük yerden (ALLAH’dan). Çünkü, oyunun kurallarını O koyuyor. Bu kurallara seve seve uymazsan, zorla uyduruyor...
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler; müminlere karşı yumuşak, kafirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.” Maide Suresi:54
Hayatımın İslamdan önceki cahiliye dönemimin son zamanlarında işyerinde arkadaşlara karşı ayıp olmasın veya beni dışlamasınlar diye zaman zaman Cuma namazına gittiğim olurdu. Bu arada şunu belirtmeliyim ki, bazen çevremdeki inananlara da imrenmiyor değildim. Çünkü İslami konudaki bütün bilgisizliklerine rağmen, onların yüce bir makama güvenerek, rahat ve huzur içinde herşeyi oluruna bırakmaları bana çok çekici geliyordu. Bilmiyorum ama, belki de bu yüzden kendimi inanmaya zorladım. Neyse, cuma namazından çıkınca büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş olmanın verdiği rahatlıkla derin bir oooh çekerdim. Ta o zamanlardan beri camilerdeki muhabbet -şimdiki namazım hariç- bana hep sıkıcı gelmiştir. Bazıları mest olup sallanıp dursa da, vazife gereği, canı gönülden yapılmayan tatsız tutsuz, cahilce, hikmeti olmayan, kupkuru, buz gibi soğuk, etliye sütlüye dokunmayan, uyuz mu uyuz, laf olsun diye edilen vaazlar ve ne okuyanın anladığı ne de dinleyenin anladığı Kur’an okumalar insanların yüreğinde en ufak bir kıvılcım yakmadığı, ateşlemediği, ürpertmediği ve son sürat koşturtmadığı gibi esnetiyor, dinleyenlerin uykusunu getiriyor. Zaten vaaz edenlerin insanları uyarmak gibi bir dertlerinin olmadığını, bu devirde(!) söylediklerinin faydasına, fayda sağlayacağına kendilerinin bile inanmadıklarını, insanları camiye çekmek gibi bir dertlerinin de olmadığını görüyorsunuz. ‘Gelen de sağ olsun, gelmeyen de sağ olsun’ diyerek üç beş kişilik cemaatle idare edip, yuvarlanıp gidiyorlar. Bu işe Allahın ne diyeceği kimsenin umurunda da değil. Belki de bu sebepten, camilere ancak kendisini ölüm korkusu sarmış az sayıdaki asık yüzlü ihtiyarlar gelmektedir. Ah şu yaşlılık olmasa onlar da gelmeyecekler ya!. Belki de bu yüzden, insanın gençliğinde yapmış olduğu ibadetler çok daha değerli Allah katında.
Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hutbe verdi mi gözleri kızarır, sesi yükselir, öfkesi artardı. Sanki bir orduya "Düşmanınız akşama veya sabaha size baskın yapacak!'' diye tehlikeyi haber veren komutan gibi (fevkâlade ciddi bir eda ile):
"Ben size, Kıyamet şu iki parmak kadar yakınlaşmış olduğu bir zaman da peygamber gönderildim '' der ve şehadet parmağı ile orta parmağını birbirine yaklaştırarak gösterir, sözlerine şöyle devam ederdi:
"Emmâ bâd! Bilesiniz, sözlerin en hayırlısı Kitabullah'tır. En güzel yol da Muhammed'in yoludur. İşlerin en şerlisi de sonradan ihdâs edilenlerdir. Her bid'at dalâlettir." Müslim, Nesâî,
“””””””””””””””””””””””””””””””””””””
Araştırmalarıma başlarken kendi kendime dedim ki; ‘İslamdan kaynaklandığını sandığım başkalarının yanlışlarına bakarak değil bilerek ateist olacağım’ dedim. Çünkü, reddettiğim şey konusunda en ufak bir bilgim yoktu. Bu dinin öğretisi olan Kur’an diye bir kitap vardı ve ben onu hiç okumamıştım. Onun anlaşılmaz bir kitap olduğunu duymuştum. Kat kat muşambalar içine sarılıp, yüksek yerlere konularak sadece saygı ve hürmet edilecek, bulunduğu evi her türlü kötülükten, musibetlerden koruyan tılsımlı bir kitap olarak biliyordum. Bunun gibi, İslam konusunda bildiklerim tamamen kulaktan dolma şeylerdi. Ya duyduklarım, gördüklerim doğru değilse yada, onlar da benim gibi yanlış biliyorlarsa diyerek şu işin aslını bir öğreneyim dedim. İslami ilimler falan gibi şeyler duyardım, ancak mevcut ibadet kurallarını (ilmihali) bilmenin, öğrenmenin ilimle, bilimle ne alakası var diye düşünürken rastlantı olarak elime geçen bir takvim yaprağındaki yazılanlar beni çok etkiledi. Halen de o yaprağı cüzdanımda taşırım.
21 Kasım 2000 tarihli takvim yaprağında aynen şunu yazıyordu : ‘Felsefe ve ilim tarihinde iki Bacon vardır. Biri şöhret ve para hırsı ile her türlü yolsuzluğu yapan, rüşvet karşılığında makam ve mevki dağıtan, kralın kendisine gösterdiği yakınlığı istirmar eden felsefeci François Bacon’dur. Diğeri Roger Bacon’dur. Roger Bacon (1214-1294) yılları arasında yaşamış İbni Sina okulunun savunuculuğunu yapmış Roma kilisesini ve Papa’yı gerçek hristiyanlığı bozmakla suçlamış ve bu cesurca fikirlerinden dolayı İngiltere ve Fransa’da yıllarca manastırların zindanlarına kapatılmış, okumaktan ve yazmaktan menedilmiştir. Serbest bırakıldığında 78 yaşında idi. Bütün bu zor şartlara rağmen, kendisine inanan küçük papazlar ona gizlice yardım etmiş, beş büyük eser yazmasını sağlamışlardır.
Roger Bacon, bütün Hristiyan tarikatlarını incelemiş, hepsinin de şu veya bu şekilde İsa Peygamberin çizgisinden çıktıklarını ortaya çıkarmıştı. Din ve ilmin birbirinden ayrılmayan bir bütünün iki yarısı olduğunu söylüyor ve bu fikrini şöyle izah ediyordu : “ Kainatı yaratan Allah, bütün olayları koyduğu kanunlarla külli iradesine bağlamıştır. İşte bizim ilim dediğimiz şey, farkına vardığımız yada varamadığımız eşyayı düzene koyan bu ilahi kanunlardır. Din ise; yine Allah’ın vahy ile insanlara ilettiği sosyal kanunlardır. Bu kanunlar, yani emirler, eşyaya hükmeden kanunlara tamamen uygun düşmektedir. Vahiy ile gelen kanunları değiştirip bozanlar, bu dünyanın düzenini de bozmuş olurlar. Madem herşeyi yaratan ve herşeye hükmü geçen tek Allah vardır, o halde din de tek olmalıdır. Ancak gerçek ve tek dine inanan insanlar kardeşçe yaşayabilirler. İnsanları cehaletten ve hurafeden kurtaracak din Allah tarafından vahiyle gelmiş, gerçek ve tek dindir”.
Önceleri sayıları çok büyük grupların ve onların yaşayan ve ölü büyük zatlarının kendi kitaplarını ve onları öven, onların olağanüstü kerametlerini anlatan kitaplarını okuyordum. Başlangıçta bu kitaplardan, bu kişilerin hayatından, kerametlerinden çok etkilenmiştim. Onlar benim tarihi ve yenilmez kahramanlarım gibi olmuştu. Heryerde onlardan, onların kerametlerinden bahsediyordum. Bu yüzden arkadaşlarım tarafından alay konusu bile edildim. Ben hala Kur’an anlaşılmaz, biz anlayamayız, onu ancak büyük alimler ve evliyalar anlayabilir diye düşünürken, birgün yoldan geçerken işportacının birini tezgahının yanında Kur’an okurken gördüm. Ne zaman oradan geçsem onu Kur’an okurken görüyordum. Sonra dayanamayıp yanına gittim ve ‘onu okumaktan ne anlıyorsun’ dedim. ‘Abi dedi, al oku, bunda anlamayacak bir şey varmı?’ dedi. Ben de aldım baktım, hakikaten anlaşılmayacak bir şey yok, herşeyi açık açık yazıyor. Sonra onun Kur’an meali olduğunu öğrendim. Ogün ve daha sonraki günlerde o işportacı ile muhabbeti bir hayli koyulaştırdık ve arkadaş olduk. Muhabbetlerimiz esnasında şuna dikkat ettim ki; ben ne dersem diyeyim bana Kur’andan ayetlerle ezbere karşılık veriyordu. Tabii Kur’andan ayet söyleyince tartışmayı hep o kazanıyordu. Kendi kendime dedim ki; ‘o bu Kur’anı okuyup anlayabiliyorsa, benim neyim eksik, bende okuyup anlayacağım’ dedim. İşte, ogün bugündür içinde sadece Kur’an meali bulunan cep mealimi cebimden hiç eksik etmem. İçinde işaretlenmedik ayet yok gibi artık. Şimdi, ne yaparsam yapayım, ne konuşursam konuşayım Allah’ın ayetleri aklıma geliyor ve onunla amel etmeye çalışıyorum. Aksi halde kendimi münafık gibi hissediyorum. Yalnız Kur’anda anlamadığım bir şey vardı, o da Şirk konusu idi. Herşey onda düğümleniyordu. Onu çözdüğüm zaman herşey anlaşılır hale gelecekti. Aç bir kurdun sürüye dalması gibi veya değerli bir hazine bulmuş gibi hırsla bugüne kadar kaç tane kitap okudum sayısını hatırlamıyorum. Ancak okuduğum bütün kitaplarda şöyle veya böyle muhakkak şirk veya tevhid konuları işleniyordu. Ben şuna inanıyorum ki; İnsanlar, en başta da Kur’an olmak üzere, doğru seçilmiş belki iki üç tane kitapla Kur’anın mantığını anlayabilirler, İslamı çok kolaylıkla öğrenebilirler. Önemli olan o doğru kitabları bulabilmek. Çünkü, ortalıkta İslami denen o kadar çok kitap varki, çoğu aslı astarı olmayan uyduruk şeylerden bahsediyor ve onları derinlemesine işliyor, birçoğu insanı teferruat içinde boğuyor, bir kısmı da kendi heva hevesiyle uydurduğu şeyleri İslamdan diye insanlara yutturuyor. İnsanlar da onların şöhretine, ünvanına, makamına, isminin kalabalıklılığına, müridinin, cematinin çokluğuna bakarak itibar ediyor, itaat ediyor, bağlanıyor ve hiç sorgulama gereği duymuyor. Sanki bu zatlar, kötü niyetli (mason, misyoner, ajan, hain vs.) olabilecek veya kendileri gibi mide baskısı, nefis baskısı, korkuları olan ve hata yapmaktan muaf olmayan normal insanlar değil de, Allah (c.c) tarafından insanlar arasından özel olarak seçilmiş peygamberler gibi, ilahi kaynaktan yani Allah’dan vahiyle dosdoğru bilgileri alıyorlar. Bu zatlar çok akıllı olabilir, fakat sadece akıl doğru yolu bulmada yeterli değildir ki!. Netekim, akıl da bir yaratılmış olduğundan, eşyaya ve olaylara her yönüyle derinliğine nüfuz ederek anlamaktan, çözmekten ve olayların sonucunun kısa ve uzun vadede hayır mı, şer mi getireceğini görmekten, bilmekten acizdir, eksiktir ve ne kadar zeki olursa olsun, nefis baskısı, şeytan baskısı yüzünden yanlış yönlendirilmeye her zaman müsaittir. Eğer böyle olmasaydı, insanlık tarihinde dünyaya önce gelenlerin ak dediğine sonra gelenler kara demezlerdi ve tarihte nice düşünürler, filozoflar ve büyük adamlar imansız olarak b..k yoluna gitmezlerdi. Dolayısıyle asıl demek istediğim şey; Kayıtsız şartsız itaat etmek yerine sorgulamak, ilaç kutusunun içindeki prospektüsü okumak lazım. Niyetleri iyi bile olsa, doktor yanılabilir, eczacı yanlış ilaç verebilir, herşey olabilir, insanlık hali bu!.
Cahiliye dönemimde zaman zaman vesveseden kaynaklanan psikolojik sıkıntılar yaşadım ve bazı sakinleştirici ilaçlar da kullandım. Biliyorsunuz vesvese, gerçekte olmayıp bizim var olduğunu sandığımız şeylerdir. Şu şeytan çok garip bir yaratık; Önce insanları kandırıp kendine bağlıyor, ardından da hem kendine uyanların işlerini hoş gösteriyor, gittikleri yolu ve yaşadıkları hayatı dosdoğru gösteriyor, hem de asılsız vesveseleri ile rahat huzur vermiyor, hayatı zehir ediyor. Allah’tan uzaklaştırdığı dostlarının dertlerine, sıkıntılarına da çare bulamıyor, istese de buna gücü yetmiyor. Çünkü kendisi de aciz bir yaratık, mahlukat. Bütün yapabildiği vesvese vermek ve hile yapmak. Tıpkı insanın en kötüsü, en zalimi gibi.. Çok kalleş ve acımasız bir dost anlayacağınız…
Bu psikolojik sıkıntılardan kurtulmak için alınan ilaçlar geçici bir süre için sakinleştiriyor, sıkıntı veren sebepleri düşünecek açık kapıları belki bir süre için kapatıyor ancak, beni ben olmaktan çıkarıyor, normal davranışlar göstermeme, sanki hayatı yakından hissetmeme engel oluyorlardı. Duyarlılığı, hissiyatı azalmış, tad alıcıları iyice zayıflamış bir insan olarak yaşamanın hiçbir anlamı ve zevki olmuyordu. Halbuki sosyal ve ekonomik durumum hiç fena değildi. Hiçbir seyi dert etmemem gerekiyordu aslında. Ama hiç de öyle olmuyordu. Azgın olan nefsim hiç doymak bilmiyordu. Sanki yarış halindeymiş gibi hep daha fazlasını istiyordu. Hep daha iyi yaşamak, daha çok mal sahibi olmak ve daha çok biriktirmek istiyordu. Zaman zaman kendi kendime bu işin sonu nereye varacak diye de düşünüyordum. Çünkü, bulunduğun mahalleye sahip olsan öteki mahalleler var, öteki şehirler var, öteki ülkeler var, dünyaya sahip olsan uzay var, gezegenler var. Velhasıl, bu işlerin sonu yok. Sonra, hepsine sahip olsan nolacak, hayat fişin aniden, habersizce çekildimi, ‘daha yaşım küçük, daha yapacak işlerim vardı veya yavrularım daha küçük’ bile diyemeden, tası tarağı toplayamadan herşeyi bırakıp gidiyorsun. Dünyada iken yaptığın iyi veya kötü amellerinden başka hiçbir şey götüremiyorsun. Vardığın yerde, doğru dersin sınavına çalışmış ve o sınavı geçmiş olmanın verdiği rahat, huzurlu, güvenli ve selim bir kalpten başka hiçbir şey fayda vermiyor, akla ve hayale gelmeyen korkunç acılarla, ızdıraplarla ve feryatlarla karşı karşıya kalınıyor. Allah kimseyi bu kötü duruma düşürmesin, kurtulanlardan eylesin inşAllah!.
“Türkiye’de depresyon ilaçları satışı hızla yükseliyor. İşsizlik ve ekonomik kriz girdabında boğulan insanlar, çareyi antidepresan ilaçlara başvurmakta buluyorlar. Son bir yıl içinde Türkiye’de 20 milyon kutu depresyon ilacı tüketildi. Yani 10 ilaçtan üçünü antidepresanlar oluşturuyor.” Basından.
“Sahte rakıdan bugün itibariyle yirmi iki kişi hayatını kaybetti.” Haberlerden.
Bunlar, insanlarımızın nasıl felakete sürüklendiğini ve toplum olarak nasıl çöküşe doğru gittiğimizi gösteren ibretlik haberlerdir. Yalnız gördüğüm kadarıyla, bu olaylara insanlarımızın ekserisi tarafından yanlış teşhis konulmakta, yüzeysel bir yaklaşımla, sorunun kaynağının ekonomik sebepler olduğu sonucuna varılmaktadır. Halbuki bu ilaçları, içkileri ve uyuşturucuları kullananlar üzerinde bir araştırma yapılsa, bunların büyük çoğunluğunun ekonomik sıkıntılarının olmadığı, varsa bile bunun tamamen doyumsuzluktan ve açgözlülükten kaynaklandığı görülür. Benim de ekonomik veya başka maddi hiçbir sıkıntım olmamasına rağmen, psikolojik sıkıntılarımdan kurtulabilmek için bu ilaçlara ihtiyaç duydum ve sıkıntılarımı bir nebze olsun unutabilmek için de değişik içkiler kullandım. Ama hiçbiri çözüm olmadı, hiçbiri sıkıntılarımdan beni kurtaramadı. Çünkü, bunlar yaratılışıma uygun olmayan geçici ve suni çözümlerdi. Benim gibi milyarlarca insan da hayatlarındaki bir boşluk yüzünden yaşadıkları psikolojik sıkıntılarından kurtulabilmek, bir süreliğine de olsa unutabilmek ve rahatlayabilmek için ilaçlara, içkilere, uyuşturuculara, adrenalini yükseltecek gereksiz maceralara, sapık ilişkilere, sapık inançlara, kabala, ayin, yoga, gibi değişik yollara başvuruyorlar. İnsanların İslamda yeri olmayan bu umutsuz ve çaresiz yollara başvurmalarının tek sebebi de iman boşluğundandır veya iman eksikliğindendir. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu teşkil eden gayri müslimlerde İslami bir iman hiç yok iken, müslümanlarda ise daha çok iman ve Allaha güven eksikliği mevcuttur. İman eksikliği olanların Allaha inançları olsa bile, konuşmaları arasında ve korktukları, sıkıştıkları veya zayıf, aciz düştükleri durumlarda ALLAH deselerde kalpleri imanla dolmamıştır ve hayatlarına da Allahın hakimiyeti ve hükümleri kayıtsız, şartsız tam bir itaatle yerleşip kök salmamıştır. İtaatsiz ve ibadetsiz bir inanç iman olmayıp, kuru bir iddiadan başka bir şey değildir ve müslüman/teslim olduğunuza ne kendinizi, ne Allahı, ne de kullarını inandırabilirsiniz. Ayrıca, iman eksikliği olanların kalpleri islamın nuruyla aydınlanmamıştır, tam bir imanla gelen Allah sevgisi, ümidi ve korkusu ile kalbleri dolmamıştır, onun yerine para, mal, mülk, kadın, makam, mevki, lider, efendi, bilim, top, pop, moda vs. gibi basit ve sahte ilahlarla kalbleri işgal edilmiştir. Bir diğer sebep de, insanların Allaha olan tevekkül, güven eksikliğinden kaynaklanan gelecek korkusu ile elindekileri kaybetme endişesidir. Bu korku ve endişeler de ancak zenginlerde ve durumu iyi olanlarda görülür, fakirlerde görülmez, çünkü fakirlerin zaten kaybedeceği birşey yoktur. Sonuç olarak, Allaha ve onun emirlerine iman etmeyişi veya iman ediyorsa bile, imanı sadece Allahın varlığına ve birliğine inanmak olarak bildiğinden ve iman etmekle nasıl bir sözleşmeye imza attığını bilmediğinden, sözleşmeyi biliyorsa bile sözleşme maddelerinin hikmetini anlayamadığından veya anlamak için en ufak bir gayret bile sarfetmediğinden, imanın bilmek, hissetmek ve imza attığı bu sözleşmeye/antlaşmaya kayıtsız, şartsız itaat etmek olduğunu bilmediğinden dolayı meydana gelen iman eksikliği yüzünden Allah ile irtibatı kesilen, hayatın zorlukları ve sıkıntıları karşısında rehbersiz, dayanaksız, başıboş ve uçağın havaalanı kulesi ile irtibatının kesilmesi gibi, boşlukta yapayalnız kalan zavallı insanoğlu psikolojik sıkıntılara ve rahatsızlıklara düşmekte, bu rahatsızlıklarından kurtulabilmek için de ya yukarıda arzettiğimiz gibi suni ve geçici yollara başvurmakta, ya da kendisi gibi boşlukta kalmış, kendi derdine bile çare olamayan, gerçek doğrunun ne olduğunu kendisi bile henüz bulamayan psikologlara, uzmanlara başvuruyorlar. Hiç unutmam, benim de bir süre gittiğim psikiyatri doktorum vardı ve ilginçtir ki, onun da birtakım psikolojik sorunları vardı. Benim sorunlarıma ilaçlarla falan çare olmaya çalışırken, kendi sorunlarına ise hiçbir çare bulamıyordu. O gün için bana normal gibi görünen bu durum, bugün için nedense çok gülünç geliyor. Kelin ilacı olsa kendi başına sürerdi misali herhalde!..
İslama girdikten sonra ben artık doydum. Eşya, meta, mal, mülk, para vs. bana değil, ben onlara hükmediyorum, onlar üzerinde istediğim gibi tasarrufta bulunabiliyorum artık. Halen doymamış, gaflet içinde olan, böyle küçük şeylerin ve lüks peşinde koşan, gerçek cennetten umudunu kesip, yalancı cenneti bu dünyada kurmaya ve yaşamaya çalışan zavallı insanları gördükçe onlara hem acıyorum, hemde gülüyorum. Çünkü, aynı yollardan ben de geçtim, dolayısıyle onları çok iyi anlıyorum.
Bu arada, yanlış anlaşılma olmasın, ben şimdiki yeni halimle herşeye boşvermiş değilim, hayır, haşa!. Ancak, ölçüm farklı artık, herşeyi Allahın ölçüsü ile ölçüyorum ve ona göre hareket ediyorum. Bu ölçü de, ifrata (aşırı) ve tefrite (normalin altı) kaçmadan orta yolu takip etmektir. Ben de Allahın izin verdiği ölçüde çalışıyorum, kazanıyorum, üretiyorum ve ihtiyaç sahibi olup da kazancımda hakkı olanları da gözetiyorum. Ancak, ne yaparsam yapayım hep Allahın ölçüsünü uyguluyorum ve ‘bu işe Allah ne der’ diyerek hareket ediyorum. Mesela, Paramı istediğim gibi harcayabiliyorum, verebiliyorum artık. Siz de verin, vermekten korkmayın. Allah rızası için vermek malı eksiltmediği gibi çoğaltır veya belki siz farkında olamasanız bile var olan malınızı da bereketlendirir. Ayrıca, vermek insanın kalbini yumuşatır, ruhunu yüceltir, para, mal-mülk biriktirme hırsından kurtulur, imanını, hidayetini arttırır ve ayrıca zor durumda olan insanlara mutluluk götürmüş olmanın verdiği huzurla kendiside çok mutlu olur, adeta sarhoş olur. Nasıl olmasınki!. Herkese çok zor gelen, hatta bazıları için canını vermek kadar zor gelen birşeyle siz dalganızı geçiyorsunuz, olayın zevkine varıyorsunuz. Ayrıca, bütün bu faydalarının yanında doğru ve isabetli yerlere yapılan yardımlardan sonra yaşanılan ve karşılaşılan olağanüstü güzel ve garip olaylar sebebiyle de insan daha çok yardım yapabilmek için çırpınır durur. Ben bu verme olayını kendi kendime keşfetmiş değilim. İslama ilk ısınmaya başladığım sıralarda okuduğum ‘Sınırsız Güç’ adlı bir kitaptan çok etkilenmiştim. Amerikalı yazar kitabında; her ay aylık gelirinin yüzde onunu fakirlere, zor durumda olan insanlara verdiğinden, bu durumun kendisini çok mutlu ettiğinden ve kendini çok zengin hissettiğinden falan bahsediyordu. Ben de dedim ki; hernekadar müslümanlar yapmayı unutsa da bizim dinimizde de aynen buna benzeyen vermekle ilgili infak, sadaka, zekat gibi şeyler vardı. ‘İnfak, sadaka ve zekat vermenin faydalarını bir gayri müslim bile farketmiş’ diyerekten bu konunun aslını Kur’anda araştırmaya koyuldum. Gördüm ki, istisnasız imanla ve namazla birlikte her ayette muhakkak Allah yolunda vermekten, harcamaktan bahsediliyordu ve dolayısıyle çok önemli bir konu olduğu belliydi. Ben de bu emre istinaden, o gün, bugündür veriyorum ve acaba birgün verecek birşeyim olmayacak mı diye de çok korkuyorum, kara kara düşünüyorum. Verecek birşeyim olmadıktan sonra yaşamamın ne anlamı var ki?.
İslami yazar Mustafa İslamoğlu; “İnsan ancak verebildiğinin sahibidir” diyordu. Eğer veremiyorsan o şey senin değildir. Bunlar para, mal, mülk vs. gibi maddi şeyler de olabilir, sevgi, şefkat, merhamet vs. gibi manevi şeyler de olabilir. Hz.Peygamberimiz (sav) de: “Veren el, alan elden üstündür” demiyor mu?. Herkes veren el olabilmek için çalışıp çabalamalı!. Ancak, halen kendileri veren el olabilecekken vermeyen, cimrilik yapan müslümanları anlamakta çok güçlük çekiyorum. Bu nasıl müslümanlık, hangi dine iman etmiş bunlar?. Hz.Peygamberimizin (sav)’in : “Komşusu açken kendisi tok yatabilen bizden değildir” sözüne rağmen, nasıl hala müslüman olduklarını düşünebiliyorlar, nasıl hala cennete gidebileceklerini umut edebiliyorlar, hayret!.
Hz.Ayşe(ra) annemiz ; “Üç gün üst üste doyduğumuz olmamıştır” ve Hz.Esma (ra) annemiz : “Resulullah aleyhissalatu vesselam, zırhını bir yahudinin yanında, bir miktar zahire (arpa) mukabili rehine bırakılmış olarak vefat etti.” derlerken yakın veya uzak komşusu, mazlumlar açlık, yokluk, sıkıntı çekerken, namuslu kadınlar borcundan dolayı çirkin tefliflere maruz kalırken, kendisi mal biriktiren, lüks yaşayan, çok yiyip şişmanlayan, faiz alan veya veren, bankayla işi olan, elinden, dilinden ve belinden emin olunmayan biri nasıl müslüman olabilir, nasıl müslümanlıktan bahsedebilir?. Özellikle faiz konusunda müslümanlar(!) o kadar sıkıntılı ki, hayatın zorlukları ve nefislerinin aşırı baskısına dayanamayarak, rahatlıkla faiz alıp verebilmek ve bu ortamdan nemalanabilmeleri için, hemen hemen herkes bu konuda vicdanını rahatlatacak bir çıkış yolu, işi kolaylaştıracak, kılıfına uyduracak bir fetva arayışı içinde. Eğer müslümansa, bırakın haram olan bir şeyi yapmayı, ondan vebadan kaçar gibi kaçması, harama düşerim korkusuyla şüpheliden dahi uzak durması gerekirken!. Hz.Peygamberimiz (sav) şu hadislerinde buyuruyor ki; “Faiz/Rüşvet yiyene, yedirene, yazana ve şahidlik edene Allah lanet etsin” Müslim. Ve Veda Hutbesinde de buyuruyor ki; “Her türlü riba (tefecilik) kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım riba, Abdulmuttalib'in oğlu Abbas'ın ettiği ikrazlardır (borç vermelerdir). Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Eski cahiliyet devrinden kalma bu çirkin adetin her türlüsü ayağımın altındadır. Borçlular, alacaklılara yalnız aldıkları parayı ödeyeceklerdir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız...”
“Ey insanlar! Haberiniz olsun ki, Allah'ın vaadi muhakkak haktır. Sakın bu dünya hayatı sizi aldatmasın, sakın o aldatıcı şeytan sizi, Allah'ın affına güvendirerek aldatmasın.” Fatir:5
Evet, herşeyde olduğu gibi, sevme ve nefret etme konusunda da ölçüm farklı artık. Allahın sev dediklerine karşı kalbimin sevgi, şevkat ve merhametle dolduğunu, sevme dediklerine karşı da kin ve nefretle dolduğunu hissediyorum. Bazıları gibi, ne olursa olsun, kim olursa olsun sevme veya nefret etme mantığı yok artık. Hep ilahi ölçü!. Gerçek doğruyu veya yanlışı biliyorum artık. Bu ilahi doğrulara uymak ve yanlışlarından da kaçınmak beni çok mutlu ediyor. Bu öyle doyurucu bir şey ki, hiç karavana atmadan hedefi hep onikiden vurmaya benziyor. Soruyorum size; Böyle isabet ve doyuruculuğu kim istemez ki?.
İslama girdikten sonra hayatıma huzur, güven ve düzen geldi. Artık korkular, endişeler, sıkıntılar ve karmaşalar kayboldu. Artık kabuslar görmez, uykusuzluklar yaşamaz oldum. İşlerim düzene girdi. Daha önce beni yıldıran, bunaltan ve deli eden aksilikler yaşamaz oldum. Herşeyi Allaha bıraktım, ona tevekkül ettim, onun takdirine razıyım. Kendi yanımdakine değil Allahın yanındakilere güveniyorum artık. Gayret bizden takdir ise Allah’tan!.
İnsanlar başlarına gelen musibetlerden hiç ders almıyorlar. Aslında bunlar Allah tarafından ‘kişiye özel’ gönderilen işaretler ve mesajlardır anlayana!!. Anlayamadıkları için de bu mesajlardan hiç ders çıkaramıyorlar, hayatlarında hiçbir değişiklik yapma ihtiyacı hissedemiyorlar ve öylece bir dargın bir barışık yaşayıp gidiyorlar. Bütün bunları anlayamayan insanoğlu, ahireti de gerçek boyutuyla anlayamadığı için, cehennem gibi belaların en büyüğü ile yüzyüze geliyor, ancak o zaman gaflet uykusundan uyanıyor ve dönüşü olmayan, hiçbir malın, makamın, evladın fayda vermediği ve hiçbir yardımın olmadığı o büyük günde asıl acı gerçeği anlıyor. Ey insanoğlu, değer miydi üç günlük dünya için bu kepazelikleri, zulümleri yapmaya. Değermiydi, Allahın emirlerini dinlemeyip de hem kendine, hemde başkalarına zulmetmeye. Benim yaşım kırk ve ömrümün üç gününün iki günü gitti. Eğer yaşarsam kaldı bir gün… Ve geride kalan iki güne baktığım zaman, o kadar kısa görünüyor ki, daha dün gibi, herşeyi çok iyi hatırlıyorum. Sizin için de öyle değil mi?.
“Allah:"Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?" diye sorar."Bir gün veya bir günden biraz az kaldık. İşte bilenlere sor." derler.Buyurur ki: Sadece az bir süre kaldınız; keşke siz (bunu) bilmiş olsaydınız! Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” Mü’minun:112-115.
Bu konuda İslami yazar Mehmet Alagaş’ın Tapusuz Süleyman adlı kitabında anlattığı bir hikayeyi sizlere aktarmak istiyorum: “Bundan yetmiş yıl kadar önce, bir çiftlik sahibi kahyasıyla birlikte kasabaya inmeye karar vermiş. At arabasını hazırladıktan sonra yola koyulmuşlar. Yolculuk sırasında kahyasıyla eğlenmek isteyen çiftlik sahibi “Kahya bu arabayı sana satayım” demiş. Kahya “Ağam, bende bu arabayı alacak para ne gezer!.” Dediğinde, çiftlik sahibi arabayı toprak yoldaki bir inek pisliğinin yanında durdurup “Bunları yersen bu araba, atıyla birlikte senin” demiş. Kahya arabadan inerek önce yerdeki inek tezeğine, sonra arabaya bakmış. At arabası gerçekten o zamanın güzel ve değerli arabalarından biriymiş. Atın ve arabanın güzelliğine daha fazla dayanamayan kahya, yere çömelerek inek pisliğini sonuna kadar yemiş. Atı ve arabayı kahyaya veren çiftlik sahibi, kasabadan dönerken pişmanlık duyarak “Ya kahya!. Ben yanlış bir iş yaptım. Sen bana bu arabayı geri sat” demiş. Yediği pislikten içi dışına çıkan ve hala midesi bulanmakta olan kahya, arabayı bir başka inek pisliğinin yanında durdurarak “Ancak aldığım fiyata satarım. Arabayı geri almak istiyorsan, işte bedeli orada duruyor” demiş. Çiftlik sahibi de önce yerdeki pisliğe ve daha sonra uzun uzun arabasına baktıktan sonra, yere çömelerek inek pisliğini yemeye başlamış. Çiftliğe döndükleri zaman, kahya önce at arabasına ve daha sonra çiftlik sahibine bakarak “Ya ağam!. Biz çiftlikten ayrılırken senin bir araban vardı ve benim hiçbir şeyim yoktu. Şimdi çiftliğe geri döndük. Senin yine bir araban var ve benim yine hiçbir şeyim yok” dedikten sonra düşünceli gözlerle “Peki, biz o bokları niye yedik” demiş….” Çok güzel bir hikaye değilmi?. İnsan da bu hikayede olduğu gibi, doğarken de çıplak, ölürken de çıplak. Peki, bu hırs niye, zulümler, pislikler, kepazelikler, çirkeflikler, çirkinlikler, alçaklıklar, aşağılıklar niye… İnsan soğan ekmek yemeli, ama yinede bu kötülüklerin hiçbirini yapmamalı.
Siz başkalarına, onların ne yaptıklarına ve onların sayısal çokluğuna bakmayın. Çünkü, doğru yolu bulmada milyarlarca da olsa sayısal çokluğun hiçbir anlamı yoktur. Sayısal çokluk, her zaman doğrulukta oluşun delili değildir. Bir bilgenin dediği gibi:
“Hakikatı bulan biri, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hemde alçaktır. Bir adamın benden başka herkes aldanıyor demesi güç şüphesiz, ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın”.
Allah(c.c) da; “Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece "zann"a uyarlar ve saçmalarlar” En’am:116, ve “(Yine İblis) dedi ki: "Şu benden üstün kıldığını gördün mü? Yemin ederim ki, eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, pek azı hariç, onun zürriyetini kendi buyruğum altına alacağım."
Allah buyurdu ki: "Haydi git! Onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz ki, cezanız cehennemdir, hem de mükemmel bir ceza. " isra:62-63 ve "Andolsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından, topunuzdan tıka basa dolduracağım.” Sad:85, buyuruyor. Atalarımız bile; “Nerde çokluk orda b..k’luk” demiyorlar mı!.
Peygamberler ve onlara uyanlar sayıca çok az olmalarına ve onların mesajlarını reddedenler ise büyük kalabalıklar oluşturmasına rağmen, bu azınlıklar Allahın da yardımıyla o çoğunluklara karşı kesin bir üstünlük sağlamışlardı. Kalabalıkların hiç önemi yoktur, önemli olan onların kalitesidir, değeridir, mesajıdır ve ağırlığıdır. Siz bugünkü umutsuz duruma bakmayın, çünkü herşeyin bir zamanı vardır, aceleye hiç gerek yok!. Meyvenin de yenebilecek hale gelmesi için zaman ve sabır gerek. Allah(c.c), müslümanlardan netice değil, amel istemektedir. Allah(c.c)’ın yarın için ne takdir ettiğini, ne dilediğini bilemezsiniz. Bakarsınız hesabın bir kısmını ahirete bırakmadan bu dünyada görüverir . En sonunda da, İstikbal iman edenlerin, Allahın emirlerinden, Peygamberinin sünnetinden asla taviz vermeyenlerin ve ‘Rabbim Allah(c.c)’dır” diyenlerin olacaktır. Kafirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.
“..... Allah'a kavuşacaklarına inanıp, bilenler ise şu cevabı verdiler: "Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir."” Bakara Suresi: 249
Daha dün birinden dinledim; Bulunduğumuz yere yakın bir kasabada bundan aşağı yukarı elli yıl kadar önce insanlar o kadar sapıtmışlar ki, helak olan Lut(a.s) kavmi gibi, erkekler kadınları bırakıp erkeklere, erkek çocuklara varmaya başlamışlar. Ve ardından orada o kadar büyük bir deprem olmuş ki, her yer yerle bir olmuş, sadece camisi ayakta kalabilmiş. Bugün itibariyle tüm toplum olarak o kasaba halkının sapıttığı gibi sapıtmaya doğru gittiğimizi dikkate alacak olursak bizim de hesabımızın kesilmesi çok yakın olabilir. Neden ve sonuç ilişkisini kuranlar için bunun emareleri fazlasıyla var. Çünkü, dünyada depremlerin ve öteki felaketlerin sayısı çok arttı ve bu felaketlerde büyük yıkımlar meydana gelmektedir. Salgın hastalıklar ve gayri İslami yaşamlar yüzünden tedavisi olmayan hastalıklar giderek çoğalmaktadır. Olayın vahametini anlayamayanlar ve kendi toplumunun ne kadar sapıttığından haberi olmayıp da iyimser düşünceler taşıyanlara şunu sormak isterim; Eğer anne-baba iseniz, daha doğum evinden başlayarak, bebeğinizin, çocuğunuzun, oğlunuzun, kızınızın öteki insanlar tarafından kaçırılabileceğinden, başına bir kötülük getirilebileceğinden korkmadan, hiç endişe etmeden, güvenle onları sokağa bırakabiliyormusunuz, bir an bile gözünüzden ayırabiliyormusunuz?. Hayır, mümkün değil, heran kaçırılabilir yada başlarına bir kötülük getirilebilir diyorsanız, işte bu sizin toplum olarak ne kadar bozulduğunuza dair bir ölçüdür!. Eğer bu konuda hiçbir endişe taşımıyorsanız ve içiniz de son derece rahat ise toplum olarak durumunuz fena değil demektir. Eğer aksini düşünüyor ve hissediyor iseniz, bu korku ve endişelerinizin büyüklüğüne göre Allah(c.c)’ın gazabını bekleyin derim!. Çünkü, böyle bozuk bir toplumu Allah cezasız bırakmaz…
Bu arada, aklıma geldikçe çok üzüldüğüm, tüylerimi diken diken eden bir olayı size aktarmak istiyorum. Tanıdığım bir ailenin çocuklarından biri 3-4 yaşlarında iken kaybolmuş ve aradan yirmi yıl geçmesine rağmen halen ondan bir haber alınamamış. Düşünsenize, ne kadar acı ve üzücü bir durum, dile kolay, yirmi yıl boyunca çocuğunuzu merak ediyorsunuz, acaba başına neler geldi diye düşünüyorsunuz. Çocuğunuz ölmüş olsa, bağrınıza taş basar, acısına alışır, unutur, en azından unutmaya çalışırsınız. Ancak, bu olayda hergün acı ve merakla ölüp ölüp diriliyorsunuz. Bir anne-babaya verilebilecek en büyük acı bu olsa gerek. Bir insan için bundan daha büyük acı ve ceza olamaz.. O yüzden siz siz olun çocuğunuzu ta doğumundan itibaren gözünüzden ayırmayın!.
“Nitekim onlardan herbirini (geçmiş kavimleri) günahları sebebiyle suç üstü yakaladık: Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgarlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine yazık ediyorlardı.” Ankebut:40. “Derken o (müthiş) sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çökekaldılar.” Araf:91. Depremler Allah tarafından ‘bir uyarı değil’ diyenlere de duyurulur!.
Eskiler anlatırdı da inanmazdık. Eskiden esnaflar mesela Cuma namazına veya biryere giderlerken dükkanlarını kilitlemezlermiş, veya bir esnaf müşterisine ‘ben şiftah yaptım, komşuma git, onun daha şiftahı yok’ derlermiş. Böyle bir şey nasıl olabilir, aklım almıyor vallahi!. Herhalde böyle bir toplumda anne-babalar da çocuklarının arkasından hiçbir korku ve endişe taşımıyorlardı ve gönül rahatlığıyla sokağa bırakabiliyorlardı. Evet geçmişte bütün bunlar olmuş, atalarımız bunları yaşamışlar. Düşünsenize, ne kadar emin ve güvenli bir ortam!. Mü’minin tarifinde de olduğu gibi, İslamı tam olarak bilmeseler de eskiler elinden, dilinden ve belinden emin olunan kimseler imişler. Biliyorsunuz bizler, Peygamber olmadan önce de meziyeti emin olan büyük bir Peygamberin(sav) ümmetiyiz.
“Bütün büyük sanılan insanlar, yakından tanıdığınızda küçülürler. Bunun bir tek istisnası Hz.Muhammed’dir.” (Goethe)
Dinler;
Bu arada, dinlerin İlahi ve beşeri olmak üzere iki çeşit olduğunu, ilahi dinlerin İslam, Hristiyanlık, Musevilik vs olduğunu, beşeri dinlerin de budizm, brahmanizm vb. gibi doğu dinleri ile komünizm, faşizm, kapitalizm, demokrasi, laiklik, oligarşi, monarşi vs. olduğunu farkettim. Din demek yönetim şekli ve buna göre şekillenen yaşam şekli/tarzı demektir. Dolayısıyle, ister ilahi olsun, ister beşeri olsun, insanların sosyal yaşantısına en doğru çözüm olacağına inanılan her türlü inanç sistemine de din denir. Yaşam şekliniz ilahi veya beşeri hangi dine uyuyorsa veya benziyorsa siz o dindensiniz demektir. Yaşam şekliniz beşeri bir dine uyarken, eğer siz gider de ben ilahi bir dine inanıyorum, iman ediyorum derseniz bu olmaz, buna müşriklik, münafıklık, iki yüzlülük denir. O yüzden Allah (c.c);
“Doğrusu Allah katında din, İslâm'dır. Onlar, Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?. Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır” (Ali-İmran:19,83,85) diyor.
Hz.Peygamberimiz (sav) de ; “Kim bir kavme benzerse, onlardandır” diyor.
Eğer yaşantınız Hristiyana benziyorsa hristiyansınız, müslümana benziyorsa müslümansınız demektir. Bu akşam Tv haberlerinde çok garip bir görüntüyle karşılaştım. Kelli felli bir adam ve iki yanında noel baba kılığına girmiş iki soytarı duruyordu. Bu kelli felli adam yeni yıl mesajı olarak diyordu ki; “2005 yılının ülkemize, milletimize ve tüm müslüman camiasına hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum!.”. Şaşırdım, çok şaşırdım!. Kendi kendime ne diyor bu adam dedim Allah aşkına!. Baktım ki, ne yaptığının, ne dediğinin, ne kadar tezat bir durum arzettiğinin farkında bile değil zavallı. Yanında noel babalar ve İslam alemi için hayırlı dilekler!. Hem acı, hem de gülünç!. Gerçi, halkın kanalı(!) olan tv’lerimiz de ısrarla noel baba filimleri koyuyorlar, alışalım, çocuklarımız yeni dinlerine alışsın diye.. Tabi, bu işler böyle yapılır, yavaş yavaş, alıştıra alıştıra, sevdire sevdire olur. Oluyor da!.
"Son bir yıl içinde kızımın (12 yaşında) Hıristiyanlığa karşı sempatisi çok arttı. Etrafımızda Hıristiyan yok. Bu nereden kaynaklanıyor olabilir diye araştırırken, kızımın TRT'de yayınlanmakta olan "Kalabalık ve Mutlu" adlı diziyi çok sevdiğini fark ettim.
Bir kaç bölümünü izledim. Dizi bir papaz ailesinin günlük yaşamı konu ediniyor. Hem gençlik, hem eğitim hem de din konuları işleniyor. Dizideki papaz "evliya gibi" bir adam. Hem eğitimci, hem psikolog, hem felsefeci... Mübarek bir bilge ki sormayın.
Keşke böyle bir dizi bizde de çevrilse ve bir imam ailesi işlense ve gerçekten böyle imamlarımız olsa diye düşündüm.
Demek ki, kızım İslamı çevremizdeki yobazlardan, Hıristiyanlığı ise bu diziden öğreniyor ve birinden tiksinirken diğerine sempati duyuyor. Ailede de dinsel konular genellikle "gericiliğe lanet" boyutunda kalınca sanırım böyle oluyor.
Bu konu tartışılmaya değer. Ayrıca bana önerileriniz varsa alayım lütfen... Tevfik Fikret'in durumuna düşmek istemiyorum. Kendisi gericilerle boğuşurken, oğlu papaz olmuş ve ABD'ye iltica etmişti." İnternetten.
“Bir anne anlatıyor: "Küçük kızım evin bahçesinde yerde çırpınıp duran ve ölmek üzere bulunan bir serçeyi alıp eve getirdi. Yem ve su verdik, iyileşmesi için çaba verdikse de sonuç alamadık. Cılız kuş öldü. Kızım üzüldü. Biraz ağladıktan sonra "Bunu gömeyim mi?" diye sordu. Ben de: “Olur.” dedim.
Kızım bahçede küçük bir çukur kazdı ve kuşu gömdü. Fakat toprağın üzerine kibrit çöplerinden bir 'haç' işareti yerleştirdi. Ben "Kızım bu ne oluyor?" diye sorunca, "Anne televizyonlarda hep böyle yapıyorlar, ne güzel yaptım değil mi?. Ben ölünce de bana da böyle yaparsınız, tamam mı?" diye yanıt verdi.” İnternetten.
“Metropol'ün bir başka gerçeği: İstanbul'un Kadıköy, Avcılar, Bakırköy, Beşiktaş, Eminönü, Osmanbey, Güngören, Bostancı, Cerrahpaşa, Ortaköy, Üsküdar, Taksim, Beyoğlu, Göztepe ve Zeytinburnu semtlerinde toplam 19 yeni Protestan kilisesi açıldığı biliniyor. Bunların dördü hariç, diğerlerinin internet siteleri var.
Türk Protestanları lideri İhsan Özbek on yıldır Türk Protestanların sayısının arttığını, şimdi 2 bin kişi olduklarını söylüyor. Özbek, Türkiye çapında 1500-2000 civarında genç Müslümanın din değiştirdiğini, bunlardan yarısının üniversite öğrencisi, diğer yarısının ise lise mezunu yetişkinler olduğunu ifade ediyor.” İnternetten.
TUĞÇE KAZAZ HRİSTİYAN OLMAKLA KALMADI, İSMİNİ DE DEĞİŞTİRDİ...
Bugün Yunanlı sevgilisi Yorgos Seitaridis ile Atina’dan 90 kilometre mesafedeki Porto Yermeno sahil kasabındaki Ayios Nikolaos adlı küçük kilisedeki törenle evlenecek olan Tuğçe Kazaz ‘8 Eylül’de vaftiz oldum ve artık bir Hıristiyan Ortodoksum. Adım Maria Kazaz Seitaridis’ dedi. Basından.
Ey, yüce Allahım bu nasıl iş, bütün bunlar nasıl oldu, işler böyle nasıl tersine döndü?. Bütün bunlar gerçek mi, yoksa bir kabus mu?. Yarabbi bu insanların aklına mukayyet ol, iyice zıvanadan çıkdılar. Allah aşkına bu görüntüye atalarımızın, şehidlerimizin kemikleri sızlamaz mı, bu ne rezalet?. Onlar, Allahın pis ve necis dediği noel babalar, kafirler, misyonerler bu memlekete ayak basmasınlar diye savaşmadılar mı, bu yolda canlarını vermediler mi?. Eğer böyle olacaksa niçin savaştılar?. İslama ve müslümanlara düşman olup da bu milleti dini ve her konuda cahil bırakan, adeta sığır haline getirenlere helal olsun. Başardıkları için zil takıp oynayabilirler. Bizler böyle sapıtmaya devam ettikçe başımıza gelecekler var ya, bakalım ne zaman!. Allah(c.c), hesabı çabuk görendir, intikam alıcıdır. Bakalım intikamını ne zaman alacak?. Bazı münafıklar, kötü niyetliler ve bunlara uyan ahmak, dangalak ve saf insanlarımız devir değişti, eski hesaplar kapandı, samimi ve sıcak duygularla artık gayri müslimlerle aramızda diyalog, hoşgörü, dostluk, barış ve zenginlik var diyebilirler. Bu keyfinizi kaçırmak istemem ama, bizi yaratan Yüce Allah(c.c) hiç böyle demiyor;
“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim bir kavmi doğru yola iletmez.Kalblerinde hastalık bulunanların :" Bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz" diyerek, onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih ihsan eder veya katından bir emir (iş) getirir de içlerinde gizlediklerine pişman olurlar.” Maide:51-52
“Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar. Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsiniz. Onlar o kimselerdir ki Allah kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah'ın hizbi (dininin yardımcıları)dir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Allah'ın hizbidir.” Mücadele:14,22
“Sen onların milletlerine tabi olmadıkça ne yahudiler, ne de hıristiyanlar senden asla hoşnud ve razı olmayacaklar. De ki, gerçekten de Allah'ın yolu, doğru yolun ta kendisidir. Şânım hakkı için, sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, kalkıp da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah'dan ne bir dost bulunur, ne de bir yardımcı.” Bakara:120
Diyaloğun karşı tarafında bulunanların bugüne kadar yaptıklarından niyetlerinin hiç de iyi olmadığını şu sözler bütün çıplaklığı ve korkunçluğu ile nasıl da ortaya dökmektedir; “Onların her şeyini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi veya intihar için olgun hale geldiler.” (Louis Massignon)
Din konusuna dönecek olursak; Yaşanmış ve yaşanmakta örneği çok olan din konusunda size bir örnek vermek istiyorum; Biliyorsunuz yakın geçmişte Komünizm diye bir din vardı ve bu dine de milyarlarca insan inanmıştı, iman etmişti ancak sonunda dayanamadı yıkıldı gitti. Bağlıları halen yıkıldığına inanmasa, inanmak istemese de sonuç değişmiyor. Herhalde kitaplarda okudukları ideal komünizmle, pratikte yaşanan komünizmi birbirine bir türlü bağdaştıramıyorlar. Zira, kitaplarda herşey mükemmel görünüyordu ve başarılı olmaması mümkün değil diye düşünüyorlardı. O yüzden mezarlığı bir türlü terkedemiyorlar. Zaman zaman biz daha ölmedik babında bazı çıkışlar yapma ihtiyacı duysalarda!. Peki, amaçları itibari ile soylu, samimi ve heyecan verici olan bu hareket neden bir türlü başarılı olamadı?. Çünkü, kağıt üstünde matematiksel ve kuramsal olarak tüm detaylarıyla mükemmel görünen bu dinde insan faktörü hiç dikkate ve gözönüne alınmamıştı. İnsanların binbir türlü psikolojik durumları, tüm zayıflıkları ile dünya nimetlerine ve maddeye olan fıtri ihtiyaçları ve düşkünlükleri ile nefsi istek ve arzularına dayanamayarak ilk fırsatta kayış yarabilecekleri bu olayda hiç hesaba katılmamıştı. İnsan bu, doğada bulunan alelade herhangibir canlı değil ki!. Netice olarak, eninde sonunda yıkılması kesin olan bu çürük dinlere inanan ve emek sarfeden, çile çeken, heba olan bu insanlara yazık değil mi?. Neden çürük?. Çünkü, kaynağı ilahi değil, beşeridir. Bütün kaynağı ilahi olmayan dinler yıkılmaya, yok olmaya mahkumdur. Belki elli, belki yüz, belki de zorbalıkla ikiyüz, üçyüz sene kadar sürdürülebilir ama neticede muhakkak yıkılır. Peki, bu yıkılan, yok olan dinler zamanında yaşamış ve ölmüş olan insanlara yazık değil mi?. ‘Olmadı, biz hata ettik, başka bir dine geçelim’ demek ne kadar kötü.. İnsan hayatı bu kadar ucuz mu?. Zaten insan dünyaya bir kere geliyor, ikinci bir şansı yok. Bu bir şansını da böyle yanlış bir şekilde kullanması ne kadar acı!.
Her toplumun bir dini vardır, dinsiz bir toplum olması mümkün değil. Herbiri için ayrı ayrı olmak üzere hayvanların, bitkilerin bile bir dini vardır. Eğer herhangibir toplumun dini yoksa yaşamı yoktur, bir bakıma ölü bir toplumdur. Sadece mezarlıklarda din yoktur, çünkü orada ihtiyaç yoktur. Onlar için iş bitmiştir, oyundan alınmıştır doksan dakika dolmadan!. Yaşamın doksan dakikası da kıyamet koptuğunda dolacaktır herhalde!. Bu demektir ki; doksan dakikayı hiçkimse dolduramıyor, dolduramadan gidiyor.
Her toplumun iyi veya kötü bir dini olduğuna göre, her dinin de bir Rabbi vardır muhakkak. İnsanların nasıl yaşayacağını, yani dini belirleyen ve o dine göre kanunlar, hükümler, emirler ve yasaklar koyanlara Rab denir. İslam dininin Rabbi Allah (c.c)’tır, diğer dinlerin rabbi ise Tağuttur. Yani, gerçek Rab olan Allahın hükümlerini beğenmeyip de kendisi hükümler çıkaranlara tağut denir. Tağut; bir kişi, bir millet, bir lider olabildiği gibi, bir kurum veya bu iş için özel olarak seçilmiş insanlar da olabilir.
Rab edinmenin bir diğer ölçüsü de; İnsanların hayat tasavvurunun, hayat felsefesinin, dünya görüşünün ve hüküm koymadaki hak-batıl, doğru-yanlış ölçüsünün oluşmasında ortaya çıkmaktadır. Eğer sizin dünya görüşünüzün oluşmasında, kişileri ve olayları değerlendirmede, davranışlarınızı tayin etmede rehberiniz, ölçünüz Allah(c.c)’ın insanlara gönderdikleri –Kur’an ve sahih sünnet- değilse ve yaptığınız her işte ‘bu işe Allah ne der?’ diye düşünerek/zikrederek kaygınız sadece Allah değilse, o zaman ne kadar ‘elhamdülillah müslümanım’ derseniz deyin, sizin rabbiniz sadece Allah değil, Allaha ortak ettiğiniz başka herhangibir şey de sizin rabbinizdir. Rab edindiğiniz başka şeyler ise konusuna göre değişir; bu kendi nefsiniz olabildiği gibi, herkes ve herşey de olabilir.
İnsanoğlu öyle zavallı ve garip bir yaratıktır ki, hangi düşünce ortamında yetişmişse, hangi kaynaklardan beslenmişse, o yetiştiği ortama uygun düşünce ve davranışlar üretir ve ne kadar akıllı olursa olsun bunun dışına da asla çıkamazlar. Esasen çok basit gibi görünen böyle bir işi bile yapamazlar. Ancak, kendisine sunulandan farklı bir dünyanın da varolabileceğini, gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesiyle diğer düğmelerin de yanlış iliklendiği gibi, yaşadığı kapalı devre bir dünya düzeni içinde en başından herşeyin yalan ve dolanlardan ibaret olabileceğini düşünen, herşeyin bitip acı gerçekle karşı karşıya gelmeden önce uyanan, başkalarının doğrularını tek doğru olarak kabul etmeyip, ne kadar akıllı ve ne kadar kalabalık olursa olsun onların da yanılabileceğini veya bilinçli olarak herkesin kandırılmış olabileceğini düşünerek gerçeği, asıl gerçeği arayan ve bunun için kabuğunu yırtıp dışarı çıkabilen bazı yüce ruhlu ve ender insanlar bunu başarabilirler ve Allah nasip ederse doğru yolu bulabililer.
“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir. Artık her kim tâğutu inkar edip, Allah'a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir.” Bakara Suresi: 256
Çocuklarım için büyük endişe
Çocuklarım oldu –Allah’a Şükür- büyümeye başladılar. Onlar büyüdükçe onların bana yüklemiş olduğu sorumluluk duygusu ile onların geleceği için endişelenmeye başladım.Onlar da büyüyüp birer genç olacaklardı ve bunu durdurmak mümkün değildi. Ancak, çevremde o kadar çok kötü örnekler vardı ki ne yapacağımı , nasıl bir yol takip edeceğimi bilemiyordum.Canımdan çok sevdiğim yavrularım için elimden gelenin en iyisini yapmalıydım. Onların oturaklı, bilinçli, ne yaptığını bilen , nereye giderse gitsin başının çaresine bakabilen gençler olmalarını istiyordum. Ama nasıl , bunun doğru formülü neydi, onların heba olmasını nasıl önleyebilirdim. Çevremde gördüğüm ve medyadan duyduklarımız hiç de iç açıcı şeyler değildi. Gençler şımarık, mutsuz, açgözlü, saygısız, isyankar, kumarbaz, ahlaksız, cinsi sapık, homoseksüel, tinerci, uyuşturucu müptelası, satanist, intiharcı v.s oluyorlardı. Bu tehlikelere karşı anne-babaların hiçbir hazırlıklarının ve önlemlerinin olmadığını, bu sorunlardan herhangibiri başlarına geldiğinde yapabilecekleri hiçbir şeylerinin olmadığını farkettim.Uzmanların bu konudaki önerileri ise çok komik kalıyor. Uzmanlar da, ağız birliği etmişçesine; Çocuklarınızla, gençlerle ilgilenin , kimlerle arkadaşlık ediyor, ne yapıyor , sorunları nelerdir, vs. deyip duruyorlar.Sanki anne-baba en doğrusunu biliyormuş gibi ve sanki sürekli heran çocuklarının yanında olabileceklermiş gibi. Zaten anne-babanın hayatı mantar(bozuk) , kelin ilacı olsa kendi başına sürer misali, kendileri bir düzen tutturamamışlar. Eğer bizzat kendileri yukarıda saydığım pisliklerden herhangibirine bulaşmamışsa , sadece şans eseri yanlış yerde yanlış insana rastlamadığı içindir. Hele günümüzde tehlikeler,yoldaki çukurlar bu kadar çoğalmışken , düşmemek her babağidin harcı değil. Çünkü hiçkimsenin sağlam bir temeli , koruma zırhı yok.Herkes heran her tehlikeye açık durumda. Orta ve ileri yaşlarda dahi sapıtan nice insanlar duyuyoruz. Hapishanelerimiz dolup taşıyor. İnsanlarımızı oraya doldurmak ne çözüm getirecekse.Tabii bu kolay bir çözüm oluyor, sadece günü kurtarıyoruz. Kimse bataklığı bulmaya ve kurutmaya çalışmıyor. Bu yapılmadığı için , insanlarımızın hemen hepsi insanlık için, çevre için, doğa için hatta kendisi için potansiyel tehlike durumunda. Az veya çok herkesin bir eşik değeri var. Fırsatını bulan herkes küçük veya büyük suç işlemeye , götürmeye hazır durumda. Bir yabancı düşünür (Buckle) de demiş ki;“Suçu toplum elbirliğiyle hazırlar, suçlu da işler”. Bu da demektir ki; Suç işleyen insan, toplumun tetikçisidir.
Köpekbalıkları
Netekim, hayat normal seyrinde beyefendiler ve hanımefendiler şeklinde, sakin sakin gidiyormuş gibi görünüyorken birden bir bakıyorsunuz ummadığınız, kelli felli, makam, mevki sahibi birçok insanın iğrenç ve pislik işlere bulaştığını hayretle duyuyorsunuz. Aynısının kendi başınıza veya çok yakınınız birinin başına da gelebileceğini düşünerek ürperiyorsunuz. Toplumda herhangibiri zayıf düşse, yaralı olsa, ayağı tökezlese veya bir çukura, batağa falan düşse, sanki herkes birinin düşmesini dört gözle bekliyormuş gibi hepsi onun üzerine çullanıyor. Sanki bunlar insan değil, köpekbalığı. İnsan olduklarından şüphe ediyorum bazen. Denizlerdeki hayvanlar alemini izlerken şuna dikkat etmiştim; Bir köpekbalığı sürüsü içinde herhangibir köpekbalığı yaralansa, bir tarafı kanasa derhal öteki köpekbalıkları tarafından parçalanıp yeniyordu. Hayvanlar aleminde gördüğümüz bu olayları insanlar aleminde de fazlasıyla duymak ve görmek çok ürpertici ve korkunç bir şey. Bu korkunç durumu bugüne kadar hiç yaşamadıysanız, bizzat yaşayanlar gibi olmasa bile kendi başınıza gelmiş gibi hayal etmeye, gözünüzde canlandırmaya çalışırsanız ne kadar vahim bir durum olduğunu az çok anlayabilirsiniz. Köyde, kasabada, kentte istisnasız hemen heryerde birçok insanın çoluk, çocuk, kız, erkek, genç yaşlı demeden birçok kişi tarafından tecavüze uğradığını duyuyoruz. Özellikle küçük çocuklar büyük tehlike altında, heran bir veya birden çok sapığın tecavüzüne uğrayabilir. Tecavüz edenlerin birçoğunun da o düşen insanları korumak ve kollamakla görevli insanlar olduğunu duyuyoruz. Bu nasıl iş, sapıtmış mı bu millet ? Kabus gibi bir şey, biz o zaman kime güveneceğiz?? Öyle bir kabus ki, bir tehlikeden kaçıyorsunuz gide gide bir yere varıyorsunuz, oradaki insanlara sığınıyorsunuz, yardım etmelerini istiyorsunuz, sonra bir bakıyorsunuz onlar da kaçtığınız insanlardan, aman yarabbi, derhal onlardan da kaçmaya başlıyorsunuz, yine birilerine sığınıyorsunuz, yine yardımlarını beklerden onların da aynı şirketten olduğunu anlıyorsunuz ve yine kaçmaya başlıyorsunuz, kabus böyle devam edip gidiyor. Tabi her sığındığınız yer alacağını almış, yapacağını da yapmış olarak!.
Evdeki Hesap Çarşıya Uymaz!
Farzedelim anne-baba uzmanların önerilerine uyarak çocuğu ile ilgilense, sorsa etse çocuğu doğruyu söyleyecekmi, söylese bile anne-babayı dinleyecekmi. Nice aileler biliyorum ki, çocukları en basitinden ancak sigara tiryakisi olduktan sonra onların sigara içtiğini öğrenebiliyor.O yüzden bizdeki sigara içme yaşı hem düşüyor hemde içenlerin sayısı giderek çoğalıyor. Sigara içmek olağan bir şey oldu artık, yadırgamaz olduk. Çünkü, kadın erkek yaşlı çocuk genç toptan sigara tiryakisi bir millet olduk. Özellikle kadınlarda ve kızlarda sigara içme oranları giderek yükseliyor. Eskiden kadınların sigara içmesi, içki içmesi hiç hoş karşılanmaz, böyle pis ve çirkin davranışlar onlara hiç yakıştırılmazdı. Ne olduysa, günümüzde bunda da büyük bir patlama yaşanıyor. Bu da gösteriyor ki, insanın su gibi, hava gibi, yemek-içmek gibi bedeni ihtiyaçlarının yanında bunlardan çok daha da önemli olan ruhi ihtiyaçlarının karşılanmayışından dolayı millet olarak imansızlığın veya iman eksikliğinin ve İslam dinine uygun yaşayamamanın ortaya çıkardığı sıkıntılardan kurtulmak, en azından bir süreliğine unutmak için herşeye boşvererek, keş olma yoluna gidiyoruz. Bazılarımız da, kesmediği için sigara ve alkolle ile yetinmeyip işi çok daha ileriye, bally, tiner, esrar, eroin, kokain çekmeye kadar götürüyor. Tabi bu maddeler de yaşanması mümkün olmayan bu hayattan kurtulmak isteyenler için daha etkili ve kesin bir çözüm getiriyor. Böyle beterin beterini görünce, sigara tiryakiliğini, sadece içenin kendisine zarar verdiği , uzun vadeli ve sinsi seyrettiği için, çok fazla önemsemiyoruz artık. Toplum olarak eskiden önemsediğimiz bir çok şeye de hoşgörüyle bakıyoruz, boşveriyoruz artık. Bu mantık o kadar kanımıza işlemiş ki, iki lafımızdan biri ya ‘boşver’, yada ‘idare eder’dir. Bizi bu hale getirenlere helal(!) olsun vallahi..
Uyuşturucu , tiner ve bally kullanımı ile satanistlik gibi zararlı şeylerin etkileri ise kısa vadede deprem gibi, yıkıcı etkisi çok daha fazla olduğu için bu durumdan bütün aile etkileniyor, huzursuz oluyor ve elinden hiçbirşey gelmiyor. Bu zararlılarla mücadelenin mevcut eğitim sistemiyle yapılamayacağı ortada. Hep karavana ateş ediliyor. Çünkü, bu büyük sorunlarla karşılaşanlar daha çok eğitimli ve üst gelir grubundan olan insanlar. “Anne-babası doktor olan genç kız arkadaşları ile alem yaparken uyuşturucu komasından öldü !!“. Oldumu şimdi. Uzmanlar halt etmiş. Zaten bu konudaki önerilerini dinlediğim kasım kasım kasılan uzmanlar sanki kendi söylediklerine kendileri bile inanamıyorlar gibi. Önerebildikleri sadece geçici çözümlerden ibaret ; ‘Aman şu sancılı dönemi bir atlatalım da kazasız belasız’ der gibi. Zaten her işimiz idare etme, günü kurtarma üzerine kurulu. Uzmanların, aile ilişkilerindeki ve diğer insanlarla olan ilişkilerdeki karşılaşılan sorunlara çözüm önerileri arasında dini bir şeçenek, İslami güzel bir ahlak önerisi nedense hiç yok. Olaylara ve sorunlara makro ölçekte Allah’dan gelen vahiy gözlüğü ile değil de, at gözlüğü takmışçasına tek yanlı olarak ve mikro ölçekte bakıldığı zaman uygun, makul ve doğru çözümler üretilebilmesi imkansızdır. Kafayı ısrarla kuma sokmaya çalışmanın kimseye bir faydası yoktur. Böyle yapanlar da uzman değil, ancak koca bir hiç olabilirler.
“Kainatı yaratan Allah, bütün olayları koyduğu kanunlarla külli iradesine bağlamıştır. İşte bizim ilim dediğimiz şey, farkına vardığımız yada varamadığımız eşyayı düzene koyan bu ilahi kanunlardır. Din ise; yine Allah’ın vahy ile insanlara ilettiği sosyal kanunlardır. Bu kanunlar, yani emirler, eşyaya hükmeden kanunlara tamamen uygun düşmektedir. Vahiy ile gelen kanunları değiştirip bozanlar, bu dünyanın düzenini de bozmuş olurlar. Madem herşeyi yaratan ve herşeye hükmü geçen tek Allah vardır, o halde din de tek olmalıdır. Ancak gerçek ve tek dine inanan insanlar kardeşçe yaşayabilirler. İnsanları cehaletten ve hurafeden kurtaracak din Allah tarafından vahiyle gelmiş, gerçek ve tek dindir”.
Anlayacağınız ateş hep düştüğü yeri yakıyor. Anne-baba çaresiz. Yoluna ölürüm dediğin çocuğun göz göre göre eriyip gidiyor bir şey yapamıyorsun. Yavrummmm derken kanın akan, bakmaya, sevmeye doyamadığın ve nice umutlar beslediğin çocuğun sana adeta düşman kesilmiş, vahşileşmiş, yabancılaşmış, tanıyamıyorsun, isyan ediyor, karşı geliyor ve seni de beğenmiyor. O kadar ki, bazen, sabrının çok taştığı zamanlarda ciğerpare yavrunun ölümünü bile talep edebiliyorsun, ölümünü bir kurtuluş olarak görebiliyorsun. Dişinle tırnağınla bir dünya kuruyorsun, hayaller kuruyorsun sonra, sanki hoyrat bir tekme geliyor ve herşeyi yerle bir ediyor. Ne kadar üzücü bir durum değil mi? Zaten hayalerle yaşıyorsunuz, hayalerle yaşamaya mahkum olmuşsunuz. Allah’dan uzaklaşıp şeytanıyla başbaşa kalmış olan insanlık uzun emellerle, hayallerle ve umutlarla yaşamaya çalışıyor. Eğer buna yaşamak denirse tabii!. Allah’ın (c.c) verdiğine şükrederek anı yaşamak yerine hiç ölmeyecekmiş, dünyaya kazık çakacakmış gibi zengin olma, makam-mevki sahibi olma, güzel-yakışıklı-zayıf olma, yeni bir kıyafet veya eşya alma, okulu kazanma, işe girme, evlenme, çocuk sahibi olma, onların mürüvvetini görme, tatile gitme vs. hayalleri ve umutları içinde, adeta hayal aleminde zorla yaşamaya çalışıyoruz. Bunlar bir yerde insanların oyalanmasını sağlayan oyuncaklar, eğer bu oyuncaklar da olmasa hayat onlar için tamamen yaşanmaz hale gelirdi herhalde.
Aşağıda bu konuda basından aldığım bazı haberleri ve yorumları sizlere sunmak istiyorum:
Lolita ihtilali!
Dünkü Milliyet'in 3. sayfasında bir haber: "12 yaşındaki kız internette tanıştığı adama kaçtı."
Sayfayı çevirin:
Edirne'de sevişirken görüntülenen liseli kızın fotoğrafları... Ve günlerdir Mardin'den Sivas'a kadar Türkiye'nin dört bir yanından 12 - 13 yaşında küçük kızlara tecavüz haberleri...
Madalyonun bir yüzünde ağzı salyalı sübyancılar var.
Peki diğer yüzünde?..
Alttan alta inanılmaz bir "ergen ihtilali" yaşadığımızın farkında mısınız?
* * *
Son zamanlarda bir lise mezuniyet balosunda bulundunuz mu hiç? Gitseniz, gördüğünüz ağır makyajlı, cesur dekolteli, yüksek topuklu, cep telefonlu kızların 16 - 17 yaşında olduğuna inanabilir miydiniz acaba?
Levent'te bir estetik kliniğinde görevli bir uzmanla görüştüm. Dinlediklerime inanamadım:
"14 - 15 yaşında kızlar, ana babalarından habersiz gelip kaşlarını kaldırmak, fazla yağlarını aldırmak, selülit tedavisi yaptırmak istiyor"muş.
Geçenlerde bir kız elinde Angelina Jolie'nin fotoğrafıyla gelmiş ve "Bununki gibi dudak istiyorum" demiş.
18'lik bir lolita da göğüslerini büyütmesi için yalvarmış.
"En büyük istekleri" neymiş biliyor musunuz?
Zara'nın ya da Diesel'in 34 bedenine sığmak...
Bunun için yarışıyorlarmış:
"Çünkü televizyonda gördükleri mankenler 34 beden giyiyor. Onu giyebilmek için 44 kilo kalmaları lazım. Bunun için resmen aç geziyorlar. Gün boyu yedikleri, bir kase yoğurt, iki tas salata, sigara, kahve ve kola... 500 kaloriyle yaşamaya çalışıyorlar. O yüzden vücutlarında demir, sodyum eksikliği var. Yanlış beslendikleri için vücutları hızla deforme oluyor, müdahale için de bize geliyorlar."
Uzman, bunun son 3 yılda gözlenen bir "patlama" olduğunu söylüyor:
"Ben de anneyim, 18'lik 'lipolu' (yağ aldırmış) kızları görünce dehşete kapılıyorum. Biriktirdiği 300 - 500 milyonla gelip 'Dudağımızı şişir' diyenleri 'Bırakın dudağınızı da gidin kafanızı şişirin' diye geri yolluyorum."
* * *
Genelde üst gelir grubundan hastaları bulunan bir jinekoloğun gözlemleri daha da çarpıcı:
"Genç nüfusta müthiş bir uyanma var" diyor. 17 - 18 yaşlarında lise öğrencilerinin kürtaj için başvurduğunu söylüyor ve bazı gözlemlerini aktarıyor:
Batı'da ergenlik yaşı 16 - 17'den 11 - 12'ye geriledi.
Amerika'da 10 yaşa kadar düştü.
Genç kızlar annelerinden çok daha erken adet görüyor artık...
Bunun, iklimden beslenmeye kadar pek çok nedeni olabilir ama en önemli nedenlerinden biri "psiko - seksüel uyarımın artması"...
Yani, okulda, çevrede ve özellikle de medyada cinsel teşhirin yaygınlaşması... Baştan çıkarıcı klipler, uyarıcı filmler, cinsellik yüklü diziler, çıplaklığa çağıran reklamlar, beyinde ergenliği erken uyandırıyor, cinselliğin keşfini hızlandırıyor.
Özellikle varlıklı kesimden gençler, lise çağında, özentiyle büyük ve seksi görünme derdine düşüyor. Karşı cinsi de sadece bir seks nesnesi olarak görüyor.
Anneleri mi? Onlar da kızlarının ponponlu çorapları ve lastik ayakkabılarıyla genç görünme çabasında...
Küçükler büyük, büyükler küçük görünmek için yarışıyor adeta...
* * *
Kimseyi suçlamayalım; bu tablo bizim eserimiz:
İyi bir kalça sahibi olmanın, iyi bir kafa sahibi olmaktan daha fazla prim yaptığı bir ülkeden ne bekliyordunuz ki? Kafasını çalıştıranların kafasını koparırken, kalçasını çalıştıranları baş tacı eden bir toplumda nasıl çocuklara "Göğsünü değil, kütüphaneni büyüt" öğüdü verebiliriz ki?
Yasak çare değil...
Beyin faaliyetine itibar kazandırmaya ve öncelikler konusunda topyekün bir hesaplaşmaya ihtiyacımız var.Basından
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Süt parasını eroine verdim
Erhan K.'nın 9 yılda yaşadıkları, uyuşturucunun acımasız yüzünü ortaya koyuyor. Bir kış günü evinde ne yakacak ne de bir lokma yiyecek varErhan'ın 9 aylık hamile eşi elişi yaparak üç beş kuruş kazanıyor. O ise 2 yaşındaki kızının süt parasını gözünü kırpmadan eroine yatırıyor
Erhan K. 30 yaşında üç çocuk babası. İstanbul'un varoşlarında bir apartman dairesinde yaşıyor. Dışarıya çok az çıkıyor. "Gölgem gibi beni takip ediyor" dediği uyuturucuyla mücadelesinde eşinin desteğiyle başarıya ulaşmış. Ancak hâlâ kazanmış değil. 21 yaşında tanıştığı uyuşturucu yüzünden bir gözünü kaybetmiş. Anlattıkları topluma bir çağrı niteliğinde...
- Genç bir kızın ölümü, madde bağımlılığını yeniden Türkiye'nin gündemine getirdi. Bu konuya nasıl yaklaşılmalı?
* Her ölümde benzer şeyler söyleniyor sonra her şey unutuluyor. Oysa bu canavarla mücadele etmek hiç ertelenmemeli. Özellikle aileler çocuklarının yaşamında neler olup bittiğini çok yakından izlemeli. Ama sadece onlar değil bütün bir toplum olarak çok dikkatli olmalıyız. Madde bağımlısı diye insanlar dışlanmamalı. Onlara destek olmalıyız. Çünkü kurtulmak gerçekten çok zor ama imkansız değil.
İçen satıcı oluyor
- Türkiye'de çok kullanan var mı? Kimler satıyor, sayı nasıl artıyor?
* Erhan K.: Babalı oğullu içen vardı. Annesine babasına aşılayanlar bile var. Her içen bir satıcıdır. Çünkü kendine bir şekilde o malı sağlayacak. Ya hırsızlık ya da fuhuş yapacaksınız sizi ayakta tutan o zehiri temin edebilmek için her türlü yolu deniyorsunuz. Mecburen içiciyken kendine mal temin edebilmek için satıcı olmak zorundasınız. Parası olan bir arkadaşınızı aşılıyorsunuz eroin içmesi için çeşitli yollar deneyerek bir kere bile olsa tanıştırabilirseniz sizin için artık yeni bir kaynaktır. Ama ben kesinlikle hiç kimseyi aşılamadım çünkü benim de üç tane küçük çocuğum var.
Bunu yapanlar artık insanlıkla bir alakası kalmamıştır. Krize girmiş bir arkadaşınız size geliyor mal istiyor, sizin de bir tanıdığınız torbacı varsa arkadaşınızdan aldığınız parayla hem size hem de para aldığınız arkadaşınıza yetecek kadar mal alıp veriyorsunuz ve birlikte tedavi oluyorsunuz. Bu da demek oluyor ki her içici bir potansiyel satıcıdır. Ve bu yolla binlerce Türk genci bu zehirle tanıştırıldı...
Benim zamanımda eroin satıcıları genelde yabancı uyrukluydu. İranlılar, Azeriler, Pakistanlılar, Afganlar, Aksaray'da Kumkapı'da ikamet eder ve çok rahat uyuşturucuyu sokaklarda pazara sürerlerdi.
Başımdan geçen bir olayı anlatayım Krize girmek üzereydim, hemen her zamanki satıcım olan bir şahıstan Aksaray'da mal almaya gitmiştim ama beklediğim adam gelmedi. Beklerken her halinden belli olan eroin içicisi iki kişi gördüm ve onları takip ederek onların aldıkları yerden ben de kendime mal alarak tedavi oldum.
Eşi destek oldu
-Nerelerde satılıyor, anlattığına bakılırsa her yerde bulunabiliyor.
* Erhan K.: Doğru. Avcılar Küçükçekmece, Zeytinburnu, Bayrampaşa, Kocamustafapaşa, Aksaray, Kumkapı, Kadıköy, Güngören, Kurtuluş, Dolapdere, Cihangir, Unkapanı, Fatih Kadınlar Pazarı, Kasımpaşa ve Beyoğlu hemen hemen her semtte bulabilirsiniz. Ben bu semtlerden her Allahın günü 3 sene boyunca mal aldım; tıpkı peynir ekmek alır gibi. Tabii en önemlisi paranız varsa...
-Üniversitelerin durumu ne? Oralara ulaşmak daha mı cazip.
* Erhan K.: Valla paranın olduğu her yere ulaşabiliyor. Beyazıt'ta İstanbul Üniversitesi'nin önünde devamlı buluştuğum, alışveriş yaptığım satıcılar vardı. Mal alırken benimle beraber mal almaya gelen genç kızları hep görürdüm. Giyimlerinden, saçından, sakalından belli olan marjinal tiplerdi birçok kez rastladım madde alırken. Öğrenci oldukları her hallerinden belliydi.
-Siz evlisiniz ve üç çocuğunuz var. Evlenirken eşiniz bu bağımlılığınızı biliyor muydu?
* Erhan K.: Ben askerden geldikten sonra evlendim. Eşim her şeyimi, madde kullandığımı biliyordu. Çektiğim acıları benimle bire bir yaşıyordu. Eşim kesinlikle uyuşturucu ve alkol kullanmaz. Ama psikolojik olarak her zaman yanımdaydı. Allahın sevgili kuluyum herhalde, böyle melek gibi bir insanla evlenmişim. Akşamları eve geldiğimde huzursuzluk yaratır, eşimle kavga ederdim, madde bağımlılığının getirdiği bir ruh haliydi. Eşim her zaman eroini bırakabileceğimi, güçlü bir insan olduğumu söylerdi ama ben defalarca bırakmama rağmen yeniden eroine başladım. Her gün yaklaşık 100 veya 200 dolar eroine verirdim. Ailem hırsızlık yapmamam için mecburen para verirdi. İyi ki vermişler yoksa şu anda ya hapishanedeydim ya da ölmüştüm.
İntihar ettiler
Kız arkadaşlarımızın çoğu fuhuş batağına düştüler, bazı arkadaşlarım bu acılara daha fazla dayanamayıp intihar etti. Çünkü ailelerine söylediklerinde anne ve babası tarafından dışlanan birçok arkadaşımız bu illetten kurtulamadı. Babam öldükten sonra ailemin tüm mal varlığını yaklaşık 400 milyar lirayı, eroine ve ondan kurtulabilmek için tedavi masrafları için harcadım. Daha fazla gücüm kalmamıştı, artık yılmıştım. Ama eşim hiçbir zaman yılmadı. Daima yanımda oldu ve maddeyi bırakmam için çaba sarfetti. Çok zor anlarımız oldu. Eşim 9 aylık hamile iken kış günü evde yakacak odun ve 2 yaşındaki kızımızın karnını dahi doyuracak ekmeğimiz yoktu. Bu durumda dahi ben eroin için para ararken karım da evde el işi yaparak ekmek ve kızımıza süt alabilmek için mücadele ediyordu. Ona buradan sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Bir insanın tek başına, destek olmadan eroini bırakabilmesi çok zor. Ama ben her zaman eşimin büyük desteği sayesinde nefret ettiğim bu zehirden kurtuldum.
Sinemanın tuvaletinde eroinden ölüyordu...
Uyuşturucuyla daha çocuk yaşta tanışan K .V, önceki gün gittiği İstiklal Caddesi üzerindeki Beyoğlu FİTAŞ Sineması'nda koluna enjekte ettiği eroin yüzünden komaya girdi. Saat 20.00 sıralarında meydana gelen olayda K.V. tuvalete girip uzun süre çıkmayınca güvenlik görevlileri durumdan şüphelendi. Kapıyı vurmalarına rağmen cevap alamayan güvenlikçiler, tornavida yardımıyla kapıyı açınca dehşet dolu manzarayla karşılaştılar. K.V. kolunda eroin enjektörüyle kendinden geçmiş olarak bulan salon görevlileri hemen polisi aradılar. Uyuşturucu komasına girdiği anlaşılan genç ambulans ile hastane acil servisine kaldırıldı. Abisi Volkan .V, kardeşinin 14 yaşlarında bu illetle okulda tanıştığını belirterek " Sürekli destek olduk, tedavi oluyordu. 5.5 aydır da durumu gayet iyiydi. Bir kez daha yıkıldık" şeklinde konuştu. Anne Zeynep Vurgeç, "Babası emekli olduğu için tüm vaktini onun bu illetten kurtulmasına harcıyordu. Kurtulması için her şeyi yapacağız" şeklinde konuştu.
Ayhan ŞİMŞEK - Abdurrahman ŞİMŞEK
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yapıştırıcı, aseton, oje gibi maddelere dikkat!
Yapıştırıcı, aseton, oje gibi günlük hayatta kullanılan maddelere bağımlılık tehlikesi giderek büyüyor.
Ankara
AA
10 Nisan 2004 — Yapıştırıcı, aseton, oje gibi maddelerin uyuşturucu olarak kullanımı, gençler arasında giderek yaygınlaşıyor. Bu tip maddelerin ucuz ve kolay ulaşılabilir olması, tehlikenin hızla büyümesine yol açıyor.
Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü, gençleri ve aileleri bilinçlendirmek amacıyla madde bağımlılığının belirtileri, etkileri ve çözüm önerilerine ilişkin kitapçık yayımladı. Sigara, alkol ve uçucu madde bağımlılığının ele alındığı “Gençlerde Bağımlılık” isimli kitapçıkta, aile ve gençlere yönelik tavsiyelere yer verildi.
Sigara, Uyuşturucu ve Madde Bağımlılığı ile Mücadele İl Koordinatörü Dr. Gürcan Özhan tarafından hazırlanan kitapçığa göre, madde bağımlısı gençlerde öncelikle ani ruhsal ve davranışsal değişimler gözleniyor. Olumsuz davranışların artması ve sosyal ilişkilerde kopmanın yanı sıra dikkati çeken diğer bağımlılık belirtileri şöyle:
Daha mutlu ve rahat olabilmek için madde kullanımına ihtiyaç duyma,
Maddeyi kullanamadığında huzursuz, gergin olma,
Huzursuz, hassas, gergin ve saldırgan davranışlarda artış,
Maddeyi kullanamadığında fiziksel olarak hastalık belirtilerine benzer belirtiler gösterme,
Fiziksel ve ruhsal olarak kötüye gidiş.
En büyük tehlike: Tiner, Bally Bağımlılığı
Gençler arasında gittikçe yaygınlaşan önemli bir bağımlılık; yapıştırıcı, aseton, oje gibi solunan maddelerin kullanımı. Bu tip maddelerin ucuz ve kolay ulaşılabilir olması, tehlikenin hızla büyümesine neden oluyor. Kuru temizleme, metal aksamları temizleme, kurulama maddeleri, aseton, oje, solüsyonlar, yapıştırıcılar, saç spreyleri gibi endüstriyel kullanımı da bulunan bu maddeler, havadaki yoğunluğu ile bağımlılığa yol açıyor. Bunu deneyen çocukların yüzde 10’u, kısa sürede sürekli kullanıcı haline geliyor.
Uçucu-çözücü maddeler, solunum yoluyla alındığı için alkol etkisi yaratıyor. Baş dönmesi, konuşma düzensizliği, uyuşukluk, hayal görme, kendinden geçme gözleniyor. Bu bağımlılık, üst solunum yollarında ödemlere, sinir sisteminde, karaciğer, böbrek üzerinde, ciltte tahribata yol açıyor. Madde kullanımına bağlı ölümlerde, bu bağımlılık türü önemli bir yer tutuyor.
Alkol ve sigara da hızla yaygınlaşıyor
Yaygın kullanılan ve bağımlılık yapıcı etkisi yüksek bir madde de alkol. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de önemli sağlık sorunlarından birini oluşturan alkolizmin belirtileri şöyle:
Az da olsa düzenli alkol içmek,
Alkol kullanımı konusunda yalanlar söylemek, sinirlenmek,
Yalnız başına içmek, gizlice alkol depolamak,
Devamlı alkol içme konusunda konuşmak,
Karakter değişimleri, depresyondan heyecana varan değişimler,
Alkole yüksek tolerans, çok içebilme kapasitesi,
İnsanlarla kavgalar, çatışmalar.
Alkolün, ruhsal ve fiziksel zararlarının yanı sıra kısa vadede görülen zihinsel olumsuzlukları da pek çok ölümlü trafik kazasına yol açıyor.
İçinde 4 binden fazla kimyasal madde bulunan sigara bağımlılığındaki artış da kaygı uyandırıcı. Nikotinin yarattığı yoksunluk hissi, 3-4 hafta içinde yok oluyor. Uzun süren içme isteği, bireyin şartlanmış olmasından kaynaklanıyor.
Anne-Babalara Öneriler
Kitapçıkta, ailenin, madde bağımlılığının nedenleri ve çözümü aşamasındaki önemli rolüne işaret edildi. Ailelerin, çocuklarını korumak adına gösterdikleri davranışların çoğu zaman ters etki yarattığı ifade edilen kitapçıkta, şu önerilere yer verildi:
Çocuğunuzun ilgi ve yeteneklerinin farkına varması için rehber öğretmen/okul psikolojik danışmanlarıyla işbirliği yapmasını sağlayın,
Arkadaşlarını tanıyın,
Boş zamanlarını nerede ve nasıl geçirdiği konusunda bilgi sahibi olun,
Aile içi sorunların çözümünde yansız ve demokratik tutum izleyin,
Onu asla başkalarıyla kıyaslamayın,
Çocuklarınızla arkadaş olun,
Saygının asla tek taraflı olamayacağını unutmayın,
Çocuğunuzun sorunlarına ilgi duyun,
Sorunlarını kendisinin çözebilecek gücü olduğuna inancınızı gösterin ancak tecrübesinin sınırlı olduğunu ve yardımınıza ihtiyacı olabileceğini unutmayın,
Her koşulda onu sevmeye devam edeceğinize inanmasını sağlayın.
Arkadaşınız Bağımlıysa
Kitapçıkta, fiziksel ve ruhsal gelişimin en hızlı yaşandığı 12-20 yaş sürecinde, doğrunun deneme-yanılma yoluyla bulunduğu vurgulanarak, gençlerin yeni ve zorlayıcı durumlarla karşı karşıya kaldığı bu dönemde, madde bağımlılığının önemli bir risk oluşturduğu kaydedildi.
Kitapçıkta, gençlere, anne babalara verilen önerilerin benzerleri yapıldı. Bağımlı arkadaşı olanlara ise şu tavsiyelerde bulunuldu:
Madde kullanmadıkları bir zamanda onlarla konuşun,
Bağımlılığı nedeniyle onu suçlamayın,
Onunla ilgilendiğiniz ve yardım etmek istediğinizi ifade edin,
Madde kullanımından sonra ne durumda olduğunu ve nasıl davrandığını anlatın,
Kendine ve ilişkilerine nasıl zarar verdiğini görmesine yardım edin,
Arkadaşınızın söylediklerinizi kabullenmemesine, durumunu inkar etmesine hazırlıklı olun,
Sorununu çözme konusunda çaresiz kalıyorsa, uzman yardımı almasına ikna edin
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Burçin'in hayallerini uyuşturucu söndürdü
Zeytinburnu Kozlu Mezarlığı'nda 3 gün önce bulunan cesedin 2002 yılı Ford Models Supermodel Of World Türkiye birincisi 20 yaşındaki Burçin Bircan'a ait olduğu ortaya çıktı. Tacı skandallarla gölgelenen genç kadının aşırı dozda uyuşturucuya yenik düştüğü anlaşıldı. Duvar dibine kıvrılmış cesedinin üzerinde ayakkabıları bile yoktu.
İzmir'de 1984 yılında doğan Burçin Bircan, ailesi tarafından evlatlık verildi. Göztepe Meslek Lisesi'nin 3. sınıfından ayrılan Burçin Bircan, 3 yıl önce evini terk edip İstanbul'a geldi. 2002 yılında Ford Models Supermodel of The World yarışmasında birinci olunca, hayallerine uzanan yolda önemli bir adım atmıştı. Kraliçelik tacıyla birlikte skandallar da peş peşe geldi. Burçin'in yıllar önce erotik filmlerde oynadığı ortaya çıktı. Burçin Bircan, henüz 17 yaşındayken Yavuz Bektaş'ın yönettiği ‘‘İkili Oyun’’ adlı filmde vücudunu cömertçe sergilemişti. Herkes tacının geri alınacağını düşünürken Burçin, Dominik Cumhuriyeti'nde düzenlenen Ford Models Supermodel of The World Yarışmasın'da ‘‘New Face’’ seçildi.
Bu kez de genç kızın hırsızlıktan sabıkası olduğu ortaya çıktı. Davetli gittiği evde arkadaşının annesi Fatma Miray Uluaydın'ın küpelerini çaldığı iddiasıyla yarıgılanan Burçin'in, 13 ay hapis cezası, 1 milyar 25 milyon lira para cezasına çevrilmişti. Çok geçmeden Beşiktaşlı milli basketçi İsmail Çevik'in Ford Focus marka otomobilini çaldığı ve kaza yaptığı da ortaya çıktı. Burçin Bircan, o tarihlerde verdiği röportajlarda ‘‘Yaptıklarımdan çok pişmanım, ama her insan ikinci bir şansı hak eder’’ diyerek kendisine anlayış gösterilmesini istemişti.
İkinci bir Şans
Ancak Burçin, çok istediği o ikinci şansı kendisine tanımadı. Uyuşturucuya başladı. Bağımlılığı onu eroine kadar götürdü. Bağımlı olarak girdiği hastaneden çıktığında ‘‘Hayata bir kez daha sıfırdan başlayacağım’’ diyordu, ama olmadı. Salı günü 04.00 sıralarında Kozlu Mezarlığı girişinde bulunan 20-25 yaşlarındaki genç kadının üzerinde kimlik çıkmadı. Lacivert eşofmanın altındaki ayakları çıplaktı. Adli Tıp'ın ön raporuna göre ölüm nedeni ‘‘aşırı doz’’du. İzmir'den gelen ailesi Burçin'i aldı, 3 yıl önce parıltılı hayallerle terk ettiği İzmir'e götürdü.
Masalın sonu
Spotların altında parlayan bir yıldız olacaktı Burçin, çok da yaklaşmıştı ama, kolundaki şırınga izleriyle, sonu ölüm oldu
ÖNCEKİ gün İstanbul Kozlu Mezarlığı'nda bulunan genç kız cesedinin ardında bir ibret öyküsü var. Çünkü o ceset, 2002 Ford Model Super Model of The World yarışması birincisi seçilen ve kimbilir düne kadar ne hayalleri olan Burçin Bircan'a ait.
UMUTLA NEW YORK'A UÇTU AMA YA SONRASI...
BURÇİN o başarının ardından, Dominik'teki yarışmada da dereceye girdi. Önü açılmıştı. O dünyanın merkezi New York'a gidecekti. Ama rüya birden bitiverdi: Porno skandalı, uyuşturucu alışkanlığı peş peşe geldi...
AYLARDIR KAYIPTI AMA BÖYLE Mİ BULUNACAKTI...
AYLARDIR kayıptı Burçin. İzmirli ailesi her yerde onu arıyordu. Ve önceki gün, kolları şırınga izleriyle dolu yarı çıplak bir genç kız cesedi olarak acıklı bir gazete fotoğrafında son kez ortaya çıktı...
***
Oysa tüm dünya onu tanıyacaktı
Oldum olası böyleydi o. Hem çocuk hem hırsız... Hem masum, hem çarpıcı... Hem hırslı hem boşvermiş... Hem melek hem de şeytan... Kişiliğindeki bu gelgitler onun masalının sonunu hüzünle bağladı. Gözde manken, porno yıldızı, top model, new face Burçin bir mezarlıkta ölü bulundu
Burçin Bircan... Türkiye onu 2002 yılında düzenlenen Ford Model Super Model of The World adlı yarışmada aldığı birincilik ve ardından ortaya çıkan porno filmdeki rolüyle tanıdı. Çocukluk yıllarında üç ayrı hırsızlık olayına karışan, ama manken olabilme hayalini gerçekleştirebilmek için hiç yılmayan Burçin, Dominik Cumhuriyeti'ndeki Ford Model Super Model of The World yarışmasında 55 genç kız arasından ilk üçe girerek "New Face" seçildi. Yirmi yıldır dünyanın tanınmış süper modellerini seçildiği yarışmadaki başarısı, onun çocukluğundan beri hayalini kurduğu mankenlik mesleğini hem de dünya çapında gerçekleştirebilme umudunu doğurmuştu. Ford'un New York ajansı ile anlaşma imzalayan Burçin, geçtiğimiz yıl New York'a gitmeyi ve dünyayı fethetmeyi planlıyordu. ama planı son anda suya düştü. Ve yeniden Türkiye'- deki çalışmalarına yöneldi. Podyumda geçirmeyi düşlediği yaşamı önceki gün hazin bir şekilde son buldu. Genç kızın cesedi, Zeytinburnu'nda bir mezarlıkta bulundu. Kolunda şırınga izleri vardı.
Asi bir kızdı
Burçin Bircan İzmir'de doğmuştu. Canan ve Ömer Bircan çiftinin evlatlığıydı. Hırçın bir çocuktu. Asiliği yüzünden çocukluğunda üç ayrı hırsızlık olayına adı karıştı. Ama güzeldi. Hem de çok güzel. Yaptığı kötü şeyleri hiç kimse ona yakıştıramadı. Masum bakışlarıyla üzerine kapanan her kapıyı açtırmayı başardı. Herhangi bir ajansa bağlı olmadığı halde daha 18'ine gelmeden İzmir'deki defilelerin aranan ismi olmuştu. ama bu kadarı yetmiyordu ona. 2002 yılında düzenlenen Ford Model Super Model of The World adlı yarışma da onun için "parlama" fırsatı olabilirdi. Bu yarışma ile yirmi yıldır dünyanın süper modelleri seçiliyor ve Türkiye'de ise o yıl ikincisi düzenleniyordu. Yarışmaya girdi ve doğal güzelliği onun 14 finalist arasında hemen fark edilmesini sağladı.
Birinci oldu
Elde ettiği başarı ile dünyalar onun olmuştu. Ama hemen ardından geçmişiyle ilgili ortaya çıkan bir olay hayatını bir anda kabusa çevirdi. Burçin, Yavuz Bektaş'ın yönettiği "İkili Oyun" adlı porno filmde rol almıştı. Ve çok geçmeden film elden ele dolaşmaya başlamıştı. Yaşadıklarına rağmen yoluna devam eden Burçin, büyük sansasyona neden olan olayın üzüntüsünü Dominik Cumhuriyeti'nde düzenlenen Ford Model Super Model of the World'deki derecesiyle üzerinden attı. Tüm dünyadan 55 kızın katıldığı yarışmada ilk üçe giren Burçin 'New Face' seçilmişti. Dünya çapında yapılan yarışmada elde ettiği derece Burçin için dönüm noktası oldu. Hayata daha farklı bakıyordu artık. Büyük başarılara göz dikmişti. Ford'un New York Ajansı ile anlaşma imzaladı. 2003'ün ilk ayında New York'a gidecekti. Bunun hemen öncesinde bir dergiyle yaptığı röportajda "New York'u fethetmeyi planlıyorum. Zaten orayı fethettikten sonra bütün kapılar açılıyor. Daha sonra Paris'e geçeceğim ve üç ay çalışacağım. Yurtdışında çok başarılı bir model olup Türkiye'yi en iyi şekilde temsil etmek istiyorum. Gucci, Calvin Klein gibi ünlü markaların defilelerinde boy göstermek istiyorum" demişti ama ne olduysa oldu ve Burçin önceki gün kollarında iğne izleriyle bir mezarlıkta ölü bulundu.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Birileri bize sunuyor
Hergün bir yenisi ekranlarda görülen yurtdışından ithal yarışma programlarının istilasına uğramış olduğumuz bu günlerde, ‘neler oluyor bize?’ sorusu sık sık soruluyor. Çok mu umursamaz olduk ya da yüzeysel belki de duyarsız, popülaritenin içinde kendimizden mi olduk yoksa? Bu soruların çıkış nedeni, değişen kültürler ve oluşturulmaya çalışılan kimliklerin son zamanlarda bir göstergesi olan Biri Bizi Gözetliyor adlı yarışma. Sürekli yeni ama sığ birşeylerin üretilip hemen tüketildiği bir kültürle karşı karşıya olduğumuz bu günlerde insan hayatının 24 saat canlı olarak gösterildiği bu yarışma içinde bulunduğumuz vahim durumu çok güzel özetliyor. Bu yarışmanın izleyici sayısının fazla olması, yarışmaya katılan gençlerin şöhret olup televizyon dizilerinde oynamaları ya da zaten yeteri kadar olan pop sarkıcıları içinde yer almaları, yarışmacıların sergiledikleri davranışlar bunların hepsi vahim durumumuzun göstergesi. Zamanla daha da artan bir şekilde insanlar, yeni arayışların peşine düşüyor, onlara sunulan yenilikleri hiç düşünmeden, fikir süzgecinden geçirmeden olduğu gibi kabul ediyorlar. Böylece yenilik adına ‘gerçek yaşamlar’ ya da oluşturulmaya çalışılan yaşamlar, dikte edilen yaşamlar sunuluyor insanlara. Sunulan gerçek -senaryo olmayan- yaşamları görmek, kendi yaşamıyla televizyondan izledikleri yaşamları kıyaslamak istiyor insanlar. Diğer insanların yaşamları neden bu kadar çok rağbet görüyor? Kendi yaşamlarından sıkılan insanlar başkalarının yaşamlarını taklit etmeye başlıyorlar. Artık gizli hiçbir şey kalmıyor hayatta, özel hayat bile gizliliğini yitirip milyonlarca insana sunuluyor. İnsanlar, yaşayamadıklarını yaşayan insanları seyrediyolar. 2000’li yılların bir getirisi olan ‘rahat olma’ Biri Bizi Gözetliyor türünden yarışmalarda yeni bir kimlik gibi sunuluyor. Değişen dünyada değişemeyen Türk insanı ise davranamadığı rahatlığı ve gizlisi saklısı olmayan yaşamı televizyondan saat başı canlı olarak seyrederek tatmin oluyor. Bir şeyler üretemeyen insanların sıkıştıkları kapandan kurtulmaya çalışmadan, onlara sunulan, olması istenilen kimlikleri kabul edip verilenle sınırlı kalmaları, oluşturulmaya çalışılan tek tip insanın kanıtı. 80’lerde yaygınlaşan tüketim kültürü ile artık tüketilecek bir şey kalmayıp yaşamlar tüketiliyor. Gizlilik yerini rahatlık, vurdumduymazlık gibi son yıllarda yaratılan kimliklerin ana unsurunu oluşturan davranış biçimlerine bırakıyor. İzleyici profilinin yanı sıra yarışmanın içeriği ve yarışmacılarda oluşturulmaya çalışılan kültürün ve kimliklerin bir parçası. Yarışmada,dışarıdan görünmeyen bir otorite gençlerin davranışlarının kurallara uygun olup olmadığına karar veriyor. Peki bu kurallar neye göre belirleniyor? Sunulan ve olması istenilen yaşam biçimlerine göre. Evdeki gençlerin hiçbirini kitap okurken ya da entelektüel tartışmalar içinde göremiyoruz, çünkü kuralları belirleyen otoriteler tarafından bunlar sunulmuyor insanlara ya da sunulmak istenmiyor. Ciddi işlerle uğraşmayın, gün boyunca geyik yapın ya da birbirinizi yiyin, dedikodu yapın. İşte insanlara sunulan yaşam biçimi bu. Sorgulamayan ve üretmeyen insanın yaşam biçimi. Kimlik arayışı ve değişiklik içinde kıvranan, düşünmeyen toplum ise bu tür programları izliyor. Çünkü diğer insanların yaşamları merak ediliyor, çünkü yapacak başka işleri yok, çünkü üretemiyorlar, çünkü kabul ediyorlar, çünkü sorgulamıyorlar... ( 2 Ocak 2002)
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Halk Gerçeğimiz
BUNALIM... CİNNET... İNTİHAR...
"Eşinin parasızlık yüzünden evden ayrılması üzerine bunalıma düşen işsiz koca kızıyla oğlunun boğazlarını bıçakla kesip, intihar etti..." Günlük basında, TV'lerde buna benzer intihar haberleri gün geçtikçe artıyor. "Dehşet", "vahşet", "cinnet" artık toplumsal yaşamda sıkça karşılaşılan kelimeler haline geldiler. "Sayın seyirciler, şimdi dehşet anının görüntülerini sunuyoruz..." anonslarının ardından gelenler yalnız gözleri değil, beyinleri de altüst ediyor. Bunalımlı bir ruh halinin böylesine yaygınlaşmasının, insanların böylesine sık intihar etmelerinin elbette bir nedeni var. Bu bunalımdan çıkış yolu bulamayanlar intiharı bir "kurtuluş" olarak görüyorlar. İntihar edenlerin neden bu yolu seçtiklerine baktığımızda, görünürde, sınavlardaki başarısızlık, karşılıksız aşk, terk edilme, istediği kişi ile evlenememe, kumar, tecavüz, geçimsizlik, parasızlık, kırık not, işsizlik... gibi birçok neden çıkıyor karşımıza. Kısacası karşımızdaki tabloya baktığımızda şu açıkça görülüyor; bozuk düzenin ekonomisi ve kültürünün bol bol ürettiği gerekçeler bunlar.
10 yaşındaki bir çocuğun kendisini iple tavana asmasının nedeni ne olabilir? Ya da ÖSS sınavı kötü geçen bir öğrencinin ölümü seçmesinin nedeni?.. Neden çaresiz hissediyor insanlar kendilerini? Bir grup profesörün yaptığı bir araştırmaya göre halkın 1/5'inin psikolojik sorunları varmış. Oran abartılı olabilir ama bir artış olduğu açık. Peki nedir insanları bu hale getiren, neler oluyor insanlarımıza?
Aslında bu "psikolojik" sorunların kaynağı da yaşanılan diğer sorunlardan farklı değil. Kaynak bu düzenin kendisi. Hergün daha da pahalılaşan hayat şartları, zenginle fakir arasındaki uçurumun derinleşmesi, geçim sıkıntısı. Ekonomik kriz gün geçtikçe daha da derinleşiyor ve buna hiç kimse dur diyemiyor. Sokaklarda dolaşan işsizler ordusuna hergün birileri ekleniyor. Bir yanda insanlar evine götürecek ekmek alamazken, bir yanda lüks bir yaşam seriliyor insanların gözlerinin önüne. "Aklını kullan sen de dön köşeyi" deniyor. Başka da bir çıkar yol gösterilmiyor. Ama herkesin "köşeyi dönmesi" de mümkün değil. Peki onlar yani sayıları onmilyonlarca olanlar ne olacak? Çare yok, çözüm yok... Sorunlarla tek başına mücadele etme gücü bulamayan insanlar ise bunalıma girip ya intihar ederek ya da çevresindekileri öldürerek yaşadıklarından kurtulmak istiyor. Peki bu "fikir" nereden çıkıyor derseniz, televizyon ekranlarından hergün evimizin içine akan diziler bunları öylesine doğal hatta çekici gösteriyor ki... Bunalımlı insan tipi adeta "insanın normal hali" gibi sunuluyor.
İşte bütün bunlar ortada olduğu için tereddütsüz, "bunalımların, intiharın tek sorumlusu DÜZEN'dir" diyoruz. Kimi bilim adamları, sosyologlar, böyle söylemenin kolaycılık olduğu iddiasındalar. Hayır, kolaycılık değil, gerçek bu. Elbette son derece kişisel, son derece marjinal nedenlerle bunalıma girip intihar edenler de vardır, ama asıl konu, asıl sorun bu değildir, intiharların, bunalımların artmasındaki asıl etken de bu tür intiharlar değildir. Biz toplumsal düzeyde yaygınlık kazanan, bu yönüyle toplumsal bir sorun haline gelen bunalımdan sözediyoruz. Bu düzen, özellikle 80'den sonra öyle bir toplum yarattı ki, insanlar asgari yaşamsal ihtiyaçlarına, ekonomik veya sosyal rahata ulaşamıyor, istediğini elde edemediği zaman bunalıyor ve yine düzenin empoze ettiği kültürün sınırları içinde düşünüp "kurtuluş" olarak intihara yöneliyorlar.
Düzen, sömürüsünü devam ettirebilmek, halkın örgütlenip bu soygunun, talanın karşısına dikilmesini önlemek için bireyci, bencil, insanı değerlerden uzak sevgisiz, paylaşım, dayanışma nedir bilmeyen, yalnızca kendisini düşünen bir toplum yaratmaya çalışmaktadır. Çünkü düzenin efendileri, böyle bir toplumda saltanatlarını çok daha rahat sürdürebileceklerdir.
İntiharların sorumlusu düzendir. Çünkü iletişim araçlarıyla, modasıyla, sporuyla, arabeskiyle, popuyla, barıyla, pavyonuyla, kumarhanesiyle, TV dizileriyle, ABD filmleriyle, "şans" oyunlarıyla düzen toplumu çürütüyor. Düzendir. Çünkü, bir yandan emek harcamadan para kazanan, kuş sütünün bile eksik olmadığı sofralarda tıkınan, milyarlık düğünlerde sigaralarını dolarlarla yakan, kah kumar için, kah "gözündeki çöpün tedavisi" için Amerikaları kapı komşusu yapan, sefahat içindeki bir avuç azınlık, diğer yanda açlık, işsizlik, çöplüklerden yiyecek toplayan, her an işsiz kalma korkusu, haraç parasını ödeyemediği için okuldan atılma korkusu....
İntiharlar, insanların düzenden beklentilerinin bittiğini göstermektedir. Düzen bunalım üretiyor. Toplumu bunalıma sürüklüyor. Çünkü düzen varlığını sürdürebilmek için bencil insanlara, bunalımlı insanlara ihtiyaç duyuyor. Düzenin, futbol fanatiklerine, eroine, fuhuşa, kumarhanelere, barlara, pavyonlara ihtiyacı var. Düzenin düşünmeyen, üretmeyen, sorgulamayan, sevgiden yoksun insanlara ihtiyacı var.
Burada bir haberi daha size duyurmak maksadıyla araya girmek istiyorum. Bulunduğumuz küçük şehirdeki yerel tv haberlerinde; Aynı gün içinde ve farklı yerlerde bulunan 16 ve 17 yaşlarındaki iki tane genç kızın intihar ettiklerini duyuruyordu. Bu küçücük yerde bile bu kadar çok olması hayli ürkütücü, ya büyük şehirlerde neler oluyordur, kimbilir!. Bu çocukların aileleri de normal insanlardı ve onlar da uzaydan gelmemişlerdi. Böyle şeyler hep başkalarının başına geliyormuş gibi gelebilir, fakat hiç ummadığınız bir zamanda ve hiç ummadığınız bir yakınınızdan dolayı sizin başınıza da gelebilir. Ve mevcut şartlarda bunu önlemek için hiç kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. Gerçek İslama dönmedikçe piyango kime vuracak diye beklemekten başka da çare yoktur.
"İnsanın en kritik noktası zihnidir. Zihnine bir kez ulaşıldı mı 'siyasal hayvan' mermilere bile gerek kalmadan yenilgiye uğratılabilir... Hedef halkın, bütün halkın zihnidir." (Medya Denetimi, N. Chomsky) İşte size bol kanlı "realite şov"larla, "azzz sonra"larla, her türlü namussuzluğu meşrulaştıran programlarıyla ne yapmaya çalıştığının, kısa, özlü bir açıklaması.
Evet, hedeflenen beyinlerin teslim alınmasıdır. Böylece bu beyinler sorunların kaynağını göremeyeceklerdir. Böylece halkı yoksullaştıranların, önlerine hiçbir engel çıkmayacaktır. Bu yüzden ekranlarında "Vahşet" görüntülerini, bunalım, cinnet haberlerini verenler, bundan şikayetçi gibi de görünür ama bunun gerçek nedenini ve çözüm yollarını vermezler. Çünkü onlar sahibinin sesidirler. Çünkü onlar da halkın bir araya gelip hesap sormasını istemezler. Tersine umutsuzluk, çaresizlik aşılamak, onların görevidir.
Büyük Birader Bizi Gözetliyor
Bugünlerde halkımızı kasıp kavuran yeni bir yarışma modeli piyasaya çıktı. Kısmetleri kapalı gençlerimizi başgöz etme kaygısıyla yola çıkmışlar. Son derece ilginç şeyler yaşanıyor evde. BBG tadında bir yarışma bu. Asıl enteresan olan, genç gönüllerin daldan dala konuyor olması. Her hafta başka birilerini seviyor gibi kızlar. Kızlar demekteki sebep, yarışmanın baş rol oyuncuları kızlar. Esas elenenler ise damat adayları. Tuhaf bir eliminasyon sistemi. İlk defa karşılaşmış oldukları insanlara ilan-ı aşklar falan ediliyor. Yahu dün bir, bugün iki. Biraz bekleyin bakalım. Tamam. Belki ruh ikiziniz yarışmada ama önce bir süzün bakalım etraflıca herkesi. Bu kadar kolay mı bu gönül işleri? Aslında yarışmacılarda çok da kabahat yok. Kabahatli sayılacak birileri varsa, bu programı icat edenler olabilir. Muhtemelen yurtdışında hazırlanmış bir projenin Türk formatıdır bu. Oralarda bu kadar tuhaf karşılanmıyordur bu sınırları zorlanan rahat tavırlar.
Aslında çok daha fazlası var yurtdışındaki yarışmalarda. Karşınıza çıkmıştır belki de bu tür prodüksiyonların yabancı kardeşlerinde çıplak gezen gençler, birbirleriyle iyiden iyiye samimi olanlar, koyun koyuna yatanlar falan. Yarışmacıların ev alışverişlerinden önce verdikleri siparişler de çok ilginç oluyor bazen. Malum, liste hazırlıyorlar ve programcılara veriyorlar. Onlar da yarışmacılara teslim ediyorlar siparişleri. Güney Amerika’daki örneklerden birinde, sipariş listesinde prezervatif de vardı. İşin bu boyutlara gelmesi hiç hoş değil tabii ki. Milyonların önünde prezervatif siparişi vermek. Ama olay bu boyuta geldikten sonra, prezervatif istemek, en azından sağlığına önem verdiğini gösteriyor gençlerin. Bu da iyi bir gelişme olsa gerek. Ne dersiniz? OK mi?
Mutsuz azınlık (İnternetten)
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
‘Birileri Bağdat Caddesi’nde aşırı sürat yaparak dengesini kaybedip yoldan çıkıyor... Yol kenarında arabasını yıkayan bir taksiciyi biçerek öldürüyor... Gazetecilere de çemkirerek ‘ne var ulan, ne çekiyorsunuz, altı üstü bir adam öldürdük, terörist değiliz ya’ diye bağırıyor... Birileri Eskişehir caddelerine dikilmiş iki yıllık ıhlamur ağaçlarını baltalarla yerle bir ediyor... Birileri kapkaçtan yararlanarak karakola götürülürken sırıtarak ‘eğitim şart’ diye dalgasını geçiyor...
Ve bu daha hiçbir şey... Saygısız, sevgisiz, sporsuz, hobisiz, eğitimsiz, değerleri olmayan, ölüm ve şiddet kusan bilgisayar oyunları ve medyanın yetiştirdiği, ölümü oyun sanan küstah bir gençlik... Kısacası, dünkü diktiğimiz hurmalar bugün g.tümüzü tırmalar...’
Başlığını da şöyle atmışlar: ‘Dürrük aile, dürrük eğitim, dürrük medya, eşittir dürrük gençlik.’
Yalnız onlar mı?
Engin ARDIÇ
26.06.2004
İnternet, çocukları olumsuz etkiliyor
İSTANBUL-Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği Genel Sekreteri, Çocuk ve Genç Psikiyatristi Osman Abalı, internette çokça vakit geçiren çocukların ve gençlerin ruh sağlığının etkilendiğini ve büyük bir risk grubu oluşturduklarını söyledi. Toplum olarak çocuklarımızı ve gençlerimizi iyi meşgul edemediğimize dikkat çeken Abalı, çocuklar, televizyon seyrederek ya da internette chat yaparak müstehcen sitelere girip zaman öldürüyor. Bu ziyaretin sıklaşması ve günlük 10 saati aşması durumunda çocuklarda aşırı uyarılmaya karşı cinsel sapkınlıklar görülebilir. Dürtülerin yoğunluk kazandığı bu dönemde gençler için kontrolsüz cinsel davranışları artırabilir. Oysaki gençlerimiz en verimli yıllarında kapasitelerini boş yere harcıyor. Bu dönemler öğrenme, araştırma ve kendini geliştirme dönemidir. Bütün hayat boyunca gerekli olacak şeylerin alt yapısı ergenlikte kurulur” dedi. Abalı, “Bilgisayar kullanımı son yıllarda ailelerin teşvik ettiği bir konu. Ancak çocuklarımız interneti ders araştırması yapmak yerine ya oyun oynayarak veya çok alakasız sitelerde sörf yaparak geçiriyor. Ülkemizde milyonlarca genç olduğunu düşünürsek internet mutlaka olmalı ama kullanımı uygun yönlendirmek ve saatlerce kullanıma engel olmak gerekir” şeklinde konuştu. İnternetten.
İnternete girip de müstehcen siteleri ziyaret etmeyen erkek neredeyse yoktur herhalde. İnternet bizde daha çok bu işler için kullanılıyor zaten. Oradan bilgi alan, araştıran insan sayısı yok denecek azdır. Kitap okuyup araştıran yok ki, internetten olsun. Anne-babalar saf ve temiz duygularla çocuklarına harıl harıl bilgisayar alıyorlar, ancak ne için?. Uyduruk şeyler yapmak için!. Çocuklar odalarına çekilip, ya oyun oynuyorlar, ya chat yapıyorlar, ya kumar oynuyorlar, yada porno siteleri ziyaret ediyorlar. Anne-babaları da çocuklarını bilgisayar karşısında görünce, ne güzel çalışıyorlar diye duygulanıyorlar. Ancak, zamanla o odalardan ya bir sapık çıkıyor ve anne-babalarının, kızkardeşlerinin yatak odalarını merak etmeye başlıyorlar, ya bir satanist çıkıyor, ya bir intiharcı çıkıyor, yada bir kumarcı çıkıyor. Yani bir koyup, üç almıyorsunuz, maalesef üç koyup bir bile alamıyorsunuz. Anne-babalar aman dikkat. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olmayın...
----------------------------------------------------
Babalık Sorumluluğu;
Ben de bir baba olarak yukarıda olabileceklerden korktum. Öteki çocukları olan ailelere baktım, hiçbirinin böyle bir endişesi , sıkıntısı yok, dolayısı ile bir projeleri de yok. Zaten böyle bir arayış içinde bile değiller. Rüzgar nereye savurursa. Kendilerine verilen emanetin farkında değiller. Sanıyorlar ki, çocukların karnını tok sırtını pek etmek yetiyor. Sanki, bir insan yetiştirmiyorlar da kedi, köpek, tavuk, koyun, domates, ağaç gibi alelade bir canlı yetiştiriyorlar. Sorduğun zaman; ‘herkes ne yapıyorsa biz de onu yapacağız’diyorlar. Sanki öteki herkes bu konuyu düşünmüş de biliyormuş gibi. Biz bu işi tamamen öğretim –eğitim demiyorum- kurumlarına, çevreye ve televizyonlara havale etmişiz. Özellikle televizyonlar bu konuda çok etkili. Bu arada dünyanın en az okuyan ve en fazla televizyon seyreden toplumu bizmişiz. Yamyamlar bile bizden daha iyi anlaşılan. Bütün modalar için ‘in , out’ diyerek ve bizzat uygulaması gösterilerek televizyonlardan topluma empoze edilmektedir. Bu modalarımız da araştırmaya , düşünmeye ve üretmeye yönelik olmayıp tamamen insanı yoldan çıkaracak , saptıracak bir mecraya sürüklemektedir. Görsel ve basılı medyada işlenen konulara baktığınız zaman tamamen insanı cazibe merkezi – öldüren cazibe- haline getirmeye , dayanılmaz olmaya, tamamen beğenilmeye yönelik olduğunu görüyorsunuz. Neredeyse bütün basın elbirliği etmişcesine giyim-kuşam, çıplaklık, diyet, rejim, kilo, kolay para kazanma, çabuk ünlü olma gibi konuları işliyorlar ve insanların özellikle bu konulara özenti duymalarını sağlamaya çalışıyorlar. Sanki başka işleri yok. Erkekleri daha çok tahrik edebilmek için de var güçleriyle kadınları daha çok soymaya ve daha baştan çıkarıcı yapmaya çalışıyorlar. O yüzden, televizyona çıkan kadın sanatçıların(!) açık yerleri, kapalı yerlerinden daha çok vallahi. Toplumda sapıklığın daha çok yaygınlaşması için de, erkek sanatçıları da özellikle ya yumuşak olanlardan seçiyorlar, ya da sonradan yumuşatıyorlar. O yüzden bütün erkek oyuncu/sanatçılara da kadın kıyafetini muhakkak giydirdikleri söyleniyor. Kolay para kazanma umuduyla yediden yetmişe herkes, özellikle gençler köylerden şehirlere kadar her yerde toto-loto-piyango oynuyorlar ve bayiler önünde uzun kuyruklar oluşturuyorlar. Bu şekilde, kumar yoluyla da olsa, herkes diğerinin cebindeki paraya gözünü dikmiş, onunla kolay yoldan zengin olma hayelleri kuruyorlar. Kimileri de işi şansa bırakmayıp gasp, hırsızlık, yolsuzluk, adam kaçırma, tehdit yoluyla kısa yoldan zengin olmaya çalışıyorlar. Hedefimiz Avrupa ise, böyle çalışmadan mı, yoksa onlar gibi çalışarak mı zengin olacağız acaba!.
Medya mensupları gazete, dergi, tv yayınları ile insanları böyle hem bozuyorlar hem de ‘bize neler oluyor’ diye timsah gözyaşları döküyorlar. Böylece haber sıkıntısı da çekmiyorlar. Önce ırmağa zehirli atıkları döküyorlar, sonrada balıkların ölmesini bekleyip, bunu da flaş haber diye yine halka satıyorlar. İnsanların doğasıyla böyle oynarsanız olacağı budur, başka ne bekliyorsunuz. Bu yayınlardan köyde-kente insanlar o kadar etkileniyorlar ki, fedakarlıkta hiçbir sınır tanımıyorlar. Hele kilo konusu toplum için ne kadar önemli hale geldi. Zayıflamak için herşeyi yapıyorlar. Başka derdi yokmuş gibi, bütün milletin ortak derdi, muhabbetlerimizin ortak konusu kilo meselesi oldu. Millet olarak sanki cinnet geçiriyoruz. Bütün muhabbetlerimiz; ‘A ne kadar zayıflamışsın, hangi rejimi uyguluyorsun, şuna bak ne kadar kilo almış, hiç kendine dikkat etmiyor, duba gibi olmuş canım, seni yaşlanmış gördüm, her gördüğümde gençleşiyorsun, böyle olmayı nasıl becerebiliyorsun v.s’ gibi saçma sapan ve basit sözlerden ibaret. Allah aşkına bütün mahlukatın halifesi ve en şereflisi olan insanoğlunun bütün derdi bunlar mı olmalı?. Birileri kuyuya bir taş atıyor ötekiler de hiç düşünmeden , doğru mu , yanlış mı demeden onu çıkarmaya uğraşıyor. Kilo lafı duymaktan nefret ediyorum artık. Bu insanlarda hiç akıl yokmu Yarabbi?. İnsanoğlu böyle basit şeyler için değil de, daha ulvi amaçlar için yaratılmadı mı?.
“Melekler onların yüzlerine ve arkalarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak? Bu onların Allah'ı gazablandıran şeylere uymaları ve O'nun rızasına sebep olacak şeyleri beğenmemelerinden dolayıdır. Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır.” Muhammed:27-28
“Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın?
Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta gidişçe daha sapıktırlar.” 25/43-44
“Âyetlerimizi inkâr edip, sırf kendilerine zulmeden o kavmin hali ne kadar kötüdür!
Allah kime hidayet ederse, o hidayete erer, kimi de dalalette bırakırsa, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileri olurlar.
Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” 7/177-179
İnsan Psikolojisi;
İnsanoğlu en çok kendi türünün psikolojisini anlamakta çok aciz ve çaresiz kalmaktadır. Bana göre, insan psikolojisi beyinde bulunan akıl ile kalpte bulunan hissiyattan oluşmaktadır. Bu iki organ birlikte çalışarak insan psikolojisini meydana getirmektedirler. Bu demektir ki, insan biri fiziki (bedeni), diğeri de psikolojisi olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. İnsanın sahip olduğu psikolojisi, akıl ve hissiyattan oluşan parçalanamaz bir bütün olduğu ve insanın diğer bölümünü oluşturan fiziki organlar gibi parça parça olmadığı için çok karmaşık ve insanoğlunun bunu kendi imkanları ile çözebilmesi mümkün değildir. Bu parçalanamaz bütünü parçalamak için büyük düşünürler(!) çok uğraşmışlar, onların vardıkları yanlış sonuçları ve sakat düşünceleri bayraklaştıran insanlar ve toplumlar bugüne kadar birbirlerine etmedikleri zulüm bırakmamışlar, halen de acımasızca bu zulümlerine devam ediyorlar. Bu büyük düşünürler insanı bölerek, parçalara ayırarak; “İnsan düşünen hayvandır”, “İnsan birbirinin kurdudur, canavarıdır”, “İnsan alet kullanan hayvandır”, “İnsan isyan eden canlıdır” gibi saçma sapan düşüncelere batmışlar. İyi bakın!. Gözlerimizde büyüttüğümüz insanlar ne kadar küçükmüş değil mi?. Kur’an gibi doğruluk rehberi dururken, aslen küçük, aciz ve zavallı olarak yaratılan insanların peşinden gitmek ne kadar akıllıca, varın siz düşünün...
İnsanın fiziki/bedeni rahatsızlıklarına bir çözüm bulunabilir, zamanla bulunuyor da. Hiçbir çözüm bulunamazsa bile çok önemli olanlar dışında bazı organları olmadan da insan hayatını sürdürebiliyor. Ancak, insanı hayvanlardan ayıran psikolojisi konusunda insanoğlunun fazla bir ilerleme kaydedebilmesi pek mümkün görünmüyor. Aslında, insanoğlu kafasını kuma sokarak keşfedilen Amerikayı yeniden keşfetmek yerine İlahi olana müracaat etse daha kolay olacak. Çünkü, bizi yaratan Allah(c.c) bizi bizden daha iyi bildiği için bu yanımızın, yani psikolojimizin ihtiyacını gidermek için kitaplar ve peygamberler göndermiş. Yerde ve gökte en küçüğünden en büyüğüne kadar canlı cansız her şeyi en ince ayrıntısına kadar yaratan , nasıl davranacağını ve neyle yaşayacağını bir dengeye göre düzenleyen Allah’ın (c.c) bu konuyu eksik bırakması tabii ki düşünülemezdi. Zira, bu haksızlık olurdu. İnsan dışında herşeyi dört dörtlük yaratacaksın, hiçbir eksiklik bırakmayacaksın, ancak insana verdiğin farklı ve ancak bir kullanma talimatı ile dosdoğru yaşanabilecek bir özellikten dolayı ona o kullanma talimatını vermeyeceksin ve insanı eksik bırakacaksın, yarım bırakacaksın . Bu haksızlık olurdu ve Allah asla haksızlık yapmaz. Bunun için de, tüm hücrelerine, duygu ve düşüncelerine kadar herşeyini İslam dinini yaşamak üzere yarattığı insanoğlunun saşırmaması, sapmaması, hiçbir sıkıntı çekmeden rahat, huzurlu ve güven içinde güzel bir ömür sürmesi için peygamberler ve kitaplar gödermiştir.
“ Halbuki Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Hem de herkese yaptığının karşılığı verilmek üzere, onlara asla haksızlık edilmez.” 45/22
“ O Allah ki seni yarattı, seni düzgün yapılı kılıp ölçülü bir biçim verdi.Seni dilediği herhangi bir şekilde parçalardan oluşturdu.” 82/7-8
Bunun yanında Allah (c.c) o kadar merhametli ki , bu talimatlara uymayan insanların kendi kendine ve başkalarına yaptığını bir zulüm olarak değerlendiriyor ve gözünün bebeği olarak yarattığı insanoğlunun kendi kendisini bu şekilde heba etmesine gönlü razı olmuyor, hiddetleniyor, gazaplanıyor. Siz olsanız gazaplanmazmısınız?. Mesela, yıllarca ömrünüzü vererek el emeği göz nuru dökerek, nice umutlar besleyerek bir makina yapmışsınız ancak bu makine sizin planladığınız gibi çalışmıyor , ne zaman düğmeye bassanız kafasına göre hareket ediyor ve kendi kendine zarar veriyor. Bu durumda çileden çıkmazmısınız, hiddetlenmezmisiniz ve en sonunda vurup kırmazmısınız. Ancak, Allah (c.c) böyle kestirip atmıyor. Bekliyor, sabrediyor, pişmanlık, tevbe bekliyor, kendi dosdoğru yoluna dönüş bekliyor ve ardından rahmetini, merhametini gani gani vermek, göstermek istiyor. Bundan daha büyük bir mutluluk ve kurtuluş olabilirmi?.
“Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.”57/9
“İyi bilin ki Allah, hem cezası çok şiddetli olandır, hem de çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” 5/98
“Sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için melekleri ile birlikte üzerinize rahmet ve bereket indiren O'dur ve O, müminlere çok merhametlidir.” 33/43
“Fakat zulmedenler, bilgisizce hevalarına uydular. Artık Allah'ın şaşırdığını kim yola getirebilir? Onların yardımcıları da yoktur. O halde sen, Allah'ı bir tanıyarak dine bağlan, Allah'ın insanları onun üzerine yaratmış olduğu dine. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.Başkasından geçerek hep O'na gönül verin ve O'ndan sakının. Namaza devam edin ve müşriklerden olmayın.” 30/29-31
İslami eğitim;
Çocuk yetiştirme konusunu araştırmaya devam ederken orta halli ve dindar denilen insanların tercihi olan İslami eğitim seçeneğini düşünmeye başladım. Yapmış olduğum gözlemlerde, onların da bunu yaparken bilinçli olarak yapmadıklarını, geçmişte atalarından ne görmüşlerse onu yaptıklarını ve bu şekilde sorumluluktan kolayca kurtulduklarını sandıklarını farkettim. Çocuklarını hem dinini , imanını öğrensin hem de güzel ahlaklı insanlar olsun diye kur’an kurslarına v.s gönderiyorlar. Niyet iyi ancak, burada da netice herzaman böyle olmuyor. Buralarda yetişen gençlerin genel durumuna baktığımız zaman muhafazakar bir görünüm arzetmesine rağmen tavır ve davranışlar yönünden bağnazlık, tutuculuk, tutarsızlık ve cahillik gibi müslümana hiç yakışmayan çirkin davranışlar sergiliyorlar. Yaratılış fıtratı gereği, gerçek bir müslümanın davranışları, güzel ahlakı öteki insanlara çekici gelmesi gerekirken bunlarınki itici gelmektedir. Tabii ki, bir müslümanın göstergesi olan namaza bir dönem devam edip , bir dönem bırakmak veya ömür boyu namaza devam etmek bunun için bir ölçü olmuyor. Allah’a ibadet (itaat) bilinçli yapılıp gerçek hayata yansımadıkça Hz. Peygamberimizin (s.a.v) sergilediği güzel ahlaka sahip olmak asla mümkün olmuyor.
“Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” Hadis
Bugün çalıştığım iş yerinde iki-üç kişi arasında geçen ibretlik bir konuşmaya şahid oldum ve İslam adına ne kadar çok üzüldüm bilemezsiniz. Zira, aşağı yukarı yüz kişi olan ve sıkıntılı bir geçiş dönemi yaşayan iş yerimizde; kendisine güvenilemeyecek, her an yamuk yapabilecek para düşkünü yedi-sekiz kişiden bahsediyorlardı ve onlara karşı çok dikkatli olunması gerektiği öneriliyordu. İşin garip ve beni üzen tarafı ise, işyerinde sadece bunlar düzenli olarak beş vakit namazlarını kılıyorlardı ve dolayısıyle ötekiler tarafından da dindar olarak kabul ediliyorlardı. O insanları şahsen ben de çok iyi tanıyordum ve özellikle dikkat edince bu garip rastlantıdan dolayı müslümanlar adına hakikaten çok üzüldüm. Halbuki müslümanların, tok gözlü, eline, beline, diline ve herşeyine güvenilir insanlar olması gerekmezmiydi. Bu nasıl iş yarabbi? Bunlara bakıp da kim müslüman olmak, ibadet etmek ve dindar olmak ister ki!. Taşıdıkları ağır yükün, vebalin ve sorumluluğun farkında değil zavallılar. Sizler eğer müslümansanız, müslüman olduğunuzu iddia ediyorsanız, sizin herkes gibi olmaya, herkes gibi hata yapmaya, yanlış yapmaya, çirkin/hayasız işler yapmaya, güvenilmez olmaya ve para, mal, mülk, makam düşkünü olmaya hakkınız asla yoktur. Sizler birer numune, hak şahidi ve Allah adamı olmak zorundasınız. Hem müslüman olacaksınız, namaz kılacaksınız, hem de her türlü dalavereyi çevireceksiniz, bu olmaz. Bu, ne insanlığa sığar, ne de müslümanlığa sığar. Eğer müslümansanız, şartlar ne olursa olsun, siz dünyanın en dürüst, en güvenilir, en adaletli, en merhametli, en cömert, en sabırlı, en tok gözlü, en çalışkan, en güzel ahlaklı ve en günahsız insanı olmak zorundasınız. Öyle değil mi?.
Ben müslümanların düştüğü bu acıklı durumu şuna bağlıyorum; Bu insanlar Kur’anın Türkçesini okuyup anlamadıkları, yani bal kavanozunu hep dışından yalayıp durdukları ve içindekinin tadına hiç bakmadıkları ve Hz. Peygamberimizi (s.a.v) de doğru bir şekilde tanımadıkları, hadislerini,sünnetlerini bilmedikleri, anlamadıkları ve onu örnek almadıkları (... sizin için Peygamberinizde güzel örnek vardır.Ahzap suresi:21), yaşantılarına taşımadıkları için İslamın boyası ile boyanamıyorlar, İslamın nuru ile aydınlanamıyorlar ve aydınlatamıyorlar. Böyle olunca da, öteki insanlar İslamı hep böyle sanıp, müslümanlardan nefret ediyorlar ve İslam’dan uzak duruyorlar. Dolayısıyle herkes kaybediyor.
“Allah’ı (c.c) tanımakla az bir amel fayda verir. Ama Allah’ı (c.c) tanımadan işlenilen çok fazla ameller bile fayda vermez”Hadis, “İlim öğrenin.Çünkü, Allah için ilim öğrenmek Allah korkusunu verir” Hadis.
Kıyas, Dedikodu ve Başkaları;
Sevgili anne-babalar çocuk yetiştirme konusuna son vermeden önce çok önemli gördüğüm bir konuya değinmek istiyorum. Öğretmenlerimiz de dahil , tüm anne-babaların yapmış olduğu bir yanlış olarak; Çocuklarını ya kardeşleri ile, yada Ahmet’in, Mehmet’in veya komşunun çocukları ile kıyas ediyorlar. Bu şekilde çocuklarına gaz vereceklerini, onların örnek gösterilen çocuklar gibi olmaya çalışacağını sanıyorlar. Niyet iyi , ancak netice hiç de öyle olmuyor. Bu şekilde başkalarının kalıbına girmeye zorlanan çocuk isyankar oluyor, kendine güveni olmuyor, kendi işlerine bakmayıp gözü hep başkalarında oluyor , kıyas edildiği kişiye karşı kin, nefret , hasetlik ve kıskançlık duyguları besliyorlar. Çocuk büyüdüğü zaman da kendisini başkaları ile kıyas etmeyi alışkanlık haline getiriyor ve hayatta her zaman kendisinden daha iyi birileri olacağı için mutlu , huzurlu olamıyor. Ayrıca, bu şekilde gözümüz hep başkalarında olup, kendi işimize bakmayıp daha çok başkalarının ne yaptığıyla ilgilendiğimiz için dedikoducu bir toplum oluyoruz ve ancak başkalarının yanlışlarını dile getirerek mutlu ve huzurlu olabiliyoruz. Dikkat edin, muhabbetlerimizin ortak konusu hep başkalarıdır. Dedikoduculuğun diğer adı da gıybettir biliyorsunuz. Bakınız Allah (c.c) bu konuda ne buyurmuş;
“Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” Hucurat:12.
Bu demektir ki, biz millet olarak hep ölü kardeşlerimizin etini yiyoruz.
Bu şekilde, gözümüz hep başkalarında olduğu için, istikametlerimizi, gideceğimiz yolu tayin ederken de hep başkalarını göz önünde bulunduruyoruz. Doğru mu, yanlış mı demeden başkaları genel olarak neyi yapıyorsa, neyi moda edinmişse biz de ona uyuyoruz. Eğer zengin olmak ve cimri olmak moda ise, biz de zengin olmak ve cimri olmak için var gücümüzle mal biriktiriyoruz ve ondan kimseye de koklatmıyoruz. Buna çoğunluk psikolojisi, diğer adıyla sürü psikolojisi deniyor. Yani başkalarına uyan insanın koyundan hiçbir farkı kalmıyor. Halbuki Allah(c.c), aşağıdaki ayette olduğu gibi ‘çoğunluğa uymayın’ diyor.
Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak "zan ve tahminle" yalan söylerler. (En’am Suresi:116)
Ancak, "sürü psikolojisi"nden kurtulup, kendi vicdanı ile düşünmeye başlayan insan, yukarıdaki Kuran ayetinde vurgulanan gerçeği bizzat kendisi görür. O artık, "insanların büyük çoğunluğundan" farklı olarak yeni bir dünyaya adım atmıştır. Bu adımı kendisini eski dünyanın tüm karanlığından, sıkıntısından, darlığından uzaklaştırıp, yeni bir dünyada dinin taşıdığı sonsuz güzelliklere ve derin hikmetlere götürecektir...
Bu arada hemen hatırlatmakta yarar vardır; din/yaşam tarzı derken yalnızca İslam'ı kastediyoruz. Çünkü Kuran'da bildirildiği gibi, "... Din, Allah katında şüphesiz İslam'dır..." (Al-i İmran Suresi: 19)
Sürüye uyan insanlar kendi kendilerine şunu sormalıdırlar; Kelin ilacı olsa kendi başına sürerdi misali, eğer öteki insanlar doğruyu, gerçek doğruyu bilebilselerdi yaptıklarından hiç pişman olurlarmıydı?. Sürekli pişman olup duruyoruz. ‘Keşke yapmasaydım, keşke şöyle değil de böyle yapsaydım daha iyi olurdu’ gibi sözler hiç dilimizden düşmüyor. Neden?. Çünkü, pişmanlık insana mahsus, siz hiç hata yapıp da bundan pişmanlık duyan bir hayvan duydunuz mu?. Hayat boyu yaptığımız hataların ve ardından duyduğumuz pişmanlıkların haddi hesabı yoktur. Buna rağmen, hata yapmaktan münezzeh olan Allah (c.c) dururken, hiç düşünmeden bizim gibi hatalardan muaf olmayan ve pişmanlıklardan bir türlü kurtulamayan öteki insanların peşinden gidiyoruz. Ne kadar çürük bir dala tutunuyoruz varın siz düşünün..
“Onlara: "Allah'ın indirdiğine tabi olun!"dendiği zaman: "Hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde bulduksa, onun ardınca gideriz." diyorlar. Ya şeytan onları cehennnem azabına çağırıyor idiyse de mi onlara uyacaklar? Oysa her kim iyilik yaparak yüzünü tertemiz Allah'a tutarsa, o gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır. Öyle ya bütün işlerin sonu Allah'a dayanır.” Lokman:21-22
Demek ki, insan ister tek başına olsun, isterse topluluk halinde olsunlar, kendi kendilerine doğruyu bulabilmeleri çok zor, neredeyse imkansızdır. Bu yüzden, Kur’anı kendisine rehber edinmeyen insanların pişmanlıkları hiç bitmiyor, ta kıyamete kadar sürüyor. Asıl büyük pişmanlık cehenneme düşünce görülecek ya, fakat iş işten tamamen geçmiş olacak. Hepimizin dilinden hiç düşürmediği “El ile gelen düğün bayram” atasözümüz de maalesef bizi kurtarmayacak. Sizi bilmem ama, o korkunç cehennemde benimle birlikte başkalarının da bulunması benim acımı, ızdırabımı ve pişmanlığımı asla hafifletmez. Hafifletmediği gibi, onlara rastladığım güne de çok büyük lanet ederim. Pişmanlık gözyaşları döke döke de; ‘Keşke sizlere hiç uymasaydım, ben de sizleri bir adam sandım, birşeyler bildiğinizi sanıyordum ama bir b.k bilmiyormuşsunuz’ diyerek onların boğazlarına sarılırdım. Aynen şu ayette olduğu gibi:
“O gün zalim kimse ellerini ısıracak: "Eyvah!" diyecek, "keşke Peygamberin yolunu yol eyleseydim!" "Eyvah!" diyecek, "keşke falancayı dost edinmeseydim”. “Çünkü zikir (Kur'ân) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmaktadır”. Furkan:27-29.
Kıyas konusunu burada bitirmeden kendimden bir örnek vermek istiyorum ; Annemin beni kıyas ettiği çocuklardan – şimdi yetişkin oldu – biri halen okuma yazma bilmez. Herhalde komşunun tavuğu insanın gözüne kaz görünüyor. Lütfen anne-babalar çocuklarınızı kıyas etmeyin. Ayrıca, çocuklarınıza karşı kararlı ve tutarlı olun. Bir şeye hayır demişseniz , bu asla evet olmamalı . Gevşek davranmayın, çocuklarınız dengesiz olur. Çocuklarınıza kitap okuma alışkanlığını kazandırmaya çalışın. Siz okumasanız, okuma alışkanlığınız yoksa dahi, elinize bir kitap alın ve okuyormuş gibi yapın. Belki onlar da merak eder, okumaya başlarlar.
Ne olacak bu memleketin hali?
Vatanını milletini seven iyi niyetli her insan gibi bende aklım ermeye başlayalı beri ‘Ne olacak bu memleketin hali’ diyenlerdenim. Millet olarak, tek başına iken veya birden çok kişi ne zaman biraraya gelse aynı soruyu kendimize ve birbirimize sorarak kara kara düşünüyoruz. Bunu bazen o kadar ileriye götürüyoruz ki yabancılarla olan sohbetlerimize bile yansıyor. Tabi bu da espri ve alay konusu oluyor.
İnsanlarımızın birbirleriyle olan bu sohbetlerinde mevcut sorunlara herkes kendine göre bir çözüm buluyor, bazen çözüm konusunda hemfikir de oluyorlar. Ancak, varılan çözümlere baktığınız zaman hem düşünce olarak, hem de çözüm olarak çok sığ kaldığını, genelikle partiler , hükümetler, liderler üzerinde yoğunlaştığını farkediyorsunuz. Sanıyorlar ki, bu kurumlar ve kişiler dürüst çalışsa, iyi niyetli olsa, elinden geleni yapsa herşey düzelecek, güllük gülistanlık olacak. Fakat nedense bu hiç böyle olmuyor ve hep hayal kırıklıkları yaşanıyor. Dünyanın en iyi ve en iyi niyetli hükümetlerini de getirseler, kaynağı pis bir su için, fay hattında bulunan, zemini çürük bir bina için, çürümüş, tel tel olmuş bir kumaş parçası için veya gövdesi hasta bir çınar için ne yapabilir ki, neyi düzeltebilir ki !!. Nereye el atsa orası elinde kalır, ne kadar çabalarsa çabalasın bir arpa boyu bile yol alamaz. Bastığınız, referans aldığınız kat sağlam olmazsa bir üst kata çıkamazsınız. Hafif bir depremde bile paldır küldür yıkılır. Hep bu yap-bozlar yüzünden ülkenin kaynakları da erir gider. Hal böyle olunca, herkes kendini kandırıyor, vatandaşı kandırıyor ve dünya fezaya çıkarken biz de böyle oyalanıp duruyoruz.. O yüzden bizim için her yeni hükümet yeni bir umut demektir. İnsan ümitsiz yaşayamaz. Hükümetler bitmesin, biterse ümitler de biter değil mi?. Yeni hükümetleri olmayan memleketler ne kadar mutsuzdur kimbilir…
Ayrıca şunu da belirtmekte yarar var ki; Hangi hükümet gelirse gelsin, ne kadar güçlü olursa olsun, hükümetler ancak toprak katmanlarının en üstünde bulunan yumuşak toprak üzerinde oynayabilirler, onu karıştırabilirler ve onu işleyebilirler. Daha altta kalan sert katmanlara dokunamazlar, dokundurtmazlar, derin devlet dedikleri düzenin bekçileri buna asla müsaade etmezler. Dolayısıyle hükümetlerden çok şeyler, sorunlara köklü değişiklikler falan beklemeyin, böyle güçsüz insanları da fazla hırpalamayın!.
Büyükler büyük değilmiş
Bugüne kadar ben de hep ‘ne olacak bu memletin hali?’ sorusuna cevaplar aradım, kendime göre sayısız çözümlerde buldum. Bunu yaparken de kitaplardan, dergilerden, gazetelerden ve televizyonların tartışma proğramlarından filan etkilendim. Fakat, her defasında, ne hikmettir, ‘Tamam şimdi buldum’ dediğim çözümler daha sonra bir başkaları tarafından çürütüldü. İsminin önü kalabalık uzmanlarımızın, yöneticilerimizin, liderlerimizin, önderlerimizin görüşlerine, düşüncelerine çok büyük önem veriyordum ve onların herşeyi bildiklerini sanıyordum. Herhalde, o büyük ünvanları boşuna almamışlardı. Ancak, itiraf etmeliyim ki, beni hep hayal kırıklığına uğrattılar. İslama girdikten sonra, bu uzmanların, insanların yaşamları ile ilgili düşüncelerinde, tesbitlerinde ve projelerinde tamamen yüzeysel, tahmini ve zanni olduklarını, kesin ve doğru bir öngörülerinin olmadığını, dolayısıyle hiçbir şey bilmediklerini farkettim. Burunlarının ucunu görmekten aciz olan ve bir saniye sonra başına ne geleceğini hiç bilmeyen bu büyük(?) insanların, bu acizliğine, çaresizliğine, zavallığına rağmen, hiçbir tasarruflarının olmadığı, hikmetini bilemeyecekleri, anlayamayacakları ve Cenab-ı Allah’ın ilmiyle, değişmez yasa ve formülleriyle takdir ettiği, uygun gördüğü, yol gösterdiği konularda nasıl ahkam kestiklerini farkettim. Sahip oldukları teknolojik gelişmelere bakarak yönümüzü döndüğümüz ve gözümüzde büyüttüğümüz Batı’nın gerçekte ne halde olduğuna bakmadan, 1400 yıldır veya ilk insandan beri insan olarak bizler neyden, hangi ihtiyaçtan ve acizlikten muaf olduk da, bizi yaratan Allah(c.c)’ın bizim için uygun gördüğü kanun, nizam,emir ve nehiyleri, eskimiş, köhnemiş ve bugünün ihtiyaçlarına cevap vermediğini düşünebiliyoruz. Kullandıkları aletler dışında, insanın neyi değişti ki?. İnsan yine aynı insan değil mi?.
İnsanoğlu, Allah’ın emirlerine uymayarak, onları önemsemeyip uygulamayarak nasıl ateşle oynadığının farkında bile değil. Aynen kumda oynayan şımarık çocuklar gibi!. Bahsettiğim ateş ise, öbür dünyanın değil bu dünyanın ateşi. İslama girdikten sonra şunu farkettim ki; Allah’ın emirlerine uymanın veya uymamanın etkileri zaman, mekan ve bireyle sınırlı olmayıp, aynı durgun bir göle atılmış bir taşın etkisinin dalga dalga geniş bir alana yayılması gibi, kısa ve uzun vadede tüm topluma sirayet etmekte, hatta gelecek nesillleri bile etkilemektedir. Toplum olarak Allahın emirlerine uyulduğu ölçüde mutlu ve huzurlu, uyulmadığı zaman da mutsuz, huzursuz ve sıkıntılı bir geçimi olmakta ve ayrıca çok büyük toplumsal felaketlerle de yüzyüze kalınmaktadır. Bu duruma dini literatürde toplumsal kıyamet deniyor. Bir insanın, yaptığı bir hareketin, davranışın gerçek sonuçlarının nereye varabileceğini, başka insanlar üzerindeki etkilerinin neler olabileceğini kestirebilmesi, hesap edebilmesi mümkün değildir. Demek istediğim; Bu işlerde iki kere iki dört etmez ve evdeki hesap da hiçbir zaman çarşıya uymaz!. Bunlar sadece bu dünyada olanlar ve olacak olanlar, bir de olayın ahiret boyutu var. İsyankarlığımız ve düşüncesizliğimiz yüzünden cehennemde karşılaşacağımız felaketler ve korkunç azaplar daha çabuk gelecek ve bir sonu da olmayacak. Ve bunun geri dönüşü, telafisi de mümkün olmayacak. Halbuki, bizi yaratan Allahın, hikmetini anlayamasak da, bizim için uygun gördüğü emirlerine ve yaşam şekline (dine) uysak bunların hiçbiri başımıza gelmeyecek, her iki dünyada da mutlu, huzurlu ve kurtulanlardan olacağız. Sonuç olarak, yuları Allahın kudret elinde olan zavallı insanoğlunun O’nun emirlerine uymama gibi bir lüksü yok aslında, ah bir düşünebilse, akledebilse!.
Amerikalı düşünür G.Leonard kendi toplumunu şöyle değerlendiriyor:
“Bu toplum, dünyayı bir yörüngeye sokabilir, aya çıkabilir, ama iki insan için birbirini boğazlama isteği duymadan bir hafta süreyle birbirleriyle uyum içinde yaşamanın yolunu henüz bulamadı.”
İnsanlık varolalı beri bizler, yemek, içmek, yatmak, kalkmak, uyumak, çiftleşmek, tuvalete gitmek, süslenmek, düşünmek, savaşmak, barışmak, sevmek, sevilmek, mutlu-mutsuz olmak, üzülmek, sevinmek, hastalanmak, doğmak, ölmek, toprak olmak v.s, ne gibi şeylerden muaf olduk. Hangi ihtiyaçtan ve hangi beladan, musibetten, kazadan ve dertten muaf olduk. Koskoca ABD’nin gizli servisleriyle herşeyden haberi olan(!) başkanı bile bunların hangisinden muaf ve az sonra başına ne geleceğini –sık sık bisiklet kazası geçirdiği söyleniyor- nereden bilebilir. Geçmişte de firavunlar, karunlar, krallar, padişahlar, kraliçeler, prens ve prensesler yaşadı. Bunlar da neyden muaf idiler ve bu dünyadan beraberlerinde neyi götürebildiler?.
Yönünü Batı’ya çevirmiş, Batı’nın düşünce çöplüğünde yetişmiş, kendileri bir şey üretemeyen, yabancı düşünürleri papağan gibi tekrar eden, ilahi tarafları olmayan (yarım) ve kompleksli olan bu büyük uzmanların ‘Ne olacak bu memleketin hali?’ sorusuna verdikleri cevapların tamamen yüzeysel, kopyacı, insan faktörü gözetilmeyen, uygulamadan uzak, teorik, olayın hep olumlu tarafına bakıp olumsuzsuzlukları gözardı ettiklerini görürsünüz. Hep olumlu taraflarına baktığımız ve olumsuz taraflarına bakmadığımız veya görmek istemediğimiz Avrupa’nın durumuna bir bakalım isterseniz.
“Avrupalı batakta
Yuvalar yıkılıyor
AB genelinde her üç evlilikten biri boşanmayla sonuçlanırken, nikâh sayısı sürekli düşüyor. AB’de evliliklerin 1960’lı yıllarda yüzde 14’ü boşanmayla sonuçlanırken, 1990’lı yıllarda bu oran yüzde 35’i buldu. En fazla boşanma görülen ülkelerin Belçika (yüzde 50’den fazla), İsveç (yüzde 50), Finlandiya (yüzde 49), İngiltere (yüzde 45) ve Danimarka (yüzde 41) olduğu belirtiliyor. Belçika Ulusal İstatistik Enstitüsü (INS) verilerine göre, ülkede geçen yıl 40 bin 400 çift evlendi, 30 bin 600 çift boşandı. İstatistikler, son beş yılda ise evlilik oranının yüzde 20 azaldığı, boşanmaların yüzde 30 arttığını gösteriyor. Hüsranla sonuçlanan evlilik oranının yüzde 60’a ulaştığı ortaya çıktı.
İSTANBUL- En iyimser hesaplar Türkiye’nin 10 yıl sonra Avrupa Birliği’ne gireceği yönünde... Ancak bu 10 yıllık süre içinde ne Avrupa bildiğimiz Avrupa olacak ne de Türkiye yerinde sayacak. Genç, dinamik, birçok sorunlarını aşmış bir Türkiye, karşısında yaşlı ve sapıtmış bir AB bulacak. Yapılan tüm araştırmalar ve bunun sonucu ortaya çıkan istatistikler, Avrupa medeniyetinin çürüdüğünü bütün çıplaklığı ile gözler önüne seriyor. Ölçüyü kaçıran Batı’nın insanı, aileyi reddediyor, mutluluğu haplarda, teselliyi alkol ve uyuşturucuda, sevgiyi hayvanlarda arıyor. Dünyanın bu örnek kıtası topyekun cinnet halinde felakete sürükleniyor.
Avrupa hastaneleri; alkol bağımlısı gençler ve alkolün neden olduğu hastalıktan dolayı bünyesi iflas eden her yaştaki insanlarla dolu. Mahkemeler de yine en yoğun mesaisini, alkol nedeniyle işlenen şuçlara ayırıyor. Ekonomik, siyasi ve kültürel gelişmişliğe rağmen AB ülkelerindeki suç oranı Türkiye’yi solluyor. Araştırmalar, nüfusuna göre Avrupa’nın en az cinayet işlenen ülkesinin Türkiye olduğunu gösteriyor.
Su gibi alkol tüketiyorlar
Datamonitor Enstitüsü’nün yaptığı araştırmaya göre İngiliz kızlarının Avrupa’nın en çok içki içen gençleri olduğu bildirildi.
Neredeyse her İngiliz genci günlük bir litre içki tüketiyor. İngiltere’deki 18-24 yaş arasındaki kızların yıllık içki tüketimi 203 litreye denk geliyor. Kadınların üçte ikisi sürekli alkol alıyor. Alman kızları yılda kişi başına 189 litre, Hollandalı kızlar ise 107 litre içki tüketiyor. Erkeklerin alkol bağımlılığı ise kadınların çok çok ötesinde.
Alkol bağımlılığı, uyuşturucu ve AIDS’in geçmiş yıllara oranla her geçen sene katlanarak büyümesi asıl büyük tehlikeyi oluşturuyor. İngiltere’de yapılan araştırmaya göre, 2001’de bir gece önce olanları bile hatırlayamayacak kadar çok içtiğini söyleyen kadınların oranı yüzde 42 iken, bu oran 2003’te yüzde 60’lara tırmandığı bildiriliyor. Ülkedeki akıl hastalarının yüzde 95’ini de alkol bağımlısı kişiler oluşturuyor.
Mutluluk haplarda
İngiltere’de ruh sağlığı hekimleri, İngiliz toplumunun artık mutluluğu ilaçlarla koruyan bir toplum haline geldiğine dikkat çektiler. Uzmanlar, 1993’te 10.8 milyon kutu depresyon ilacı reçetesi yazarken, 2002’de bu sayının 26.6 milyon kutuya çıktığı bildirildi. Doktorlar bu ilaçların özellikle gençlerde intihar eğilimini artırdığını söylediler.
Fransa’da ise durum İngiltere’dekinden farklı değil. Bu ülkede hastahanelere müracaat eden kadın hastaların yüzde 20’sinin ve erkek hastaların yüzde 60’ının alkol bağımlısı olduğu belirlendi. Fransa Sağlık Bakanlığı’nın alkol tüketiminin felakete yol açacak derecede ürkütücü olduğunu açıkladı.
Çocuklar evlilik dışı
Bebeklerle çocuklarda görülen hastalıkların da yine yüzde 50’sinin, nedeninin anne-babanın alkol kullanması olduğu belirlendi. Fransa adliyesinin giderlerinin yüzde 60’ının nedenini alkol oluşturuyor. Fransa bütçesinin her yıl hastahane, tımarhane gibi mekanlarda alkolün neden olduğu problemler nedeniyle ödemek zorunda kaldığı meblağ 325 milyar frankı buluyor.
Devletin küçük bir yansıması sayılan aile müessesesinin yok olması Avrupa’nın geleceğini karartan en önemli etkenler arasında sayılıyor. AB’de çocukların yüzde 28’i evlilik dışı dünyaya geliyor. AB ülkelerinde 1970’te çocukların yüzde 6’sı evlilik dışı iken hızlı ahlaki çöküş nedeniyle bu oran 2002’de yüzde 30’a çıktı. AB istatistik kurumu Eurostat’a göre, gençler arasında evlenme oranı giderek düşüyor. Kuzey Avrupa’da evlenmeden birlikte yaşayan çiftlerin oranı yüzde 53 ile 70’e kadar yükseliyor. İsveç’te çocukların yüzde 56’sı, Danimarka, Fransa, Finlandiya ve İngiltere’de yüzde 40’ı ve Belçika’da yüzde 20’si evlilik dışı dünyaya geliyor. İngiltere’de bir kadın bir yılda ortalama 6 erkekle birlikte oluyor.
Çocuk yerine köpek
Köpek ve kediye duyulan sevgi ise Batı’da bazı ailelerde cinnet noktasına varmış durumdadır. Sadece Londra’da 700 bin köpek yaşıyor. Almanya’da toplam 6.2 milyon ev kedisi beslenirken, köpeklerin sayısı 5.1 milyonu buluyor. Medeni insan(!) hayvanlarla birlikte yiyor, onlarla aynı yatağı ve evi paylaşıyor. Aileyi yıkan Avrupalı, çocuk sevgisini kedi köpeğe yansıtarak gidermeye çalışıyor.
Kedi ve köpeklerin barınak, yiyecek ve temizlik ihtiyaçlarının ötesinde, onlara insanüstü bir ihtimam gösteriliyor. Piyasada 475 değişik kedi kitabının bulunması sektörün ne kadar hareketli olduğunu gösteriyor. Almanya’daki kedilere bir yılda 1.2 milyar Euro harcanıyor. Bir Alman’ın 15 yıl boyunca kedisine yaptığı masrafla, bir Türk vatandaşı ev sahibi olabiliyor. Medeni dünyanın çağdaş insanı (!), hayvanlara gösterdiği sevgi ve ilginin yarısını yoksullara ve kendi hemcinslerine göstermiyor.
AIDS’liler ordusu
AIDS özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde artıyor. Raporlar, Bulgaristan, Hırvatistan ve Romanya’da AIDS vakalarındaki artışın rekor düzeye çıktığını belirliyor. 2002’de Balkanlar’daki AIDS’liler ordusuna 250 bin kişinin daha katıldığı ve Avrupa’nın güneydoğusundaki AIDS’li sayısının 1 milyon 200 bine ulaştığı vurgulanıyor. Rusya Federasyonu ve Ukrayna’da ise virüs başdöndürücü bir hızla yayılıyor. İngiltere Tabipler Birliği (British Medical Association)’nin yayın organı İngiliz Tıp Bülteni (British Medical Journal)’de yayınlanan yeni bir araştırma ise Avrupa kıtasındaki AIDS oranının son beş yılda beşte bir oranında arttığını gösterdi. Türkiye’de ilk defa 1985’te teşhis edilen AIDS, 2003 Haziran ayı resmi verilere göre bin 601 kişiye ulaştı. Türkiye’deki AIDS hastası sayısının, 7-8 yıl sonra 10 bine çıkacağı tahmin ediliyor. Her bir Avrupa ülkesinde AIDS’li sayısı yüzbinleri gösterirken, Türkiye’de bu rakam 1500 olarak belirlendi.
Ankara AIDS Savaşım Derneği Başkanı Prof. Dr. Dilek Arman’ın ortaya koyduğu rakamlar ise, dünyanın nasıl bir AIDS tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu gözler önüne seriyor. Bugüne kadar AIDS’ten 22 milyon 500 bin kişinin öldüğünü belirten Arman, dünyada dakikada 11 kişinin AIDS’e yakalandığını, 40 milyon kişinin ise HIV virüsü taşıdığını ifade ediyor.
Fransa: AIDS tehlikesi dünyayı sarıyor. Doğu Avrupa bir "felaketin" eşiğinde, Batı ihmal ediyor. Asya ve Afrika batakta.” Basından.
“Bu toplumlar, ulaştıkları bütün maddî refaha, uygarlık alanındaki gelişmişliğe ve bozuk ölçülü, şaşkın düşünceli cahiliye zihniyetinin ön plâna aldığı diğer bütün kalkınma dayanaklarına rağmen mutsuz ve şaşkındırlar.” (Seyit Kutup)
İnsanlığın durumu o kadar kötüye gidiyor ki, varacağı son nokta Goethe’nin dediği gibi olacak anlaşılan; “Er geç birgün makul bir İslamı kabul etmek zorunda kalacağız”
Aslında, inat etmek yerine ilahi olana, vahye (Kur’ana) müracaat etsek bütün meseleler çözülecek. Hakikatı çok uzaklarda aramamıza hiç gerek yok. Avrupanın bulduğunu sandığımız şeyi yani belayı biz de bulacağız diye uğraşıyoruz. “Uzaktan davulun sesi hoş gelir” hesabı, bizim için atasözlerimiz her zaman geçerli olacak, biz hiç akıllanmayacağız anlaşılan. İslam alimi Mustafa İslamoğlu bu durumu şu sözlerle çok güzel ifade ediyor: “Bizler hazine üzerinde oturup da açlık çeken ahmaklar gibiyiz”
Osmanlılar ve devam eden misyonerlik
Görsel, işitsel ve yazılı basında boy gösteren ve bu memleketi kurtaracak fikirlere sahip uzmanlarımız hakikaten gerçeği bilmiyorlar mı, yoksa menfaatine dokunacağı, işi, fiyakası bozulacağı için mi, yoksa onların bu memleketin iyiliğini istemeyen misyonerler mi olup olmadıklarını zaman zaman düşünmüyor da değilim. Çünkü, misyonerlerin kendilerini ve amaçlarını çok iyi gizleyebildiklerini biliyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışında büyük payları olduğu da artık sır değil. Ancak, kimin misyoner olduğunu tesbit etmek çok zor. Gerçi, geçmişimize düşman edildiğimiz, geçmişimizin iyi yanlarını değilde hep kötü yanlarını dikkate aldığımız için o misyonerleri düşman bile görmeyiz artık. Onlara kurtarıcı gözüyle bile bakarız.
Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet kademelerine sızan ve hatta yüksek makamlara kadar ulaşan misyonerler mevcuttur. Bu gayeye yönelik olarak seçilen bu ajan-misyonerler küçük yaşlarda Osmanlı topraklarına gönderilmişler ve burada ifa edecekleri vazifeye göre özel olarak yetiştirilmişlerdir. İngiliz misyonerlerinin hepsi Londra’da Protestan Misyoner Merkezi tarafından yönetiliyordu. Sultan Abdülhamid zamanında bahriye kaymakamı olan Kaptan Mustafa Bey “Sergüzeşt” isimli romanında bu konuya ayrıntılı olarak yer vermektedir. Mustafa Bey bir İngiliz ajan-misyoner olan Mr. John’la tanışmış ve bu zat kendisine şunları nakletmiştir:
“Misyonerler çocuk iken hizmete alınır ve ifa edecekleri vazifeye göre ilmen, ahlaken, fikren yetiştirilirler. Misyon Cemiyeti her sene bütün Rüştiye Mektepleri çocuklarının zekilerinden 30-40 talebe ayırarak himayesine alır; onları kabiliyetlerine göre üçere-beşere ayırarak dünya ülkelerinin kendilerince lüzum hissedilen mıntıkalarına gönderirler. Mesela ikisini Türkiye’ye, üçünü Tibet’e, beşini Rusya’ya serpiştirirler. Bu çocuklar o memleketlerdeki sefaret ve konsolosluklara tevdi edilirler. Bilumum İngiliz sefaretlerinde Misyon Cemiyeti’nin mükemmel talimatı vardır. Bu talimata göre bu çocuklar büyütülür, yetiştirilir, okutulur ve öğretilirler.
Ben ve arkadaşım Herbert on yaşındayken Misyon Cemiyeti tarafından İstanbul’a gönderilmiştik. Doğruca sefarethanemize gittik. Sefir beni sefaret kavvası Cihangir’de sakin Ali Ağa’ya teslim etti. Ve şu tenbihatta bulundu: “Ali Ağa bu çocuğun ismi İbrahim’dir. Ve senin oğlundur. Herkese öyle söyleyeceksin. Aylık olarak sana on lira vereceğiz. Bu para ile çocuğu mahallenin mektebinde okutacaksın. Ve tıpkı kendi soyundan olmuş çocuğun gibi yedirecek, içirecek ve giydireceksin. Adetiniz nasılsa öyle terbiye edeceksin. Ayda bir kere geceleyin sefarethaneye getirip bana göstereceksin” dedi. Kavvas Ali Ağa da kolumdan tutarak beni hanesine götürdü ve zevcesi Gülsüm hanıma teslim ederek: “İşte sana evlat getirdim, bunu büyüteceksin” dedi. Don, gömlek ve entari yapıp giydirdiler. İki takunya alarak ayağıma geçirdiler. Ve bir gün elime on paralık kağıt helvası sıkıştırarak mahalle çocukları arasına salıverdiler. Birkaç ay kadar sıkıntı çektim, Türkçe bilmediğim için kimse bana ehemmiyet vermiyor, dilsiz diyorlardı. Evde daima Türkçe görüşüldüğü gibi devam ettiğim dilde konuşan olamadığından yavaş yavaş kulak dolgunluğuyla Türkçe’yi öğrenmeye başladım. Akşam üzeri evimizin önünde toplanan çocuklarla top oynamaya başladım. Bir sene sonra çocukların elebaşı olmuştum. Mektepte de hocaefendi teveccüh göstermeye başladı. Sesim iyi ve gür olduğundan Amme cüzünü güzelce okuyordum. Hatta ezberledim.
Elhasıl bu şekilde İptidai ve Rüşti derslerini gördükten sonra Beyazıt Camii Şerifinde müderris Pala Bıyık Ali Efendi’nin ders halkasına dahil oldum. Cübbem, pabuçlarım, sarığım pek hoş, muntazam ve temizdi. Yolda tesadüf edenlerin hiç biri bir kere olsun bana yobaz demedi. Daima çelebi çocuk derlerdi. Tespihim elimde, kitabım koltuğumda evden medreseye ve camii şerife ve dershaneden eve gider gelir, geceleri derslerime çalışırdım. Küçücük ve sarı sakalımı taramak için şimşir tarağım ve pak dişlerim için küçük misvakım cebimde ve divitim belimden eksik değildi. Validem Gülsüm hanım beni yatırıncaya kadar uyumaz, daima zihin açıklığı için dua ederdi. Ali Ağa’nın çocuğu olmadığından ben Gülsüm hanımın öz evladı daha doğrusu gözünün nuru idim. Sarf, Nahiv, Ayamil, Kafiye, Mantık, Tasavvurat, Tasdikat, Kelam, Fıkıh, Tefsir ve İla ahire gibi bir çok kitapları sırası ile okudum ve öğrendim. Arkadaşlarımdan okuyanlar pek çoktu. Ancak öğrenenler birkaç kişiden ibaretti. Fransızca öğrenme hevesine düştüm. Bir müddet aradıktan sonra Dellal oğlu Dikrar isimli bir Ermeni buldum. Bu zat iyi Türkçe ve Fransızca biliyordu.
Bu zâtın evine gitmeye ve ders almaya başladım. Ders verişi o kadar mükemmeldi ki az bir zaman zarfında Fransızca konuşmaya da muvaffak oldum. Arapça dersinde arkadaşlarım içinde birinciydim. Hocama öyle sualler yöneltiyordum ki bazen onu bile düşündürüyordum. Sonunda ismime bir de zekilik ilavesiyle çalışmalarım takdir edildi. Ve bu isim ile ödüllendirildim. Cami dersini ikmal ederek icazet aldım yani Sünni bir müderris oldum. Yaşım da otuzu buldu. Dersaadet’e (yani İstanbul’a) gelişimden icazet alıncaya kadar her ay bir kere geceleyin sefarethaneye gider ve sefirin iltifatına mazhar olurdum. İngilizce, Fransızca, Türkçe ve Arapça okur yazar olduğumdan Bab-ı Ali’ye devama başladım. Hariciye Nezareti Tercüme Kalemi’ne memur edildim. Maaşım 500 kuruş oldu. Bir gün İngiltere Sefiri, Sadrazam Reşit Paşa’yı ziyarete gelir. Söz arasında “sefaret kavvası Ali Ağa’nın mahdumu İbrahim Zeki Efendi’nin 500 kuruş maaşla Bab-ı Ali’ye çırağ buyrulduğunu tebriş ettiler memnun oldum, teşekkür ederim” der. Sadrazam da: “Tercüme odasına birkaç katip almışlar hangisi olduğunu bilemiyorum çağıralım da bir görelim” buyurur. Beni huzurlarına çıkardılar. Reşit Paşa iltifat etti ve o günden itibaren siyasi ve harici işlerde beni çalıştırdı. İngiltere sefarethanesine ben gönderilirdim. Az zamanda maaşım 2000 kuruş oldu. Ve hariciyede tercüme odası baş halife oldum. Misyon Cemiyeti’nden gelen bir emir üzerine Londra’ya gelişim lazım geldiğinden sakal ve bıyıklarımı tıraş ettirdikten sonra tam bir Avrupalı kıyafetine bürünüp değerli arkadaşlarıma veda ederek İngiltere’ye döndüm. Yeni şeklim beni tanıyanları hayrete düşürdü.” (Acaba kimlerdi bunlar, halen de işbaşındalar mı?)
Buradan da anlaşılacağı üzere misyoner ajanlar pek büyük bir titizlikle yetiştirilmekte ve yapacakları vazifeler istikametinde eğitilmektedirler. Mr. John’un çocuk yaşta bir Türk’ün himayesine verilip tamamen bir Osmanlı Türk’ü olarak yetiştirilmesi, Türkçe’yi, Arapça’yı, Kur’an-ı ve bütün İslamî ilimleri inceliklerine varıncaya kadar öğrenmesi, kendisinin hadis, sünnet ve İslam’ın diğer pek çok temel esası üzerinde ihtilaf, fitne çıkartma, şüphe uyandırma ve tefrika yaratma vazifesini mükemmel bir şekilde îfâ edebilmesi içindir.
Mustafa Efendi, Misyoner Cemiyeti Reisi Potinkers’in evine davet ediliyor. Ve Misyoner Cemiyeti Başkanı kendisine şunları anlatıyor:
“... Bundan beş bin, on bin sene evvel bir İngiliz ne idiyse bugün o İngiliz’in torunları kendisinin tıpkısıdır. Bugün bir İngiliz Britanya’da nasıl yaşıyor ise Orta Afrika’da Buse arazisinde de o İngiliz öyle yaşar. Bir Hıristiyan İngiliz katiyen kendine mahsus mabedden başkasına gitmez. Bir İngiliz kendi tüccarlarından gayri bir tüccardan bir şey almaz. İngilizler kendileri içindir, başkaları için olamazlar ve herkesi İngilizler için hazırlamaya çalışırlar. Halbuki bu hal Türklerde yoktur. Ziyade taklitçisiniz. Türkler herkes içindir, çünkü kendileri için olamıyorlar, diyebiliriz. İşte bundan dolayı kaybediyorsunuz. Eski secilerinizden acaba kaçı kaldı? Eski Türklükten acaba bir eseriniz var mıdır? Macar ovaları ile Bizans surlarının, Balkan yaylalarının, Kafkas dağlarının size takdim eylediği o sırma saçlı, ahu ve ela gözlü güzel kızlarla şekliniz ıslah olundu ama bu karışımdan tabi olarak bazı adetler elde ettiniz. Bunu inkar etmeyiniz...
Siyaset dolabını istenildiği gibi çevirmek için iki yol vardır. Biri misyonerlik diğeri Farmasonluk. Dervişliği de hesaba katmalıdır. (Bugünlerde de nedense Dervişliğe, İslam tasavvufuna ve tasavvuf büyüklerine büyük ilgi duyuyorlar. Geçmişten günümüze kadar İslam alemi için yaptıklarına, kurdukları tuzaklara bakılırsa ve asla kurt da kuzu olmayacağına göre, bu pek hayra alamet bir şey olmasa gerek. Gene ne oyun tezgahlıyorlar acaba!..)
Avrupa’nın iki penceresi vardır. Birincisi pek büyüğü safahat, sefalet ve israf penceresidir. Zinhar Avrupa’ya buradan bakmayınız. Pişman, nadim ve mahvolursunuz. Diğer pencere ise ilim, ticaret, ziraat ve sanayi penceresidir. Fakat bu pencere pek küçüktür. Bulmak için iyice aranmalıdır. Onu bulmaya ve oradan Avrupa’ya bakmaya çalışınız ve Avrupa zihniyetini biliniz. Ondan sonra mesut olursunuz. Avrupa’nın huylarını, adetlerini kabul eder ve aynen uygularsanız yanarsınız. Çünkü sizi ahlaksız eder. Ahlakı bozulmuş bir millet ise payidar olamaz. Avrupa adetlerinin iyi cihetlerini, size faydalı kısımlarını, adet ve ırkınıza halel getirmemek şartıyla kopya ediniz ki, Avrupalılarla uyuşasınız.
... Camilerle mescitler ve fariza-i hac vesilesiyle Mekke ve Medine’de toplanmak ne güzel bir vasıtadır. Takdir etmiyorsunuz. Peygamberinizin gayet zeki bir diplomat olduğu tebliğ eylediği emirlerinden anlaşılmaktadır. Maalesef anlamıyorsunuz...”
1710 yılında İngiliz Sömürgeler Bakanlığı’nın emri ile Mısır, Irak, İran, Hicaz ve İstanbul’a ajan olarak gönderilen Humpher, hatıralarını bir kitapta derlemiştir. Burada bizzat Humpher’ın ifade ettiği üzere Sömürgeler Bakanı’nın yardımcısı kendisine bakanlık tarafından yayınlanan ve kendi casuslarına dağıtılan bir kitap vermiş ve burada Müslümanların güçlü ve zayıf yönleri belirlenmiş, güçlü noktaların nasıl zayıflatılacağı ve zayıf noktalardan nasıl yararlanılacağı ayrıntılarıyla ortaya konmuştur.
Sömürgeler Bakanı’nın Yardımcısı, ajan Humpher’a kitapla ilgili şunları anlatıyor:
“Yapılması gereken işlerin yapılması esnasında siz yalnız olmayacaksınız. Son derece samimi ve sadık meslektaşlarınızdan beş bin kişi tüm İslam ülkelerinde bu planların uygulanmasında size yardım edeceklerdir. Sömürgeler Bakanlığı bu alanda gelişme kaydedildiği takdirde bu sayıyı yüz bine çıkarmayı düşünmektedir. Böyle bir grubu yetiştirmede ve gerekli yerlere yerleştirmekte de muvaffak olduğumuz takdirde hiç kuşku yok ki tüm İslam topraklarına musallat olacağız. Tüm İslam ahkamını mahvetmeye koyulacağız. Ben sana müjde veriyorum, bir asır zarfında istediklerimize kavuşacağız. Eğer bugünkü İngiliz nesli gelecekteki zaferleri göremeyecek olsalar bile sonraki evlatlarımız bu mutlu günleri göreceklerdir. Ne güzel söylemiş İran atasözü; öncekiler ekti biz yedik, şimdi biz ekiyoruz gelecektekiler yesin diye. Büyük Britanya İslam’ı parçalamakta muvaffak olduğu vakit, Hıristiyanlık alemi bu 12 asırda katlandığı tüm eziyet ve zahmetlerden kurtulacaktır. Müslümanlar bu süre zarfında bize çok kere saldırmış bir çok savaş açmışlardır. Hıristiyanlığa hiçbir yararı olmayan haçlı savaşları gibi. Moğol hücumları plansız ve amaçsız başlatıldığı için onca yağma, yıkma ve tahribata rağmen İslam’ı yok edemedi.
Ancak bizim İslam ile olan savaşımız Moğollar gibi sadece bir takım askeri harekatlar ve yakıp yıkmalar, yağmalamalar değildir. Bu işte de pek acelemiz yoktur. B. Britanya Devleti ciddi bir mütalaa ve çok iyi bir planlama ile İslam’ın yok edilişi için adım atacaktır. Ve düzenli ve dakik planların uygulanmasını sabırla izleyecektir. Sonunda amacına ulaşacaktır. Tabii ki zaruret icap ettiği zamanlar ateşli silahlarımızla da saldıracağız. Ancak savaş son başvuracağımız yoldur. Buna da İslam topraklarında tam hakimiyet elde edince bize başkaldıranları ezmek için başvuracağız. Kuşkusuz ki İstanbul hükümdarları (Osmanlılar) çok zeki ve uyanıktırlar. Planlarımızı İslam ülkelerinde kısa vadede uygulama izni vermeyeceklerdir. Bu nedenle orta halli aileler için yaptırdığımız okullarda çocukları eğitmeliyiz. O bölgede çok sayıda kilise inşa etmeliyiz. İçki, kumar ve fuhşu öyle yaygınlaştırmalıyız ki genç nesil dinden tamamen yüz çevirsin. İslam ülkeleri yöneticileri arasında anlaşmazlık ve keşmekeşliği körüklemeliyiz. Fitne ve kargaşa ateşini tutuşturmalıyız. Devlet adamlarını, esnafı ve güçlü kişileri kurnaz ve güzel Hıristiyan kadınlarının pençesine düşürmeliyiz. Bu güzel yüzlü dilberleri onların toplantılarına sokmalıyız. Ta ki onlar siyasi ve dini güçlerini kaybetsinler. Halk onlara kötü gözle baksın. Haklarında kötü düşünsün. İslam’a duydukları iman azalsın. Neticede İslam alimleri, devlet ve halk arasındaki güçlü ilişki, birlik-beraberlik kopacak işte tam o sırada yıkıcı ve yakıcı savaş ateşleri tutuşturulacak. Ve İslam’ın kökünü bu ülkelerde dipten kazıyacağız”.[4]
Aynı Sömürgeler Bakanlığı’nın kısaca “böl, yok et” şeklinde özetlediği bir diğer planın da bazı maddeleri şu şekildedir:
1. İslam ülkelerinin bazı arazi, şehir ve köylerini gayrimüslimlere tahsis etmelerini teşvik etmeliyiz. Örneğin Medine’ye Yahudiler, İskenderiye Limanı’na Hıristiyanlar, İran’ın Yead şehrine Zerdüştler, Irak’taki Amare’ye Sabiiler (Hıristiyanlığın bir kolu), Kirman Şah’a Aliyülahiler vs. iskan edilmelidir. Lübnan’da Trablus Durzi kabilelere, Garz Şii Alevilere, Maskat Haricilere tahsis edilmelidir. Bu bölgeleri azınlıklara bıraktıktan sonra onları maddi, askeri ve savaş teçhizatı bakımından desteklemeliyiz. Siyasi ve askeri uzmanlar göndererek bu azınlıkların gelecekte Müslümanların gözüne bir diken gibi batması için ciddi bir şekilde çalışmalıyız. Onların bölgede yavaş yavaş büyümeleri, etkinlik kazanmaları ve iktidarı ele geçirmeleri Müslüman hükümetlerin yok olmasına, İslam nüfusunun zayıflamasına sebep olacaklardır.
2. Güçlü Osmanlı ve İran Devletleri’ni parçalayarak küçük yerli yönetimler icad etmek, bir taraftan da onlar ile merkezi hükümetler arasında çatışma ve anlaşmazlık çıkarmak, diğer taraftan bu gün Hindistan’da uygulanan program gibi “böl, yönet” daha açık bir dille “böl, yok et” planını uygulamak için çok dakik ve uygulanabilir bir harita hazırlanmalıdır.
3. Düzgün ve planlı bir şekilde İslami bölgelerde uyduruk mezhep ve inançların propagandasını yapmalıyız. Öyle ki propaganda yapıldıktan sonra çeşitli halk kitlelerine müsait fikri zeminler oluşturulabilsin. Mesela İranlılar imamlarına karşı aşırı bir ilgi duymaktadırlar. Hüseyin Allahi mezhebi, Hz. Sadık’a tabi olan mezhepler, gaip imam (Mehdi) ile Ali bin Musa Rıza hakkında aşırı mübalağada bulunarak “sekiz imami fırkası” propagandaları yapılabilir. Bu mezhepler için uygun yerler şu bölgelerdir: Hüseyin Allahi mezhebi için Kerbela, Hz. Sadık’a tabi olanlar için Isfahan, Mehdi’ye tabi olanlar için Samara, Sekiz İmami Mezhebi için Meşhed. Tabii olarak bu sahte mezheplerin propagandasını sade Şiiler arasında değil dört Sunni mezhep arasında da yaygınlaştırmalıyız. Bu fırkalar arasında da şiddetli çatışmalar çıkarmalı, her fırka kendini Müslüman diğerini kafir, mürted ve katli vacip ilan etmelidir.
4. Zina, livata(eşcinsel ilişki), içki içmek, kumar oynamak ve faizcilik Müslümanlar arasında yaygınlaştırılması gereken meselelerdir. Bu fesatların yayılmasında İslam’dan önceki mezheplere bağlı kalanlardan -ki sayıları pek çoktur- azami derecede yararlanılmalıdır.
5. Bu ülkelerde hassas işlerin sorumluluğuna, fasit ve temiz olmayan insanlar tayin ettirilmeye çalışılmalı, hatta mümkün ise bunların İngiliz Sömürgeler Bakanlığı memurlarından seçilmesi sağlanmalıdır. Bizim amaçlarımız İslam ülkelerindeki bu nüfuzlu kişilerin aracığıyla gizlice uygulamaya konulmalıdır. Elbette ki bu memur ve yöneticiler görünüşte Müslüman idareciler tarafından tayin edilecek, ancak perde arkasında Büyük Britanya Devleti Sömürgeler Bakanlığı ajanı olacak.
6. Arap olmayan Müslüman bölgelerde Arap dilinin yayılması önlenmelidir. Bu bölgelerde Kürtçe, Peştuca ve Urduca dilleri gibi milli dil ve kültürlerin propagandası yapılmalıdır. Arap kabilelerin arasında kendilerine has lehçelerin yayılmasına, fasih Arapça’nın yerini almasına özen gösterilmelidir. Böylece Araplar’ın Kur’an ve Sünnet ile bağları kopmuş olur.
7. Devlet kurumlarında müsteşar ve uzman adıyla İngiliz casuslarının sayısının arttırılmasına çalışılmalı, bu vesile ile İslam ülkelerinin başkanlarının ve yöneticilerinin kararları etkilenmelidir. Bu amaca ulaşabilmenin en iyi yollarından biri de, çok akıllı ve kültürlü köle ve hizmetçiler yetiştirerek, emirlere, saray çocuklarına, şehzadelere ve onların eşlerine, diğer etkin kişilere satmaktır. Bu köle ve hizmetçiler gördükleri eğitim sayesinde kısa zamanda kendilerini ispat edecek ve hakimlerin, müsteşar ve bakanların danışmanı makamına erişebileceklerdir.
8. Hıristiyanlığı çeşitli İslam toplumlarında maliye memurları, tabipler, mühendisler ve bunlara bağlı kişiler arasında yaymaya çalışmalıyız. Kilise, özel okul, kiliselere bağlı sağlık ocaklarının artırılması propaganda mahiyetli kitapların ücretsiz dağıtımı ve Hıristiyan takviminin İslam takvimi yerine geçirilmesi gibi konulara önem verilmelidir. Müslüman toplumlardan daha iyi bilgi toplamak ve Hıristiyanlığı yaymak amacıyla İslam topraklarında kurulan kiliselerde rahip, papaz ve rahibe adıyla İngiliz casusları görevlendirmeliyiz. Bu papaz görünümlülerin bazıları İslam bilimcisi müsteşrik ve diğer adlar altında tarihi gerçekleri tahrif etmeye çalışmalıdırlar. İslam ülkelerinin durumu hakkında gerekli bilgileri edindikten sonra İslam’ın zararına ve Hıristiyanlığın yararına makaleler yazılmalıdır.
9. Müslüman genç erkek ve kızlar arasındaki dinsizliği yaymalıyız. İslam ilkelerine yönelik şüphe ve kuşkular uyandırmalıyız. Kiliseye bağlı okullarda İslam’a ve ahlaka uymayan kitaplar dağıtmalı, gayri ahlaki ilişkiler için spor merkezleri kurmalı, gençlerin gayri Müslüman dostlar edinmelerini sağlamalıyız. Yahudi, Hıristiyanlar ve diğer dinlere mensup gençlerin katıldığı dernekler kurmalıyız. Mümkün olan her vesileyi kullanarak Müslüman gençleri tuzağa düşürmeliyiz.
10. İslam ülkeleri içinde ve dışında Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında çatışma ve kargaşa yaratmalı veya Müslüman fırkaları arasındaki İslam ittihadını zayıflatmalıyız. Böylece gelişme ve ilerlemelerini engellemek amacıyla aralarında sürekli ihtilaf ve geçimsizlik yaratacak diğer meselelerle ilgilenmelerini önlemeli ve mevcut vahdeti ortadan kaldırmalıyız. Fikri güçlerini, milli servet ve mali hazinelerini boşa harcatmalı, gençlerin şevk dolu faal ruhlarını ortadan kaldırmalıyız.
11. İslam ülkelerinin tarımlarını ve diğer gelir kaynaklarını ortadan kaldırmalıyız. Tembellik ve uyuşukluğu teşvik etmeliyiz. Yeni üretim imkanlarını sekteye uğratmak için halkın bıkkınlık ve nefret duygusunu güçlendirmeliyiz. Kahvehane ve eğlence yerlerini arttırmalıyız. Halk arasında esrar ve diğer uyuşturucu madde alışkanlığını yaygınlaştırmalıyız”.
Ey müslümanlar, böyle planlı bir çalışmanın karşısında hiçbir güç duramaz, uzun süre ayakta kalamaz, ve yok olup gider. Aynı Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi!. Hala geç olmadığını düşünen ve milliyetçilik duygularıyla bu çığ gibi gelen felaketi önleme konusunda iyimser ve gayretli olanlar çalışmalarının fikri arka planına Kur’anı almalıdırlar, onu rehber edinmelidirler. Değilse böyle sağlam bir fikri arka planı olmadan başka herhangibir yolla başarılı olmaları mümkün değildir. Çünkü, başka fikirlere, akımlara, girişimlere rahatlıkla sızıp bozabilirler, çok kolaylıkla işin başına geçip iktidarı ele geçirebilirler. Zaten komünizm, faşizm, demokrasi, milliyetçilik, ırkçılık v.s gibi mevcut bütün fikirler ve akımlar onların başlarının altından çıkmadı mı?. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasında en büyük etkiyi milliyetçilik akımları oluşturmuştur. Bu akımlarla bütün farklı ırklar ve kültürler birbirlerine düşman edilerek koskoca bir imparatorluk buz gibi darmadağın edilmiştir. Hala da bu halklar arasındaki düşmanlık devam etmekte, sebep olarak da herkes birbirini suçlamaktadır. Herkes kendisini melek, karşısındakini de kelek sanmaktadır. Mesela, özünde Müslüman ve kardeş olan iki büyük halk olan Türkler ve Arapların birbirine düşmanlığı hiç dinmeyecek ve hiç bitmeyecek gibi görünüyor. Aslında her ikisinin de gerekçesi asılsız ve sudan sebepler. Hiçbir konuyu gerçek boyutlarıyla araştırmadığımız gibi, bu konuyu da araştırmıyoruz, duyduklarımızın yalan, yanlış ve uydurma olabileceğini hiç düşünmeden onlarla amel ediyoruz. Tabi kardeşler böyle kavga ederken hırsız da evi soyup soğana çeviriyor, atı alan üsküdarı geçiyor. Hayvanlar aleminde izlemiştim; İki tane erkek ceylan kavgaya tutuşuyorlar ve kavgaya kendilerini o kadar kaptırıyorlardı ki, kendilerine sinsice yaklaşan kaplanı farkedemiyorlar, farkettiklerinde ise iş işten geçmiş oluyordu ve kaplan tarafından biri yakalanıp ham ediliyordu. Tabi ki, başka bir kavgada da öteki ham edilecek. Aptal hayvanlar ve aptal insanlar!.
Bazı saf düşünceli, aptal ve kompleksli insanlarımızla, İslam’dan bıkmış, İslamın adından dahi rahatsız olan bazı insanlarımız bu misyonerlik çalışmalarını masum ve zararsız görebilirler. İnsanlarımızın din değiştirerek başka bir dine geçmelerinde de bir sakınca görmeyebilirler. Ancak, kazın ayağı hiç de öyle değil, şimdi bu konuda misyonerlerin ne kadar masum olduklarını bir görelim;
Hıristiyan misyonerler emperyalizmin öncü kuvvetleridirler. Batı ülkeleri dini, yönetimin tamamen dışında bıraktıkları halde İslam dünyasındaki misyonerlik çalışmalarına büyük maddi katkıda bulunmaktadırlar. Misyonerliğin öncelikli amacı insanlara hıristiyanlık dinini tebliğ etmek değil gelişmemiş üçüncü dünya ülkelerinin halklarının Batı ülkelerinin dünya üzerinde kurmuş oldukları sömürgeci yapıya tamamen teslim olmalarını ve başkaldırmamalarını sağlamaktır. Bu arada misyonerler, söz konusu sömürgeci yapıyı tehdit eden tehlikeleri de ortadan kaldırmayı amaçlamaktadırlar. İslam dünyasındaki hıristiyan misyonerlerin sadece din propagandası yapmakla kalmayarak bozgunculuk yapmaları da bu yüzdendir.
Günümüzde Müslümanların karşı karşıya olduğu meselelerin pek çoğuna onlar sebep oldular ve halen de sebep olmaya devam ediyorlar. Misyonerler geçmişte, Müslümanları hıristiyan yapmakta başarılı olamayacaklarını anlayınca "İslam Birliği"ni ve Müslümanların İslamca yaşantılarını bozmak için değişik bir yol tuttular. Dolayısıyla Müslümanlar arasında kavmiyetçilik, liberalizm vs. gibi fikirleri yaymaya başladılar. Bugün Müslümanlar arasında yaygın olan gayrı İslâmi düşüncelerin çoğu onların ürünüdür.
Bugünkü hıristiyanlığın asıl vatanı durumunda olan Avrupa ve Amerika'da din büyük oranda arka plana atıldığı, hıristiyanlığın kuralları tümüyle unutulduğu halde, misyonerler çalışmalarını İslam ülkelerinde ve geri kalmış durumdaki Afrika ve Asya ülkeleri üzerinde yoğunlaştırmaktadırlar. Böyle yapmaları emperyalizmin çıkarlarına hizmeti amaç edindikleri yolundaki iddiamızı doğruluyor. Emperyalizmin desteği ile çok büyük bir maddi güce sahip olan kilisenin sömürge durumundaki ülkelerde yürüttüğü çalışmaları aksatmamak için kendi vatanını ihmal etmesi boşuna değildir.
Sahip oldukları dokunulmaz ve özerk statüyü çok iyi değerlendiren kilise otoriteleri kendi vatandaşlarına "din" konusunda pek söz geçirememekle beraber, üçüncü dünyada faaliyet göstermek üzere büyük bir sermaye desteğine sahiptirler. Özellikle Afrika ve Uzakdoğu gibi istismar edilmeye çok uygun yerlerde misyonerler, sınırsız ekonomik imkânların yanında batı ülkelerinin ve mevcut kukla rejimlerin askeri ve siyasi desteğiyle çalışmaktadırlar. Bugün dünyada hıristiyan bir azınlık tarafından yönetilen Müslüman ülkelerin sayısı az değildir.
İslam aleminde hıristiyanlaştırma faaliyetlerinin kökleri haçlı savaşlarına kadar uzanır. Hıristiyan Avrupa'nın İslam âleminde teşkilatlı bir şekilde misyonerlik çalışmalarını başlatması ise 13. asrın başlarında olmuştur. Hıristiyan misyonerler İslam alemindeki hıristiyanlaştırma faaliyetlerini organize etmek amacıyla tarih boyunca çeşitli dernekler ve teşkilatlar kurmuşlardır. On dokuzuncu asrın girmesiyle misyonerlik faaliyetleri daha da gelişmeye ve güçlenmeye başladı. Özellikle Batı'nın gerçekleştirdiği teknolojik gelişmeleri çeşitli İslam topraklarına sokmak suretiyle nüfuzunu genişletmesi İslam âlemine misyonerlik faaliyetlerinin sızmasını da kolaylaştırdı. Misyonerlerin Müslümanlar arasında yayılmasını Avrupa ülkelerinin İslam topraklarına askerler göndermesi takip etti. Bu noktada sömürgeci güçlerle misyonerlerin gayeleri birleşiyordu.
Emperyalizmin Afrika senaryosu ve bunda misyonerlerin rolü, emperyalizm-misyonerlik ilişkisini ortaya koyma bakımından üzerinde durulmaya değer.
Afrika'nın keşfinden sonra bu kıtaya ilk yayılanlar misyonerler oldu. Misyonerlerin amacı sadece insanları hıristiyanlaştırmak değil aynı zamanda onları sömürge hakimiyetine hazır hale getirmekti. Böylece Avrupa'nın Afrika üzerindeki hakimiyeti daha da kuvvet kazanacaktı.
Nitekim misyonerler bütün güç ve imkânlarıyla çalıştılar. Avrupalılar da hakimiyetlerini kurdular ve bunun sonucunda bir yandan Afrika'nın tabii zenginlikleri Avrupa'ya aktarılırken, diğer yandan ekonomik gelişmeler dolayısıyla işçi talebinin karşılanması için insanlar köleleştirildiler. Avrupalının yüzyıllar süren sömürge düzeninin neticesi, bu kıtanın verimsiz, kurak ve çöl haline getirilmesi dolayısıyla insanlarının fakirleşmesi oldu. Afrika kıtasının tabii zenginliklerinin Avrupa'ya taşınması sonucunda bu kıtanın çölleşmesini de Avrupalılar kendi çıkarları açısından kullanmayı bildiler. Batılılar, hıristiyanlaştırma faaliyetleri çerçevesinde geçmişte gerçekleştiremediklerini bugün yoksulluğu fırsat bilerek gerçekleştirmek istiyorlar. Bugün Batı'nın göndermiş olduğu hıristiyan misyonerler Afrika insanının yoksulluğunu ve açlığını onu hıristiyanlaştırmak için değerlendirmektedirler.
World Christian Encyclopaedia (Hıristiyan Dünyası Ansiklopedisi)'nın yayın müdürü istatistikçi Dawid Warren'e göre 1970'lerde hıristiyanlaştırma faaliyetlerine 70 milyar dolar ayrılmışken bu miktar gittikçe artırılarak 1980'lerde 100.3 milyar dolara çıkarıldı. Dawid Warren, tüm dünyada yapılacak hıristiyanlaştırma faaliyetleri için 1985 yılında da 127 milyar dolar ayrıldığını bildirdi. (Buna misyonerlik faaliyetleriyle bağlantılı gıda, sağlık ve diğer zorunlu ihtiyaç yardımlarının da dahil olduğunu sanıyoruz.) Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere misyonerler, faaliyetlerini kuraklık ve açlık musibetine uğrayan ve kendi hallerine terk edilen Afrikalıların yaşadıkları bölgelerde yoğunlaştırmaktadırlar. Yardımseverler kisvesi altında faaliyet yürüten misyonerler her gün yüzlerce Etyopyalı, Sudanlı, Çadlı, Malili ve Mozambikli insanın inancını çalmaktadırlar. Anne ve babalarını kaybeden Müslüman çocuklar, papazlar tarafından idare edilen hıristiyan yetimhanelerine götürülmekte ve içlerinden zeki olanlara kilise bursları temin edilerek Batı ülkelerine tahsil yapmaya gönderilmektedirler. Bunlar Batı ülkelerinin Afrika ülkelerindeki çıkarlarını korumaya elverişli hale getirilmek üzere özel bir eğitime tabi tutulmaktadırlar. Söz sırası gelmişken bugün İslam ülkelerindeki yönetim meselesinin ve bu ülkelerde yönetim ile halk arasındaki kopukluğunun da geçmişte uygulanan benzer politikadan kaynaklandığına dikkat çekmemiz uygun olur.
Bugün Afrikalı Müslüman, iki büyük tehlike ile karşı karşıyadır. Biri açlık ve sefalet dolayısıyla hayatını kaybetme tehlikesi, diğeri ise fırsatı ganimet bilip insanların içinde bulundukları imkânsızlıkları istismar eden hıristiyan misyonerlerin tuzağına düşerek imanını kaybetme tehlikesi. Bunların ikincisi birinciden çok daha tehlikelidir. Çünkü birincisi geçici hayatı kaybetme tehlikesi, ikincisi ise ebedi hayatı kaybetme tehlikesidir. Ama ikincisi birinciyle irtibatlı. Çünkü Afrikalı Müslüman açlık ve sefalet yüzünden misyonerlerin kucağına itiliyor.
Şimdi size hıristiyan misyonerlerin Afrika'daki çalışmalarından bazı örnekler sunalım:
Afrika'daki Müslüman halklar içerisinde açlık sıkıntısından en çok etkilenen toplumlardan biri Mozambik Müslümanlarıdır. Birleşmiş Milletler'in yayınladığı bir rapora göre Göneydoğu Afrika ülkelerinden Mozambik'te doğan her bin çocuktan 350'si yetersiz beslenme sebebiyle hayatını kaybediyor.
Mozambik Müslümanları 500 yıl Portekiz emperyalizmine karşı savaş verdiler. Portekizliler bu beş asır içinde Müslümanların bütün mal varlıklarını gasp edip onları fakir, çaresiz bıraktılar. Bu beş asır sonunda kazanılan zafer de çeşitli siyasi oyunlarla yine Müslümanların elinden alındı. 1977 yılında bağımsızlığını ilan eden Mozambik'te yönetimi ele geçiren Milli Cephe, sosyalist sistem getirdi. Bu sosyalist rejimin gölgesinde misyonerler gayet rahat bir çalışma ortamı bulabildiler. Geçmişte Müslümanlardan zorla aldıklarının çok az bir kısmını geri veren misyonerler, verdikleriyle beraber batıl inançlarını da kabul ettirmeye çalıştılar.
Hıristiyan kilisesi Mozambik'te yürütülen hıristiyanlaştırma çalışmalarıyla ilgili olarak verdiği raporunda bu ülkede hıristiyanların sayısının hızla arttığını duyurdu. Bu ülkede açlığın hüküm sürdüğü yerlerle kurak bölgelerde gıda maddelerinin dağıtılması hususunda misyoner teşkilatları ile hükümetin sıkı bir işbirliği içinde oldukları bildirildi. Mozambik'teki hıristiyanlaştırma çalışmaları genellikle Müslümanlara yönelik. Yukarıda sözü edilen kilise raporuna göre Mozambik'teki "Yav" kabilelerinin % 80'i, "Makondi" kabilelerinin de % 43'ü Müslüman.
Bugün hâlâ açlığın cenderesinden kurtulamamış olan Somali'de misyonerlik çalışmalarının iki asırlık bir geçmişi var. Misyonerler bu ülkede iki asırlık hummalı çalışmaları sonunda tek bir Müslümanı bile hıristiyan yapmayı başaramadılar ama sömürgeci güçlerin bu ülkenin yönetimini kendi çıkarlarına hizmet edecek kişilerin eline teslim etmeleri için şartları hazırlamayı başardılar. Somali'nin 1991 ayaklanmaları ile iktidardan uzaklaştırılan eski diktatörü Siyad Berri, ülkedeki İslâmi uyanışın önüne geçmek amacıyla hıristiyan misyonerlerden yararlanıyordu. İslâmi hareket mensuplarına göz açtırmayan Siyad Berri, misyonerlere Müslüman halk içinde faaliyet yürütmeleri için her türlü imkânı sağlıyordu. Sömürgeci güçlerin çıkarlarını koruması üzere Somali devlet başkanlığına getirilen Siyad Berri misyonerlerin önüne bütün kapıları açmış ve misyoner okulları açmalarına fırsat tanımıştı. Hatta Berri ihtiyaçlı durumdaki Müslüman ailelerin çocuklarının binlercesini hıristiyan misyonerlere satmaya bile kalkıştı.
Somali Müslümanlarının 1988 sonlarına doğru Kuveyt İslam Fıkhı Enstitüsü'nün 5. dönem toplantısına gönderdikleri mektupta şöyle deniyordu: "...Yönetim hıristiyanlaştırma çalışmaları için her türlü imkânı hazırladı. Müslümanlar tarafındaki bütün engelleri kaldırdı. Müslümanların İslâmi hislerini öldürdü. İslâmi tebliğ çalışmalarını yasakladı, ağızları kapattırdı ve misyonerlerin seslerinden başka her sesi susturdu. Artık misyonerlerin ülkemizde enine boyuna dolaşmaları ve istediklerini yapmaları için bir engel söz konusu değil. Ağızların kapatılmasından, İslam'ın sesinin kısılmasından, Müslüman davetçilerin kovulmalarından veya hapse atılmalarından sonra meydan onlara kaldığı için misyonerler artık Müslümanların çocuklarını arabalara yükleyerek adeta mal gönderir gibi Avrupa veya Amerika kiliselerine gönderebiliyorlar. Somali tarihinde ilk kez bazı gençlerin boyunlarına haç astırıp sokaklarda dolaştığı görüldü. Kuzey bölgedeki bazı şehirlerin yıkılmasına ve ahalilerinin sürgün edilmesine yol açan son olaylardan sonra bazı aileler çoluklarıyla çocuklarıyla Avrupa'ya veya Amerika'ya göç ettiler. Gittikleri yerlerde onları kilisenin adamları karşılayıp çocuklarını alıyorlar".
Somali'de 1991 yılında çıkan ve Siyad Berri diktatörlüğüne son vermeyi amaçlayan iç savaşın, halkı daha çok fakirliğe ve açlığa itmesi de misyonerlerin işine yaradı. Hatta misyoner teşkilatları bu kez Birleşmiş Milletler teşkilatı ile de işbirliği yaparak hıristiyanlaştırma çalışmalarını daha da hızlandırdılar.
Fakir Afrika ülkelerinden Malavi'de elli - altmış yıl öncesine kadar nüfusun % 66'sını Müslümanlar oluştururken bu oran zaman içinde % 17'ye kadar düştü. Bu kadar kısa süre içinde böyle büyük bir düşüş gerçekleşmesinin sebebi eğitimin hıristiyanların denetimi altında olmasıdır. Misyonerler eğitimi denetimlerine almaları sayesinde okuyan kesimi ele geçirdiler. Bunun üzerine İslam okumamış kesimin dini haline geldi. Misyonerler bunu da İslam aleyhine bir propaganda malzemesi olarak kullandılar ve İslam'ın ancak cahil kesim tarafından kabul edilebilecek bir din olduğuna ülke halkının bir bölümünü inandırabildiler.
Fakat özellikle 1980'li yıllarda bu ülkede yeniden bir İslâmi uyanış ortaya çıktı. Bu uyanış sayesinde, geçmişte hıristiyan misyonerlerin İslam hakkındaki asılsız iddialarından etkilenen ve özellikle inançları yiyecek maddesi karşılığında çalınmış olan Malavililer yeniden İslam'ı tanımaya ve Müslüman olmaya başladılar. Bu durum karşısında Papa II. Jean Paul'ün emriyle Malavi'de görev yapan misyonerler yeniden bir atağa geçtiler. Ama bu kez misyonerler pek başarı elde edemediler ve Müslümanların çalışmaları daha etkili oldu. Hıristiyan kilisesi Malavi'de yenik düştüğünü ve geçmişte kullandığı hilelerin artık iş görmediğini anlayınca bu ülkede her türlü dini propagandanın yasak edilmesini istedi. Katoliklerin dini lideri II. Jean Paul de 1989 baharında çeşitli Afrika ülkelerini içeren ziyareti esnasında Malavi'ye de uğradı. Ziyaret ettiği diğer Afrika ülkelerindeki misyonerlik çalışmalarına devletin destek vermesini isteyen II. Jean Paul, Malavi'de bütün dini propagandaların yasak edilmesi çağrısını tekrarladı. Bu durum sömürgecilerin çıkarlarını garantiye almak için dini bir altyapı oluşturmak üzere görevlendirilen hıristiyan misyonerlerin eşit şartlarda mücadeleye ve er meydanında güreşe yanaşamadıklarını ortaya koyuyordu. Mali'nin Kav şehrinde misyonerlik faaliyetleri 1927'de başladı. O tarihten 1980'lere kadar hıristiyanlaştırılabilen Müslüman sayısı sadece ikiydi. Ama bu zaman zarfında misyonerlerin "fakirleştirme" ve "cahilleştirme" politikaları başarılı oldu. Dolayısıyla 1980'lerden sonra hıristiyanlaştırılabilen Müslüman sayısı hayli arttı. Mali'de faaliyet yürüten hıristiyan misyonerlerin genç kızları çeşitli yollarla evlerinden alarak misyoner merkezlerine teslim ettikleri tespit edildi. Konuyla ilgili açıklamalarda hıristiyan misyonerlerin Müslüman kızları kandırabilmek için onlara süs eşyası, güzel ve lezzetli yiyecekler, kıymetli giyecekler temin ettikleri bildirildi. Misyonerler bu yollarla ağlarına düşürebildikleri Müslüman genç kızları ailelerinden habersiz olarak misyoner merkezlerine götürüyor ve orada hıristiyanlık propagandasına tabi tutuyorlardı. Mali'de misyonerlik çalışmalarını yürüten örgütlerin genellikle kadın örgütleri olması da ilgi çekiciydi. Bunun en önemli sebebi orada daha çok genç kızların hedef alınması ve pusuların, ağların onlara göre düzenlenmiş olmasıydı. Dikkat çeken bir başka husus ise Mali'de faaliyet yürüten misyoner kadınların çoğunlukla Fransız asıllı olmalarıdır. Bunda Fransa'nın Mali'deki sömürgeci çıkarlarının korunmasının etkisi vardı. Fransa yönetimi hıristiyanlaştırma yoluyla Mali'deki emperyalist çıkarlarını korumak amacıyla kilise teşkilatlarına ve misyonerlere büyük yardımlar yapıyor.
Afrika'daki hıristiyan misyonerler zaman zaman siyasi karışıklıklara ve fitnelere de sebep olmaktadırlar. Mesela Afrika'nın küçük ülkelerinden olan Liberya'da Ağustos 1990'da çıkarılan ayaklanmanın asıl amacı bu ülkedeki İslâmi ilerleyişin önüne geçmekti. 3 milyon nüfusa sahip Liberya'da halkın yaklaşık % 45'ini oluşturan Müslümanlar, ne devlet başkanı Samuel Doe'nin ne de ayaklananların tarafını tutuyorlardı. Buna rağmen çok sayıda Müslüman atılan mermilere hedef seçildi. Liberya'daki Müslüman davetçilerin ileri gelenlerinden olan Seyko Hüseyin Sako'nun haftalık el-Muslimun gazetesine verdiği demece göre çoğunluğu putperest kavimlere mensup olan isyancılar Liberya'daki hıristiyan misyoner teşkilatlarından ve kilise temsilcilerinden önemli oranda yardım alıyorlardı. Liberya'daki ayaklanmanın başlama hikayesi de oldukça ilginçti. Önce kilise güdümündeki Observer gazetesinin başkan Samuel Doe'yi Müslümanlara arka çıkmakla, camilerin ve İslâmi okulların yapımına yardımcı olmakla suçlamasıyla işe başlandı. Bunun arkasından karşılıklı suçlamalar ve ithamlar birbirini takip etti. Sonunda yine büyük ölçüde kilise mensuplarının ve misyonerlerin tahrikleri neticesinde ayaklanma başlatıldı. İsyancılar gerçekte Samuel Doe iktidarına son vermeyi amaçladıkları halde birçok yerde silahlarını Müslümanlara çevirdiler. Bazı Müslüman köylerinde toplu katliam gerçekleştirdiler. Liberya olayları ile ilgili olarak özellikle üzerinde düşünülmesi gereken de isyancıların bir Müslüman köyüne girdiklerinde ilk önce köyün imamını sormaları ve ilk iş olarak onu bulup öldürmeleriydi.
1989 Mayıs'ının ortalarında Batı Afrika ülkelerinden Senegal'in başkenti Dakar'da Senegallilerin Moritanyalılara saldırmaları üzerine başlayan çatışmalarda birçok insan öldürüldü. Bu olaylarda özellikle Fransa hesabına çalışan misyonerlerin parmağı olduğu sonradan ortaya çıkarıldı. Moritanya kültür bakanı Ahmed el-Emin Veled bu konu ile ilgili olarak yaptığı açıklamada misyonerlerin Afrika'da güven ve istikrarı bozmak, çeşitli sürtüşmelere sebep olabilmek için bilhassa hıristiyan yaptıkları kimseleri kullandıklarını ve bu arada ayrılıkçı gruplar ile de işbirliği içine girdiklerini söyledi. Ahmed el-Emin Veled, Senegal ile Moritanya arasında ortaya çıkan sürtüşmede katolik kilisesi hesabına çalışan misyonerlerin büyük rollerinin olduğuna işaret etti. Bakan Veled, katolik kilisesi hesabına çalışan misyonerlerin Senegallilerin kavmiyetçi düşüncelerini harekete geçirmek suretiyle, kendilerini bu ülkede yaşayan Moritanyalı azınlığa karşı kışkırttıklarını ve Senegal yönetimini de Moritanya ile savaşa girmek üzere teşvik ettiklerini ifade etti. Senegal olaylarının başlamasında Fransa hesabına çalışan ajanların ve yayın organlarının da etkinliği olmuştu. Senegal olaylarını kışkırtanların ve tertipleyenlerin başında Senegal'in eski başkanı Sengur zamanında İçişleri bakanlığı yapmış olan Jean Goulan bulunuyordu. Fransa finansmanlı basın organları da Moritanyalılarla Lübnanlıların geçmişte köle ticareti yaparak zengin olduklarını ileri sürüyor ve bundan dolayı Senegallileri Moritanyalılara karşı kışkırtıyorlardı. İşin gerçeğinde ise Senegal'deki köle ticaretini Fransızlar ellerinde tutmuşlar ve bu ülkeden zorla topladıkları binlerce Müslümanı Avrupa ülkelerinde köle olarak satmışlardı. Fransa güdümlü Demokratik Parti gazetesi de Senegalli siyahları Moritanyalı beyazlara karşı toplu kıyama davet etti. Bütün bu olaylar Fransız emperyalizmi ile misyoner teşkilatlarının işbirliğine delil teşkil ediyordu.
Uganda'da 19. yüzyılın sonlarına doğru başlayan Müslüman katliamının arkasında hıristiyan misyonerler vardı. Hıristiyan misyonerler bu ülkedeki Müslüman hakimiyetine son verebilmek için adam satın alma yoluyla bazı yerli Ugandalıları kendi taraflarına çekebildiler. Ardından kendi adamlarına modern silahlar temin ederek Müslümanlara karşı dini savaşlar başlattılar. Bu savaşlarda on binlerce Müslüman topluca öldürüldü. Sudan'ın güneyindeki ayrılıkçı gruplara hıristiyan misyonerler tarafından tabut içinde silah gönderildiği Sudan polisi tarafından tespit edilmişti. Bu olayın ortaya çıkarıldığı dönemdeki Sudan Kültür bakanı Ali Şumuvv, bir açıklamasında Sudan'ın çeşitli iç problemlerinin arkasında hıristiyan misyonerlerin bulunduğuna işaret etti. Ali Şumuvv, misyonerlerin Sudan'ın güneyini kuzeyinden ayırarak bu bölgede kendi amaçlarına hizmet edecek ufak bir devlet ortaya çıkarmak için bütün imkânlarını seferber ettiklerini belirtti. Ali Şumuvv konuyla ilgili açıklamasında Afrika'daki Müslümanların en büyük baş belalarının hıristiyan misyonerler olduğuna dikkat çekti.
Orta Afrika ülkelerinden olan Kenya'da misyonerlik çalışmaları bugün hâlâ oldukça yoğun durumdadır. 1990 yılında bu ülkede sadece İngiltere'den 320 misyoner görev yapıyordu. Batı ülkeleriyle iyi ilişkiler içinde olan Kenya hükümeti de misyonerlik çalışmalarına her türlü imkânı sağlamaktadır. Bu ülkede misyonerlik çalışmalarının oldukça yoğun olması sebebiyle bazı çevreler Kenya'yı Afrika'nın Vatikan'ı olarak adlandırmaktadırlar. Ne var ki, gittikleri yerlerde merhamet tacirliği yapan misyonerlerin Kenya'da silah ticareti ile de uğraştıkları belirlendi. Ancak misyonerlerin bu işgüzarlığı, hıristiyanlık propagandalarına her türlü imkânı tanıyan Kenya hükümetini kızdırdı. Kenya hükümeti 1989 sonlarına doğru, ülkeye silah soktukları ve iç güvenliği tehdit ettikleri gerekçesiyle Kenya Hıristiyan Kiliseler Birliği (ACCK) üyesi bazı misyonerleri sınır dışı etti. Kenya hükümeti olayla ilgili açıklamasında hıristiyanlık propagandasında kullanılacak malzeme diye göstererek ülkeye silah ve savaşta kullanılacak haritalar soktuklarının tespit edildiğini bildirdi. Konuyla ilgili olarak verilen haberlerde kilise papazlarından Richard Hamilton adında bir kişinin Kenya'dan kovulduktan sonra mühendis kılığına girerek kilisenin mülkünü alıp Hıristiyanlığa hizmet eden başka kurumlara çevirmek amacıyla yeniden bu ülkeye girmeye kalkıştığına işaret edildi.
1977'de siyasi bağımsızlığına kavuşan Cibuti de geniş çaplı bir misyoner saldırısına maruz kaldı. Somali'nin kuzeyinde Aden Körfezi kıyısında bulunan Cibuti'nin bir milyon civarındaki nüfusunun yüzde yüze yakını Müslümandır. Cibuti aynı zamanda Somali zulmünden kaçan Ogadenli Müslümanların da mülteci olarak yaşadıkları bir ülke. Ogadenli mülteciler misyonerlerin iştahlarını kabarttı ve Cibuti'ye yönelik misyoner saldırısı da, Ogadenli Müslümanların yurtlarını terk ederek bu ülkeye iltica etmesiyle birlikte hız kazandı. Cibuti küçük bir ülke olmasına rağmen emperyalizm için özel bir önem arz etmektedir. Çünkü Aden Körfezi'ni Kızıl Deniz'e bağlayan Babu'l-Mendeb boğazı Cibuti'nin kontrolündedir. Güneyden Somali ile kuzeyden ve batıdan da Etyopya ile sınırdır. Bu itibarla önemli bir coğrafi konuma sahiptir. Dolayısıyla emperyalizmin öncüleri durumundaki misyonerler Cibuti'ye özel ihtimam gösteriyorlar. Amaç sadece insanları hıristiyan yapmak değil buradaki emperyalist çıkarları garantiye almak.
Misyonerler Afrikalı Müslümanları dinlerinden uzaklaştırabilmek için onların aralarında kavmiyetçiliği yayma yolunda da büyük gayretler sarf ettiler. Misyonerler uzun yıllar Afrikalıları, İslam'ın bir "Arap dini" olduğuna inandırmaya çalışarak, onların daha çok kavmiyetçi düşünceleri benimsemelerini sağlamak istediler. Onların bu yöndeki çalışmalarının Afrikalılar arasında önemli etkileri olmuştur. Ancak, Afrika kıtasında İslâmi uyanışın yeniden kendini gösterdiği son yıllarda misyonerlerin kavmiyetçi fikirleri yayma çabaları eski etkisini kaybetmeye başladı.
Afrika'daki hıristiyan misyonerler İslam'a ve Müslümanlara karşı çalışmalarında siyonist İsrail rejimi ile de işbirliği yapıyorlar. Özellikle son yıllarda Afrika ülkelerinde de İslâmi uyanışın etkili olması üzerine hıristiyan misyonerler siyonist rejimle daha çok işbirliğine girme ihtiyacı duydular. Liberya'da binlerce Müslümanın öldürülmesine yol açan iç savaşın arkasında hıristiyan misyonerlerle birlikte siyonistler de vardı. Güney Sudan'daki ayrılıkçı gruplara da hıristiyan misyonerlerle birlikte siyonist rejim de destek vermektedir. Misyonerler Güney Sudan'daki ayrılıkçılara tabut için silah temin ederlerken siyonist İsrail yönetimi de ayrılıkçı militanları özel askeri eğitime tabi tutmaktadır.
Hıristiyan misyonerler, Afrika'daki gibi Asya ülkelerinde de insanların fakirliklerini hıristiyanlaştırma faaliyetlerinde değerlendirmektedirler. Halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan ve dünya ülkeleri arasında fakirlik sıralamasında ikinci sırayı alan Bangladeş'te hıristiyan misyonerler gayet yoğun bir faaliyet yürütmektedirler. Fakirlik, bilgisizlik, işsizlik ve sağlık hizmetlerinin yetersizliği hıristiyan misyonerlerin başarılı olmak için aradıkları şartlar. Bu şartların tümü Bangladeş'te mevcut. Dolayısıyla kilise teşkilatları bu ülkeye oldukça fazla önem veriyorlar. Misyonerler fakir ve dinleri hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan Müslümanları tuzaklarına düşürmek için sosyal yardım merkezleri, okullar vs. açıyorlar. Kurdukları sosyal yardım merkezlerinden yardım almak isteyen Müslümanlara hıristiyan olmalarını şart koşuyorlar. Okullarına öğrenci alırken ise hıristiyan olma şartı aramıyorlar. Ancak misyoner teşkilatlarına bağlı okullara giren çocuklar sürekli hıristiyanlık propagandasına tabi tutuluyorlar. Aynı şekilde misyonerlerin sağlık hizmetlerinden yararlanmak isteyen Müslümanlar da hıristiyanlık propagandalarına maruz kalıyorlar. Devletin resmi sağlık kuruluşları yetersiz kaldığından ve düzensiz beslenme, sağlık kontrolünün ve koruyucu hekimliğin olmaması gibi sebeplerden dolayı hastalık oranı yüksek olduğu için misyonerlerin sağlık kuruluşlarına ihtiyaç duyanların sayısı çok oluyor. 200 yıldan buyana yoğun misyonerlik faaliyetlerine maruz olan Bangladeş'te son yıllara kadar 1 milyon Müslümanın hıristiyanlaştırıldığı çeşitli kaynaklarda ifade edilmektedir. Bangladeş hıristiyanları kendilerine özel (bağımsız) bir kilise teşkilatı kurdular.
İslam ülkelerinin nüfusça en kalabalık olanı Endonezya'da da yoğun misyonerlik faaliyetleri yürütülmektedir. Batı, Endonezya'yı önce doğrudan işgal etti. Sonra kendi hesabına iş yapacak adamlarını yönetime geçirip işgal kuvvetlerini geri çekti. Daha sonra bu ülkede, İslâmi uyanışın başlaması ve emperyalizmin çıkarlarını tehdit etmesi üzerine öncü kuvvetleri durumundaki misyonerleri gönderdi. Endonezya'daki misyoner teşkilatları Birleşmiş Milletler teşkilatından da yardım almaktadırlar. Diktatörü Sukarno ve Suharto döneminde misyonerler totaliter rejimle işbirliği yaparak Müslümanlara baskı yapılması suretiyle onların dinlerini güvenilir kaynaklardan doğru bir şekilde öğrenmelerine engel oluyor, onları dinleri hakkında cahil bırakmak ve hıristiyanlık propagandalarından rahatlıkla etkilenebilecek, şuursuz ve bilgisiz insanlar topluluğu haline getirmek için çalışıyorlardı. Bu ülkedeki misyonerlik faaliyetlerinin en önemli yanını ise diğer ülkelerde olduğu gibi insanların yoksulluklarından istifade oluşturmaktadır. Bu faaliyetlerinde başvurdukları metotlardan bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
a.Hıristiyan olmak, yahut hıristiyanlığı kabul etmek veya çocuklarını hıristiyan okullarına göndermek şartıyla, fakir Müslümanlara mali yardım yapılması.
b.Çeşitli vesilelerle rejim tarafından tutuklanan Müslümanların ailelerine yardım sağlayarak onları hıristiyanlığa ısındırmak.
c.Okullar açarak bu okullarda fakir ailelerin çocuklarına eğitim imkânı sağlamak.
d.Çeşitli sosyal hizmetlerle insanları kendilerine bağlamak ve hıristiyanlığa ısındırmak.
Bütün bu faaliyetleri için gerekli yardımları Batılı emperyalist ülkelerden ve onların kurduğu uluslararası teşkilatlardan alabiliyorlar. Yine halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan Uzakdoğu ülkelerinden olan Malezya'ya da misyonerler özel önem veriyorlar. Misyonerler Malezya'daki faaliyetlerini 1985'den sonra başlayan İslamizasyon faaliyetlerine paralel olarak hızlandırdılar. Kısaca, misyonerlik faaliyetlerinden azade durumda hiçbir İslam ülkesi mevcut değildir.
Asya'daki misyoner teşkilatlarının çalışmalarını taocular, şintocular, hindular ve budistler arasında değil de özellikle Müslümanlar arasında yoğunlaştırmaları da dikkat çekici. Bunun en önemli sebebi İslam'ın bir hareket, aksiyon dini olmasıdır. Asya'daki misyonerler Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelere yönelik faaliyetlerini günden güne artırırlarken Japonya, Kore gibi şintocuların ve budistlerin çoğunlukta olduğu ülkelere uğrama ihtiyacı bile duymazlar.
Misyonerlerin Müslümanlar arasında yürüttükleri faaliyetlerin tek gayesi Müslümanları hıristiyanlaştırmak değil dinlerinden uzaklaştırmaktır. Kendi ülkelerindeki insanların hıristiyanlıktan uzaklaşmalarına rağmen çalışmalarını Müslümanların üzerinde yoğunlaştırmaları da bunu gösteriyor. Gayeleri Hıristiyanlığı yaymak olsaydı, hıristiyanlığı unutup dinsizleşmiş olan ve sayıları milyonları bulan Batı insanlarına daha çok ağırlık vermeleri gerekirdi. Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak istemelerinin asıl amacı da onların Batı çıkarları karşısında zararsız ve etkisiz hale getirilmelerini sağlamaktır.
Misyonerler, Müslümanları hıristiyanlaştırabilmek için ilk hamlede onları hıristiyanlığa davet etmiyorlar. Bunu yapabilmek için önce Müslümanları kendi dinlerinden uzaklaştırmaya, İslam dinine göre büyük günah sayılan kötülükleri Müslümanlar arasında yaygın hale getirmeye ve daha önce de zikredildiği gibi Müslümanları dini konularda bilgisiz bırakmaya çalışıyorlar. Ayrıca Müslümanlar arasında fakirliğin artması için çeşitli ekonomik yollara başvuruyorlar. Uluslararası emperyalizm ile yardımlaşma içinde olduklarından dolayı buna imkân bulabilmektedirler. Cehalet ve fakirlik, ikisi bir araya gelince, hıristiyanların işi kolaylaşıyor.
Misyonerler ayrıca insanları tuzaklarına düşürebilmek için sosyal kurumlara oldukça ağırlık veriyorlar. Maddi finansman açısından herhangi bir sıkıntı çekmediklerinden dolayı bilhassa Afrika ülkelerinde ve geri kalmış durumdaki diğer ülkelerde oldukça etkili sosyal kurumlar tesis etme imkânları bulabilmektedirler. En çok önem verdikleri alanlar ise eğitim ve sağlıktır.
Mısır'ın İskenderiye şehrinde kıpti bir ailede dünyaya gelen, hıristiyan ilahiyatı üzerine öğrenim gören ve bir süre hıristiyan ilahiyat fakültesinde öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra Müslüman olan Dr. İbrahim Halil Ahmed, misyonerlerin Müslümanlar arasındaki çalışmalarıyla ilgili açıklamasında, kilise görevlilerinin Müslümanların inançlarına fitne sokmak ve onları bazı durumlarda zor duruma düşürmek amacıyla İslam'ı öğrendiklerine dikkat çekmişti. Ünlü misyoner casus Hampher'in şu sözü de bu konuda fikir veriyor: "Müslümanların kalbindeki cihad duygularını söküp atabilmenin en büyük başarı olduğu, gerisinin çorap söküğü gibi geleceği yetiştirildiğimiz misyoner okullarında öğretilmişti."
Londra'da düzenlenen "İslam Ülkelerinin Sömürgeleştirilmesi ve Bu Yoldaki Güçlükler" adlı konferansta delegelerden birisi şöyle konuşmuştu: "Elli yıl durmadan çalıştık. Sadece beş kişiyi hıristiyan yapabildik. Bu durum her şeye rağmen Müslümanların ne kadar zor hıristiyan olduklarının bir kanıtıdır. Fakat elli yıl içerisinde milyonlarca insanı İslam'dan uzaklaştırabildik ve İslam'a karşı Müslümanları lakayt bir hale getirebildik. İşte bu durum bizleri çok sevindirmektedir". Delegenin bu şekilde konuşmasından sonra misyoner merkezi: "Bundan böyle İslam ülkelerinde Müslümanları hıristiyanlaştırmak için çaba sarfetmeyelim. Onları İslam'dan uzaklaştıralım ve İslâmi hükümlere düşman yapalım..." diye karar aldı.(11) Bunları okuyunca İslam ülkelerinde neden bu kadar çok "şeriat" düşmanlığı yapıldığını daha iyi anlamak mümkün olabilmektedir.
Hıristiyan misyonerlerin Müslümanları hıristiyan yapmaktan çok dinlerinden uzaklaştırmayı öne çıkarmaları onlarda ciddi bir din hassasiyetinin bulunmadığının ve onların sömürgeci güçlerin çıkarlarına hizmeti sahip oldukları inanca hizmetten üstün tuttuklarının bir başka delilidir. Bu durum Batı'da din müessesesinin de kendi içinden çürüdüğünü, bozulduğunu ve dinin de sadece dünya çıkarları için kullanıldığını gösteriyor. Kendileri hıristiyanlığı yaşamayan, hıristiyanlığın bütün yasaklarını kendileri için meşru gören bazı Batılıların İslam ülkelerindeki misyonerlik faaliyetlerine katkıda bulunmaları bu durumun bir başka şahidi. Kendileri hıristiyanlıktan son derece uzak olan bazı Batılı turistlerin İslam ülkelerinde misyonerlik faaliyetlerinde bulunmaya kalkıştıklarına sık sık rastlanabilmektedir.
Bizzat Avrupa ülkelerinde bile hıristiyan misyonerlerin, çalışmalarını hıristiyanlıktan çıkan gençler üzerinde değil de, Müslüman işçiler ve göçmenler üzerinde yoğunlaştırmaları da yukarıda serdettiğimiz fikirleri doğruluyor.
Misyonerler yürüttükleri hıristiyanlaştırma çalışmalarının önünü açmak amacıyla son zamanlarda İslam - hıristiyan diyalogu konusuna önem vermeye başladılar. İslam-hıristiyan diyalogu toplantıları da genellikle İslam ülkelerinde düzenleniyor. Bu toplantılara hıristiyanlık adına katılanlar genellikle "saldırı", İslam adına katılanlar ise "savunma" konumunda oluyorlar. Üstelik İslam'ı savunmak amacıyla toplantıya katılanların çoğunluğu İslam'ın getirdiği hayat nizamını kendi nefislerine kabul ettiremeyenler oluyor. Toplantılarda misyonerler bir yandan sahip oldukları teslis inancını masum göstermeye çalışırken, diğer yandan da Kur'an-ı Kerim etrafında bazı şüpheler uyandırmak istiyorlar. Müslüman - hıristiyan yakınlaşmasını sağlamak adına, İslam'ın reddettiği inanç esaslarına da geçerlilik kazandırılması arzu ediliyor.
Ünlü misyonerlerden Reid: "Misyonerlerden pek çok kimse bir tek Müslüman şehrinde yıllarca çalışırlar, sonunda kendilerine bir ya da iki dost bulamadan ayrılırlar. Müslümanı sevmen zordur, çünkü Müslüman cana yakın biri değildir" diyor. Böyle söylerken de kendi acziyetlerini Müslümanlara saldırmakla kapatmaya çalışıyor.
Bu kafadaki misyonerlerin diyalog konusundaki sözlerine, numaralarına ve oyunlarına güvenmenin büyük bir saflık olacağını düşünüyoruz.” İnternetten
1973’te Sekreterliğe seçilen Rosanno, Hıristiyan olmayanlarla diyalog ile neyi kastettiklerini şöyle açıklamakta:”Diyalogdan söz ettiğimizde açıktır ki bu faaliyeti, Kilise şartları ve çerçevesinde misyoner ve İncil’i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilise’nin bütün faaliyetleri gibi diyalog da Kilisenin üzerinde taşıdığı Tanrı Mesih’in sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog Kilise’nin İncil’i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır.”( Rosanno, aynı makale, s.100)
“Dinlerarası diyalog, Kilise'nin bütün insanları Kilise'ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır... Bu misyon aslında Mesih'i ve İncil'i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. “
"Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya'yı Hıristiyanlaştıralım." (Papa II. Paul)
Herşey son derece açık olmasına rağmen, bu dinlerarası diyalog konusunda bir-iki laf da ben etmek ve bu projenin içinde bulunanlara da ısrarla şunu sormak istiyorum; Siz ne hakla Allahın tek hak dini olan İslamı batıl dinlerle aynı seviyeye indirgeyip sapasağlam bir dini çürük dinlerle aynı torbaya koyup da nasıl karıştırabiliyorsunuz ve Allah’ın (c.c) “Batıl” dediği, “İslamdan başka bir din sizden asla kabul edilmeyecektir” dediği bu batıl dinleri nasıl din olarak kabul edip de onları muhatap alabiliyorsunuz? Saygın bir devlet, bir eşkıya ile hiç antlaşma yoluna gidebilir mi? Eşkıya ne kadar zarar verirse versin onu muhatap alıp onunla hiç antlaşma, diyalog masasına oturabilir mi, elini verse kolu gitmez mi? Allah aşkına söyleyin, böyle bir şey hiç olabilir mi?.
“Hakk'ı batıla karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin.” Bakara Suresi:42
“Ey kitap ehli! (gerçeği) gördüğünüz halde, niçin Allah'ın ayetlerini inkar ediyorsunuz?
Ey kitap ehli! Niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?” Al-i İmran:70-71
“Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler elbette kafir olmuşlardır. Oysa tek ilahtan başka ilah yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, elbette onlardan inkar edenlere acı bir azap dokunacaktır.” Maide Suresi: 73
“Muhakkak ki, "Allah, ancak Meryemoğlu İsa Mesih'tir" diyenler kafir olmuşlardır. (Onlara) de ki: " Allah, Meryemoğlu İsa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helak etmek istese O'na kim engel olabilir? " Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti sadece Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah, her şeye kadirdir.” Maide Suresi:17
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden (Yahudiler ve Hristiyanlar) herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kafir yaparlar.”Al-i İmran Suresi: 100
(Kafir: İslâmiyette inanılması lâzım olan şeylerin hepsine veya birine inanmayan, dînin emirlerini beğenmeyen, hafife alan, alay edenlere denir.)
Ey diyalogçular, siz hiç Allah’dan korkmazmısınız? Müslümansanız, diğer dinlere mensup insanlarla siyasi bir antlaşmayı ihtiyaca binaen her zaman yapabilirsiniz, fakat dini bir antlaşma ve diyaloğu nasıl yapabiliyorsunuz? Kendileri ne kadar zayıf olurlarsa olsunlar, karşı taraf da ne kadar güçlü olursa olsun, müslümanların başka bir dinden insanlarla dini bir antlaşma yaparak bir orta yolu bulmaya çalışmasının dinde asla ve katta yeri yoktur. Bugün itibariyle belki siz yeryüzünde çok zayıf ve aciz olabilirsiniz, fakat bu durum, sizin, şartlar ne kadar ağır olursa olsun, namusunuz, şerefiniz ve varlık sebebiniz olan dininizi masaya sürmenizi asla gerektirmez. Sizden sonra gelecek nesillerin de hayatını bu şekilde karartarak onların da vebalini taşımaya hiç hakkınız yoktur. Zira siz, işin içerisinde olsanız da, olmasanız da, herşeye kadir ve muktedir olan Allah (c.c), bu dini birgün bütün dinlere üstün kılacaktır ve netice şu ayetteki gibi olacaktır; “Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar, Allah da razı olmuyor. Fakat kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlamayacaktır” Tevbe Suresi: 32 Sonra, siz kim oluyorsunuz da Allah’dan herhangibir izin almadan O’nun hak dini ile biryere bir antlaşmaya gidebiliyorsunuz? Oysa, sizin vazifeniz sadece tebliğ etmektir, bunun dışında dini olarak yapabileceğiniz başka hiçbir şey yoktur.
Haksızlık yapmış olmamak için bu konu üzerinde çok düşündüm ve tek doğru yol rehberimiz Kur’an çerçevesinde Peygamberimizin sünnetini/uygulamalarını da dikkate alarak yapmış olduğum değerlendirmeler neticesinde ve bu hareket içerisinde bulunup da böyle hassas bir konuda cahil olması asla mümkün olmayan yerli işbirlikçilerin gittikleri yoldan hiçbir şekilde geri dönmemeleri ve körükörüne yanlışta ısrar etmeleri üzerine, çok açık bir şekilde anladım ki; Bu hareket, asla masum ve müslümanlar açısından hayırlı bir hareket değil ve bu dinlerarası diyalog hareketi İslamın bağrına sokulmuş sinsi bir Truva Atı’ndan başka bir şey değildir. Bu konuda en ufak şüphe ve tereddütüm kalmadı artık. Bu dinlerarası diyalog hareketinin iyice su yüzüne çıkan ve bazılarının da ısrarla görmek istemediği hareket taktiği ile amacı ise; Öncelikle, tek hak din olan İslamı aslından iyice uzaklaştırarak ve sulandırarak batıl dinler seviyesine indirmek, sonra da Allahın batıl dediği, din olarak bile kabul etmediği öteki dinleri de hak din seviyesine çıkararak müslümanların(!) da bu dinlere sempatiyle ve hoşgörüyle bakmasını sağlayarak onların/müslümanların bu batıl dinleri, özellikle Hristiyanlığı daha kolay kabul edebilir hale getirmeye çalışmaktan ibarettir. Proje şu: Öncelikle sen, bir müslüman olarak, İslam’dan tavizler vererek yükseklerden, hak din seviyesinden aşağılara doğru şöyle bir ineceksin; sonra da bazı süslemelerle ve zorlamalarla sevimli hale getirilen batıl bir dine hoşgörüyle bakmaya başlayacaksın; ardından da nasip olursa o batıl dini birgün bir şekilde kabul edeceksin.
Nitekim, sosyal yaşamda da psikolojik olarak bir insan, günahkar bir insanın seviyesine inmeden ne onun kendisine, ne de işlediği günahına hoşgörüyle bakabilir. Dürüst bir insan, kendisi de sahtekar olmadıkça hiçbir sahtekarlığa; namuslu bir kadın da, kendisi de namussuz olmadıkça hiçbir namussuzluğa hoşgörüyle ve sempatiyle bakamaz. Dolayısıyle bir şeyi kabul edebilmek için öncelikle değişmek gerek. Gerçi milletimizin değişmeye de çok fazla ihtiyacı yok, bu konuda çok bakir, ehli kitaba göre geri kalmışlığımızın vermiş olduğu kompleksle de yeni bir şeyi/dini kabul etmeleri çok fazla zor olmasa gerek. Eğer, İslami olarak milletimizin sağlam bir dini bilgisi ve kemikleşmiş sağlam bir imanı olsaydı, müslüman mahallesinde salyangoz satılması asla kabul edilemez birşey olmasına rağmen, yine de böyle bir hareketten çok fazla endişe etmeye hiç gerek olmayabilirdi, fakat maalesef milletimizin seviyesi o kadar düşük ki, ne doğru dürüst dini bilgisi, ilmi var, ne de tehlikeyi görecek, olayları avuçlarının içindeymiş okuyacak sağlam bir dünya görüşü var. Bildikleri de, çoğu saçma sapan kulaktan dolma şeyler, kendi başlarına emek sarfederek, alınteri dökerek elde ettikleri hiçbir ilmi bilgileri yok, dolayısıyle bu işin hikmetini, gayesini de hiç bilmiyorlar, bilenlerin de tüm bildikleri teferruatla ilgili bir takım fıkıh kaide ve kuralları, hepsi bu. Dolayısıyle, milletimizin böyle çürük bir temel üzerine oturan imanları da çok çok zayıf olup, kuvvetli ve sinsi bir saldırıya asla dayanacak bir gücü yok.
Hal böyle iken, körükörüne inat etmedikten sonra, öteki dinleri kabul etmesi milletimiz açısından hiç de zor olmasa gerek. Aslında, müslümanların öteki dinlere sempatiyle, hoşgörüyle bakmaları bile yeter, karşı taraf için o bile büyük bir kazançtır. Zira, babası olaya önce hoşgörüyle bakmaya başlar, oğlu da birgün gelir toptan kabul eder, bu kadar basit, sabırsız olmaya, acele etmeye hiç gerek yok. Fakat gerçekte, bırakın bir müslümanın İslamdan başka bir dini din olarak kabul etmesini, o dine buğz etmeden sempatiyle ve hoşgörüyle bakması bile haramdır, insanı dinden çıkarır alimallah. İmam Fahruddin Razi Tefsir-i Kebir’de müminin gayrimüslim ile dostluğunu nasıl tarif ediyor; “Mü’min, gayrimüslim ile küfrüne razı olarak dost olursa dinden çıkar”.
‘Kim, ne yapıyor?’ diye Tv. Kanalları arasında tur atarken zaman zaman diyalogcu kanallarını da ziyaret ediyorum ve bu ziyaretlerimde görüyorum ki; Bu dinlerarası diyalog konusu bu kanallar tarafından o kadar sahiplenilmiş ve vazife edinilmiş ki, istisnasız her defasında diyaloğun büyük faydalarını anlatan proğramlara, haber aralarına ve sonlarına sıkıştırılan diyalogla ilgili haberlere, ifadelere mutlaka rastlıyorsunuz. İşte diyaloğun faydaları diye çoğu zaman, memleketimize davet edip, iyi bir ev sahipliğiyle beleş olarak yedirip içirip, gezdirip tozdurup, gittikleri yerlerde de rastladıkları insanlarımızla tanıştırıp (bu insanlar belki de önceden ayarlandı) olmayan islami kültürümüzü onlara güzelce tanıttıktan sonra, bu diyalog’dan ziyadesiyle etkilenmiş olan diyalogcu uzman misyonerleri tv’ye çıkarıp tatlı tatlı konuşturuyorlar. Dinlediğiniz zaman duygulanmamanın mümkün olmadığı diyalogcu yabancıların bu konuşmalarında ise genel olarak; ‘Biz İslamı ve Müslümanları böyle bilmiyorduk, tanımıyorduk, bazı önyargılarımız vardı, ama şimdi bütün düşüncelerimiz değişti, bu dinlerarası diyalog çok faydalı birşeymiş.’ falan diyorlar. Fakat, gel gör ki, maalesef hiçbirinin ifadesinde müslüman olmak gibi en ufak bir niyet kırıntısı bile yok. Müslüman olmayacak olduktan sonra, havanda böyle boşu boşuna su dövecek olduktan sonra kendimizi ısrarla onlara sevdirmek ve kabul ettirmek için bunca çabaya, masrafa ve reklama ne gerek var ki?
Bu olayda gözden kaçan, kimsenin dikkat etmediği bir ayrıntı daha var. O da; Bu yabancılara gösterilen, tanıtılan insanlarımızın hiçbirinin gerçek İslamla, İslami yaşamla alakasının hiç olmadığıdır. Zira, toplumumuz İslamdan o kadar uzaklaşmış ki, İslama aykırı ve kesin haram/yasak olan çıplaklık, evlilik dışı ilişkiler, homoseksüellik, faiz, içki, kumar, uyuşturucu, yalan, dolan, rüşvet, yolsuzluk, sahtekarlık, din değiştirmeler, ateistlik v.s. gibi sapıklıklar bu kadar yaygınlaşmışken ve kadınlarımız, erkeklerimiz gayri müslimlerle rahatlıkla flört (fuhuş, zina) yapabiliyorlarken ve dinimizce kesin haram olmasına rağmen kadınlarımız da gayri müslim erkeklerle/sünnetsizlerle hiç utanmadan, sıkılmadan ve Allah’dan da korkmadan evlenebiliyorken ((bunun için, varolan potansiyelin uç vermesiyle bir kısmı medyaya taşan kadınlarımızın, kızlarımızın yabancılarla olan evliliklerine ve adları yerli, soyadları Alman, Fransız, Yunanlı v.s. gibi yabancı olan bazı isimlere bakmanız yeterli. Tabii, bunlar sadece duyduklarımız ve gördüklerimiz. Hele duyulmayanın, görülmeyenin haddi hesabı yok. İnternette araştırın, göreceksiniz neler var neler!.)), insanlarımızın kahir çoğunluğu beş vakit namazlarını kılmazlarken, Cuma’lar hariç camilerdeki cemaat bir saf bile olmazken, namazlarını kılanlar da bilerek ve anlayarak kılmadıklarından dolayı onlar da namazlarından gafillerken, siz o zaman hangi İslamdan, İslami yaşamdan ve müslümanlıktan bahsedebiliyorsunuz?.
İnsanlarımızın İslamdan geriye kalan bir kırıntı olarak başkalarına gösterebildikleri sıcakkanlılık ve misafirperverlikten başka neleri var?. Bu ikisi dışında yaşantı/din olarak yabancılardan farklı hiçbir şeyleri yok ki!. İnsanlarımızın geneline sorulduğu zaman ısrarla müslüman olduklarını iddia etmelerine rağmen; Yaşantılarıyla, giyim, kuşamlarıyla, hal ve hareketleriyle, hemen hemen herşeyleriyle hayatı/dini aynı bir Avrupalı gibi yaşıyorlar, “Allah (c.c) bu işlere ne der?” diye İslami şuuru, kaygıları da hiç yok. İnsanlarımız aslında, adı konulmamış ehli kitap (hristiyanlık) dinini yaşıyor, farkında bile değil. Biliyorsunuz, din demek yaşam şekli demektir. Sizin yaşamınız neye benziyorsa dininiz de odur. Zavallı yabancılar da, gördüklerinin hakiki İslamdan ve müslümanların yaşantılarından küçük bir kesit olduğunu sanıyorlar. Adeta, adamlara ithal muz gösterip, bu da bizden diyoruz. Hal böyle olunca, bu diyalog faaliyetleri çerçevesinde yapılan tanıtım organizasyonlarının tamamının bazı saf müslümanlar için kandırmacadan ve göz boyamadan başka bir şey olmadığı ortaya çıkıyor.
Şimdi de, bu dinlerarası diyalog faaliyetinin içinde bulunanların sloganlarına ve deveyi iğne deliğinden geçirmekten daha zor olan yorumlarına bakalım. Diyorlar ki; “1-Kelime–i tevhidin ikinci bölümünü, yani ‘Muhammed Allah’ın Rasulüdür’ kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.
2-Zaten dikkatlice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesiyle amentüde ittifakımız vardır. Çünkü Allah'ın gönderdiği kitapların hemen hepsinde tekrarlanan amentüdür: Allah birdir. Peygamberler haktır. Melekler vardır. Kitaplar gönderilmiştir. Ahiret vardır. Ölen insanlar bir gün dirilecek, yaptıkları iyiliklerin mükafatını, kötülüklerin de mücazatını göreceklerdir.
Bu temel noktalar bir amentüden başkası değildir ve biz ehl-i kitapla bu amentüde müttefikiz. Garip olan şudur ki ittifak ettiğimiz amentüyü öne geçirmiyor da ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp mutlak küfre karşı dayanışmamıza engel olarak görüyoruz. Halbuki temelde ittifak varken teferruattaki ihtilaflara takılıp kalmak makul değildir. Burada Kur'an'ın bir ayetini hatırlamak yerinde olsa gerektir: (Mealen.)
“Ey ehl-i kitap! Geliniz ittifak ettiğiniz amentüde buluşunuz.”
Bu sebeple burada diyoruz ki:
Ey ehli iman! Siz de bütün insanlığın dini olan İslamı sadece kendi ihtiyacınıza göre yorumlayarak onu bir dünya dini olmaktan çıkarıp kendi ülkenizin dini haline sokmayınız. Unutmayınız ki bütün insanlık onun içinde kendine yer bulacaktır. Başka gidecek yeri de yoktur!”
Allah aşkına söyleyin; Hiçbir konuda bizim gibi düşünmeyen, vahiyle gelen hiçbir dini hükmü de bizim gibi anlayıp, kabul edip ve ona göre iman etmeyen bu kafirlerle amentüde nasıl ittifakımız olabilir ve Allah (c.c)’ın bile kesinlikle rahmet ve merhamet nazarıyla bakmadığı böylelerine karşı biz nasıl rahmet ve merhamet nazarıyla bakabiliriz? Ne haddimize ve ne haddinize!. Siz, Allahın bildirmediği, peygamberinin uygulamadığı yeni bir din ve anlayış mı ihdas etmek istiyorsunuz? Siz dini Allah’tan ve Peygamberinden daha iyi mi biliyorsunuz?. Onlarla ittifak kurmak, onlara rahmet ve merhamet nazarıyla bakmak için bu kadar gayret ve çırpınmanız niye?. Sen eğer gerçekten müslümansan, vazifen ancak karşı tarafa tek hak din olan İslamı tebliğ etmek ve hak ile batıl arasında bir orta yolu bulabilmek için taviz vermeye çalışmaksızın kendi doğrularını en iyi şekilde anlatmaktır. Onlar da sizin doğrularınızı ister kabul eder, isterse etmez, bunun dışında sizin yapabileceğiniz çok fazla bir şey yoktur, zira, hidayet Allah’tandır. Bu işin ta başından beri, yani bindörtyüz yıldırki uygulaması hep böyle olmuştur. Peygamberimizden çok sonra gelen ve İslamdan başka dinlere, kafirlere ve müşriklere de hoşgörüyle bakmaya başlayan, kendilerine alim, allame, evliya, şeyh denilen hoşgörü tellalı bazı sapkınların anlayış ve uygulamaları bizim için hiçbir zaman ölçü olamaz değil mi?. Bizim ölçümüz ancak Kur’an ve Resulullah (sav)’in uygulamalarıdır, bunun dışında kalan her yol batıldır ve sapıkçadır. Resullullah (sav) buyuruyor; “Size sünnetimi ve hidayet üzere olan Hülefâ-i Râşidîn'in sünnetini hatırlatırım, bunlara uyun ve dört elle sarılın. Sonradan çıkarılan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Zira (sünnette bulunana zıt olarak) her yeni çıkarılan şey bir bid'attır, her bid'at de dalalettir, sapıklıktır." ve “Şüphesiz ki sözün en hayırlısı Allah’ın Kitabı, yolun en hayırlısı Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan uydurulanlarıdır ve her bid’at sapıklıktır.” Müslim
“.... Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir.” Haşr Suresi:7
Peygamberimizin peygamberliğini kabul etmeyenlere hoşgörüyle, rahmet ve merhamet nazarıyla bakmak bizim için imkansız bir şey ve büyük bir küfür olmasına rağmen; farzedelim ki, sizin söylediğinizi kabul ettik ve onlara acıyarak bir defalığına rahmet ve merhamet nazarıyla baktık diyelim. Peki, bunun bir sonu gelmezse ne olacak? Aynı hayvanlar alemindeki sarı öküz hikayesinde olduğu gibi “elini versen kolun gider ve taviz taviz getirir” misali ehli kitabın öteki yamukluklarına da rahmet ve merhamet nazarıyla bakmamız istenirse n’olacak?. Tabii ki, birini kabul eden diğerlerini de kabul etmek zorunda kalacaktır. O zaman bizim elimizde geriye haktan yana ne kalacak ki?.
Malumunuz üzere, Kur’andaki surelerin dizilişi surelerin iniş/nuzül sırasına göre değildir. Hikmetine binaen, kullarının ileride hangi sapık yollara düşebileceğini çok iyi bilen Allah (c.c), kullarının bu sapıkça yollara düşmesini önlemek ve onları bunlardan sakındırmak için surelerin Kur’andaki dizilişini surelerin iniş/nüzul sırasına göre değil, konuların önem ve aciliyet sırasına göre dizilmesini murad etmiştir. Ancak, ne garip, ibretlik ve düşündürücüdür ki; Allah (c.c) tarafından en önemli ve en öncelikli konu olarak ehli kitap ve onların sapıklıkları görülmüş, müslümanları bu sapıklıklardan korumak ve sakındırmak için bu konuyla ilgili sureler özellikle Kur’anın en başına konulmuştur. Bundan daha doğal bir şey de olamazdı. Zira, insan ırkının tabiatı hiç değişmediğine ve değişmeyeceğine göre, daha önce ve ilk başta hak olarak indirilen öteki dinlerin bir süre sonra başlarına gelenlerin aynısının zamanla İslamın da başına gelmesini önleyebilmek için ehli kitap ve onların sapkınlıkları konusuna Kur’anda en başta ve en acil olarak yer verilmiştir. En büyük tehlike bu yönde görülerek, Kur’anın en başından itibaren, Fatiha’dan başlayarak Bakara, Al-i İmran, Nisa ve Maide surelerinde özellikle en çok ehli kitabın sapkınlıkları ve onlardan uzak durmanın yolları üzerinde durulmuştur. Mesela, namazlarımızda her rekatta, namaz dışında da her zaman ve her yerde okuduğumuz fatiha suresinin son ayetlerinde de diyoruz ki; “....(Alemlerin Rabbi olan Allahım) bizleri doğru yola, nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil.” Peygamberimiz (sav)’in sahih hadislerine ve alimlerin üzerinde kesin olarak ittifak ettikleri ortak görüşlerine göre fatihadaki bu ayetlerle kastedilenler şunlardır;
Doğru Yol : Allahın/İslamın hidayetidir, Nimet Verdikleri : Allahın hidayet ettiği insanlardır, Gazaba Uğrayanlar : Yahudilerdir (Birçok defa Allahın gazabına uğramışlardır), Sapıklar : Hristiyanlar ve diğer Allahın yolundan sapanlardır.
“Şüphe yok ki, Biz seni hak ile rahmetimizin müjdecisi ve azabımızın habercisi olarak gönderdik. Sen, o cehennemliklerden sorumlu değilsin. Sen onların dinlerine tabi olmadıkça ne yahudiler, ne de hıristiyanlar senden asla hoşnud ve razı olmayacaklar. De ki, gerçekten de Allah'ın hidayeti, hidayetin ta kendisidir. Şanım hakkı için, sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, kalkıp da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah'dan ne bir dost bulunur, ne de bir yardımcı.” Bakara Suresi: 119-120
“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez. Kalblerinde hastalık bulunanların :" Bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz" diyerek, onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih ihsan eder veya katından bir emir (iş) getirir de içlerinde gizlediklerine pişman olurlar.” Maide Suresi: 51-52
Hal böyle iken, şimdi, sen gel Allah (c.c)’ın bütün bu uyarılarına ve sakındırmalarına rağmen yine de sapık ehl-i kitapla can ciğer kuzu sarması ol. Tebliğ etme dışında onlardan ve onların dininden vebadan kaçar gibi kaçmamız gerekirken hiç olacak şey mi bu Allah aşkına?. Yoksa, ehli kitabın kendi dinlerini bozup kafir oldukları gibi, sizde İslam dinini bozup kafir mi olmak istiyorsunuz?.
“Zaten dikkatlice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesiyle amentüde ittifakımız vardır. Çünkü Allah'ın gönderdiği kitapların hemen hepsinde tekrarlanan amentüdür: Allah birdir. Peygamberler haktır. Melekler vardır. Kitaplar gönderilmiştir. Ahiret vardır. Ölen insanlar bir gün dirilecek, yaptıkları iyiliklerin mükafatını, kötülüklerin de mücazatını göreceklerdir.
Bu temel noktalar bir amentüden başkası değildir ve biz ehl-i kitapla bu amentüde müttefikiz. Garip olan şudur ki ittifak ettiğimiz amentüyü öne geçirmiyor da ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp mutlak küfre karşı dayanışmamıza engel olarak görüyoruz. Halbuki temelde ittifak varken teferruattaki ihtilaflara takılıp kalmak makul değildir”
Ne kadar dikkatli, ne kadar iyimser ve ne kadar hoşgörülü bir gözle bakarsak bakalım ve kendimizi ne kadar zorlarsak zorlayalım, maalesef ehli kitapla hiçbir konuda ittifakımız yoktur. Zira bu adamlar, Ne Allahı, ne Peygamberi, ne Melekleri, ne Kitapları, ne de Ahireti bizim gibi bilip kabul ediyorlar. Herşeyleri bozuk, adeta sağlam hiçbir şeyleri yok. Mesela; Biz bir Allah’a inanırız, sadece O’nu ilah ve rab kabul ederiz. Onlar üç ilaha (Baba, oğul, kutsal ruh) inanırlar, Hz. İsa’ya tanrının oğlu ve tanrı derler. / Onlar tanrı gökte derler, biz Allah’ı mekandan münezzeh biliriz. / Biz semavi kitapların (ilk geldiği haliyle) hepsine inanırız, onlar, Kur’an’a inanmazlar. / Biz bütün peygamberlere inanırız, onlar, Muhammed aleyhisselama inanmazlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Bana iman etmeyen Yahudi ve Hıristiyanlar, mutlaka Cehenneme girecektir.” (Hakim). / Biz hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanırız, onlar, ‘Tanrı kötülükleri takdir etmez’ derler. / Onlar melekleri kız gibi görürler, biz ise, meleklerde erkeklik dişilik olmadığına inanıyoruz. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki: “Allah ile birlikte başka ilâh edinen cehenneme atılır. Rabbiniz oğulları size ayırdı da kendisi için kız olarak melekleri mi edindi? Elbette vebali çok büyük söz ediyorsunuz.” (İsra 39, 40)
Yukarıda saydığımız amentünün istisnasız tüm kavramlarında/maddelerinde inanışları ve kabulleri son derece bozuk olan ve bu yüzden Allah’tan hak olarak gelenleri inkar eden ve dolayısıyle Allaha ve İslama apaçık küfretmekte olan ehli kitapla ehli iman arasında nasıl amentüde ittifakımız olabilir? Bunlar nasıl teferruat, dolayısıyle önemsiz olabilir ki?. Bu, batıl ehli kitap dinlerinin ilk geldiği haliyle olsaydı sözleriniz doğru olabilirdi. Fakat, değil ki, adamlar adeta bozmadıkları, mıncıklamadıkları hiçbirşey bırakmamışlar ki. Daha açık bir ifadeyle; Onların dini bakire değil artık, dul olmuş, hem de nikahlı, nikahsız birçok kocadan sonra. Bu durumda, esasen kendisi bakir ve hak olan bir İslam dininin amentüsü ile, adeta el değmemiş, mıncıklanmadık hiçbir yeri kalmamış böyle dul ve batıl bir ehli kitap dininin amentüsü arasında nasıl bir ittifak olabilir. Olamaz, çünkü, ortak hiçbir noktamız yok ve bunlar da asla teferruat değil. Allah (c.c)’ın varlığı, birliği ile eşinin, benzerinin ve asla ortağının olmaması, Kur’anın ve Hz.Muhammed (sav)’in hak olması, ahiretin ve meleklerin doğru tanımlanması ve inanılması, sizce teferruat mı?. Bunlar teferruatsa, asıl olan nedir, o zaman geriye ne kalıyor ki?.
“...mutlak küfre karşı dayanışma...” Görünüş itibariyle çok masum görünen ve insanın bütün direnç noktalarını felç eden böyle bir söz karşısında direnebilecek, kim olursa olsun etkilenmeyecek bir babayiğit tanımıyorum ben. Bu, öyle bir itinayla ve dikkatle seçilmiş bir söz ki, böyle ulvi bir amacı olduğu söylenen dinlararası diyalog faaliyetine sempatiyle bakmamak, şüphe duymakla beraber tümüyle reddetmek her babayiğidin de yapabileceği bir şey değil. Duygusallıktan sıyrılıp, bal kavanozundaki bala benzer şeyin aslında bir zehir olduğunu, kuzu postunun içindekinin aslında bir canavar olduğunu ve hedefteki av için bunun aslında bir tuzak olduğunu farkedebilmek herkesin yapabileceği bir iş değildir. Zira, gerçeği görebilmek için bütün maddi ve manevi tüm kayıtlardan, bağlardan, her türlü taasupdan ve duygusallıktan kurtularak özgün bir çalışma yapmak gerekiyor. Bunun için Kur’anı çok iyi tanımak gerekiyor, Kur’anın münafıklar konusunda yapmış olduğu tüm uyarıları ve münafıklar yüzünden hak peygamberler ile ümmetlerin karşılaştığı tüm sıkıntıları, çektikleri acıları ve hak dinlerin bozulmalarındaki etkilerini çok iyi bilmek gerekiyor. Bunu yaparken de kişinin kim olduğuna, makamına, mevkisine bakmadan Allahı, ahlakı, ölümü ve mahşer günündeki yalnızlığımızı, çaresizliğimizi ense kökümüzde hissederek tarafsız ve duygusallıktan uzak bir yaklaşımla o kişinin bugüne kadar yaptıklarının gerçekten İslama uygun olup olmadığına, Allahın yapılanlardan gerçekten razı olup olmayacağına, bütün çalışmaların aslında, müslümanları dinlerinden uzaklaştırıp öteki batıl dinleri de kolay kabul edebilir hale getirmek için öncelikle o dinlere hoşgörüyle ve sempatiyle bakmasını sağlayacak şekilde onların İslami düşüncesini, mantığını bozmak ve yumuşatmak için yapılan gizli gayretler de olup olmadığına dikkatlice bakmak gerekiyor. ‘Tarafsız ve duygusallıktan uzak bir yaklaşımla’ dememin sebebi ise; Bazı insanların İslam kisvesi altında aslında İslami olmayan, daha çok milliyetçilik adına imiş görünen aslında milliyetçilik bile olmayan (mesela, tüm dünyada okullar açmak gibi) çalışmaları ve büyük gayretleri yüzünden duygulanarak tedbiri o kadar elden bırakıyoruz ki, bu kişilerin ve grupların dinlerarası diyalog yoluyla yapmak istedikleri kötülükleri bir türlü göremediğimiz gibi, bu kötülükleri onlara kesinlikle yakıştıramadığımızdan dolayı bu konuda yapılan tüm uyarılara ve eleştirilere de kulak tıkıyoruz. Sanki, bu insanlar asla kötü niyetli olamaz, sağ gösterip sol vuramaz, sanki, İslamın iç ve dış düşmanları bitti, bunlar tamamen geçmişte kaldı, bu kötü adamlar bir daha geri gelemez, gelse bile bunlar kendilerini o kadar apaçık belli ederler ki, onları şıp diye herkes farkedebilir ve tedbirlerini alabilirler. O kadar saf ve duygusalız ki, geçmişten hiç ders almıyoruz. Allah (c.c)’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’den de hiç ders almıyoruz. Allah (c.c), münafıklar konusundaki koca bir sureyi ve yüzlerce ayeti hiç gereği yokken boşu boşuna indirdi sanki. Her ‘Allah’ diyeni gerçek mü’min kabul etmekten ne zaman vazgeçeceğiz. “Ey insanlar! Haberiniz olsun ki, Allah'ın vaadi muhakkak haktır. Sakın bu dünya hayatı sizi aldatmasın, o yaman aldatıcı, sakın sizi Allah ile aldatmasın!” Fatır Suresi:5, Lokman Suresi:33
Şimdi de gelelim okullar meselesine. Hiç kimse ‘bu okulların kime ne faydası var?’ diye düşünmüyor. Bu okulları, ecnebilerin İslam ülkelerinde açmış oldukları misyoner okullarına benzeterek, milliyetçilik duygularıyla insanlar her türlü fedakarlığı gözlerini kırpmadan yapabiliyorlar. Sırf, bu okullarda okuyan talebelerden üç-beş kelime türkçe söz duyabilmek için. Duyunca da, sanki çok büyük bir olaymış gibi, o kadar duygulanıyoruz ki, göz yaşlarımız sel olup akıyor. Cahiliye zamanımda herkes gibi bende bu okullar için maddi-manevi yardımlarda bulunurdum ve fedakarlığımın meyvesi olarak talebelerden türkçe sözler duyunca da çok duygulanırdım ve bu uğurda tüm servetimi dökmek isterdim. Ancak, şimdi kendi kendime düşünüyorum da; Siz tüm dünyaya okullar açsanız ve bu okullara giden talebeler üç beş kelime türkçe konuşsalar n’olacak, konuşmasalar n’olacak? Müslüman olduğumuza göre, bizler için herşeyin değeri İslama göredir. Maalesef bu talebelerden müslüman olduklarını duymak ve tesettüre girdiklerini görmek bugüne kadar hiç mümkün olmadı. Talebeler sular seller gibi türkçe konuşsalar bile, İslami olarak gerçek müslümanlar olmadıktan sonra yapılanların Allah indinde hiçbir hükmü ve kıymet-i harbiyesi yoktur, yani beş para etmez. Onların çat, pat türkçe konuşmaları ise, bizleri sadece duygulandırır, başka hiçbir şey olmaz. Zaten, hayatta kullanmaya hiç ihtiyaç duymayacakları türkçeyi de zamanla unutup gideceklerdir. Bizim dişimizden, tırnağımızdan arttırarak gönderdiğimiz paralarımızla çok iyi bir eğitim alan ve ingilizceyi çok iyi öğrenen bu talebelerden ise, biz değil, insanlık da değil, bundan en çok mahallenin kabadayısı olan büyük sömürgeciler istifade edebilir. Zira, aldıkları çok iyi eğitimle ve mükemmel ingilizceleriyle kendi toplumlarının kalbur üstü olacak olan bu talebeler misyonerler ve sömürgeciler için bulunmaz hint kumaşı ve bir kontak noktası olarak, o ülkeleri daha iyi sömürebilmeleri için işlerini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bizim için ise, bu ancak hoş bir sada olarak kalabilir, başka hiçbir şey olmaz, zira, global dünyada bizim etimiz ne, budumuz ne!. Mihnetinen yetirdiğimiz gülleri varıp bir soysuza yoldururuz. Hepsi bu!. ‘Biz de kalan artıklarla idare ederiz’ derseniz o başka, size de belki bir kırıntı düşebilir. Netice olarak şunu hiç unutmamak gerekir ki; “Düşmanın açık bıraktığı kapı ancak onun istediği yere çıkar”
Şu mutlak küfre karşı dayanışma meselesine dönecek olursak;
Siz onlarla mutlak küfre karşı nasıl dayanışma yapacaksınız? Sözlerinizden de anlaşıldığı kadarıyla, ehli kitabın küfür ehli olduğunu en baştan siz de kabul ettiğinize göre, bu küfür ehli milletin küfrüne razı olup onlarla işbirliği yaparak mutlak küfre/dinsizliğe karşı siz nasıl mücadele edeceksiniz ki?. Allah (c.c) indinde; Allah’tan hak olarak indirilenlere siz ister az küfredin, ister çok küfredin, hiç farketmez. Küfür, küfürdür, az veya çok olduğu hiç önemli değildir. Daha açık bir ifadeyle; İnancı bozuk bir ehli kitapla, ilahi hiçbir dine inancı olmayan bir ateist (mutlak küfür) arasında Allah indinde hiçbir fark yoktur, neticede ikiside küfürdür, bir eksik, bir fazla hiç farketmez. Dolayısıyle, bu konuda iyimser olunacak hiçbir taraf yoktur. Yüce rabbimiz Allah (c.c), kendine müslümanım diyenin bile şirkini asla kabul etmezken, ehli kitabın küfrünü hiç kabul eder mi? Etmez!..
Farzedelim ki; Sizler, bu dinlerarası diyalog faaliyetleri çerçevesinde çalışmalara başladınız ve yukarıda arzettiğiniz şekilde mutlak küfre karşı dayanışma yapmak üzere kendi aranızda da aşlaştınız diyelim. Bu antlaşmadan sonra, biriniz ehli iman (imam), biriniz de ehli kitap (papaz) olan iki arkadaş/yoldaş olarak yollara düştünüz ve yolda giderken bir tane ateiste/mutlak dinsize rastladınız. Siz o zaman ne yapacaksınız, ne anlatacaksınız o ateiste?. İslamı kesinlikle kabul etmeyen batıl ehl-i kitap dinini mi tebliğ edeceksiniz, yoksa hak olan İslamı mı tebliğ edeceksiniz?. Ayrıca, o ateist sormayacak mı; Hangi ve nasıl bir tanrı, hangi peygamber, hangi kitap, ahiret nasıl, melekler nasıl, v.s. diye. Amentünün içindeki bu temel kavramlar konusunda kendi aranızda bile hiçbir ittifak yok iken, o ateiste siz neyi anlatacaksınız, Allah aşkına?. Bu durumda, o ateist sizinle dalga geçerek size gülmeyecek mi, sizi hiç dikkate ve ciddiye alacak mı, acaba?. Zira karşısında, biri ehli küfür, biri de ehli iman olan birbirine herşeyiyle tamamen zıt iki arkadaş, iki yoldaş görecek. Biri batıl, biri hak; biri azgın, biri masum; biri ayyaş, biri ayık; biri kötü ahlaklı, biri iyi ahlaklı v.s. Peki, o zaman bu ateist; ‘Bana arkadaşını söyle, sana senin kim olduğunu söyleyeyim!’ deyip ardından da ‘Hadi gidin işinize kardeşim’ demeyecek mi?..
Ayrıca, ilave olarak dikkat ettiğim bir şey daha var. O da; Benim bildiğim kadarıyla bu dinlerarası diyalog faaliyeti resmen başlayalı en az beş-altı yıl oldu. Bu süre zarfında, çeşitli uyduruk/uydurma bahanelerle müslümanlara, müslüman ülkelere saldırılar, işgaller, toplu katliamlar, tecavüzler v.s gibi bir çok insanlık dışı, haksız zulümler oldu. Ancak, yüreğimizi yakan, acıtan, kanatan ve nedense hep müslümanlara yönelik olan tüm bu zulümlerde diyaloğun ne bizim tarafımızda bulunanlardan, ne de karşı tarafında bulunanlardan, şifa niyetine bile olsa, bir Allahın kulu çıkıpta ‘Yaptığınız yanlıştır, zalimcedir, vicdansızlıktır, haksızlıktır’ demedi ve yapanları da hiç kınamadı. Bu kafadarlardan maalesef bugüne kadar yaraya merhem olacak tık ses duyan olmadı. Bırakın saldırganı kınamayı, bir de madur olanı, mazlum olanı suçlamaya kalktılar. ‘Neden düşmana boyun eğmiyorlar, bütün zenginlikleriyle memleketlerini neden işgalciye teslim etmeyip direniyorlar, neden demokrasi bombalarının altına kendilerini atıyorlar, neden işkence, tecavüz, öldürme ve soykırım olaylarını bu kadar büyütüyorlar?’ diye. Allah aşkına, siz o zaman neyin diyaloğunu yapıyorsunuz ki?. Dinimize göre, haksızlığa karşı susan dilsiz şeytan değil mi?. Anlaşılan o ki; Sizin derdiniz üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek. Zira, sizin tasavvurunuzda İslam, diyalog yoluyla dönüştürülmesi gereken bir kavram, müslümanlar da haçlı seferleriyle yok edilmesi gereken hiçbir değer-i harbiyesi olmayan insancıklardan başka bir şey değildir. Sizin dünyanızda ve vicdanınızda müslümana asla yer yoktur. Ne geçmişte, ne bugün, ne de gelecekte. Haçlı Seferleri sırasında hiçbir hak, hukuk ve sınır tanımadan yaptıkları korkunç zulümlere ve en vahşi katliamlara rağmen, ehl-i kitap milletinden hala merhamet, doğruluk, dürüstlük ve insanlık uman, tarihin acı tecrübelerden hala ders almayan saf müslümanlara duyurulur. Felaketler kapınızı çalmaya başladığı zaman anlarsınız, fakat, o zaman çok geç olmuş olacak. Şu anda bizler aynen, canavarına zeytin dalı uzatmaktan başka elinden hiçbir şey gelmeyip bekleşen ve yiyip içip semirerek (mal toplayarak) sırasını bekleyen kurbanlık koyunlar gibiyiz...
Osmanlılar ve Bilim
Kabul etmeliyiz ki, Osmanlılar bilimle uğraşmamışlar, bilimsel gelişmelere de dişe dokunur herhangibir katkıları da olmamış. Ancak, bütün dünya adaletsizlikler, zulümler içinde kıvranırken, öyle bir adalet sistemi kurmuşlar ki, diğer milletler onlara gıptayla bakarlarmış. Yurt dışındayken Yanoş adında bir Macar ile tanışmıştım. Onunla bir süre sohbet ettik. Bu sohbetimiz esnasında, herzaman olduğu gibi, söz dönüp dolaşıp ortak geçmişimiz olan Osmanlılara dayanmıştı. Onun Osmanlılar hakkındaki sözlerini dinlerken o kadar duygulanmıştım ki, göz yaşlarıma hakim olamamıştım. Hep Osmanlıların onlara getirdiği mükemmel adaletten bahsediyordu. Aradan kaç nesil geçmesine rağmen hala unutulmamıştı. Yapılan iyi şeyler unutulmuyor demek ki!. Ancak, basiretsiz, güçsüz ve zavallı bir evladın, geçmişte iyi şeyler yapmış babasıyla övündüğü ve onun yaptıklarını sürekli başa kaktığı gibi, Macarlarla olan diyaloglarımızda tadında bırakmayıp hep bu konuyu gündeme getirmemiz yüzünden geçmişte kalan ortak tatlı anılarımıza limon sıkıyoruz ve onlarla illa da geçmişten gelen bir akrabalık bağı kuracağız diye o kadar çok uğraşıyoruz ki, adamları yıldırıyoruz, bunaltıyoruz ve bu şekilde kredimizi bir bir tüketiyoruz. Aynen, görmemişin bir oğlu olup da bir tarafını kopardığı gibi!.
Bu çiğliklerimiz yüzünden, Macarlar, o muhteşem Osmanlıların torunları olan biz Türklerden hiç hoşlanmıyorlar, köşe bucak kaçıyorlar. Sadece Macarlar değil, bizim yeni halimizi gören bütün milletler kaçıyor, bizden uzak duruyorlar. Osmanlıların torunları olan bizim ilk işçilerimizi karşılarlarken, ataları gibi saygıdeğer, soylu ve erdemli insanları göreceklerini, farklı fakat hoş bir kültürle karşılaşacaklarını uman ve bunun için heyecanlanan Avrupalılar, çok cahil ve herşeye uçkurundan bakan insanların geldiğini görünce nasıl şok yaşamışlardır acaba!. Tabii bu insanlar nasıl bu hale gelebildi diye düşünmek lazım. Bunda gocunacak bir şey yok… Ağaç aynı ağaç, fidan aynı fidan ama nedense bunun meyvesi acı mı acı…
“Kendinizi Türklere Emanet Edin”
16. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin gelişme yolu üzerinde direnmiş ve Türk orduları ile savaşa tutuşmuş olmasından dolayı Katolik Avrupa tarafından kendisine "Hıristiyanlığın şövalyesi" ünvanı verilen Boğdan Beyi Büyük Stefan'ın ölüm döşeğin de, evlatlarına gayet ibretli bir şekilde:
"Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Asla Rus'a yanaşmayın. Haindir, sizi yok eder. Fakat kendinizi Türklere emanet edin. Adil ve merhametlidirler" diyerek nasihat etmiş…”
Evladını bile emanet edebilecek ve düşmanını bile hayran bırakabilecek kadar adil böyle bir adalet sistemi kurmasa, onlar Kanuni Sultan Süleymana hiç Muhteşem Süleyman derleymiydi?. Ancak, sadece mükemmel bir adalet sistemini tesis etmiş olmak yeterli olmamış, hayatın diğer alanlarında da ciddi bir faaliyet gösterilmediği için, üç kıtaya yayılan o büyük imparatorluk yavaş yavaş çökerek yok olmuş, dağılan paçasını bile toplayamamıştır. Ahmet b. Kays(r.a) demiştir ki: "İlimle desteklenmeyen üstünlük sonuçta bir perişanlığa dönüşür.”
Japon İmparatoru ve AbdüIhamid Han
Japon İmparatorunun Sultan Abdulhamid'den:İslam dininin bilhassa tefekkür, gaye, felsefe ve manevi terkibi üzerinde şahsen kendisine izahat vermek için japonca bilen yoksa tercihen İngilizce, Fransızca ve Almancası kifayetli Osmanlı alimleri istemesi üzerine, Ulu Hakanın çaresizlik içinde, karşı tarafa menfi müsbet arası, zaman kazandıran dolaylı bir cevap verdiğini ve Abdülhamid Han'ın kalbinde yara olan bu hadise hakkında, daha sonraları(sürgün yıllarında) Ali Fethi Bey'e: "Eğer ben, Japon İmparatorunun istediği kıymette din ve maneviyat şahsiyetleri bulabilseydim evvela kendi memleketimi kurtarırdım " dediğini biliyormusunuz.
Osmanlılar ve tasavvuf
Ben Osmanlının bilimle uğraşmamasını, İslama sonradan Hind Felsefesinden, Hinduizm’den, Eski Yunan Felsefesinden, Hristiyanlık ve Yahudilik’ten etkilenerek giren tasavvuf (dervişlik) anlayışına bağlıyorum. Sebeplere sarılmadan, elinden geleni yapmadan ve herşey olacağına varır diyerekten, İslamdaki tevekkül, zühd ve teslimiyet anlayışında ifrata yani aşırıya kaçmanın verdiği miskinlikle bilim, ticaret, siyaset, cihad, vb. gibi dünya işlerinde duyarsız kaldıklarını, dünyayı hakir ve aşağılık görerek ellerinin tersi ile ittiklerini ve bu alanları tamamen gayri müslimlere terkettiklerini, gayri müslimlerin de bu fırsatı çok iyi değerlendirerek hayatı ve gücü elegeçirdiklerini, dolayısıyle de müslümanlar üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunduklarını düşünüyorum. Sufiler, İslamı dünyadan el etek çekmek, miskinlik, boynu büküklük ve zavallılık sanıp, bunun için nefis terbiyesi yapacağım diye çilehanelerde aç susuz kalarak nefsine zulmetmek olarak algılamışlardır. Halbuki, Rasulullah(sav) veda hutbesinde; “Ey ashabım, nefsinize zulmetmeyin, nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır”, “Aşırı gitmekten sakınınız. Sizden öncekilerin mahvolmalarının sebebi, dinde ifratta olmaları idi” ve “Mü’minin kendini hor ve hakir görmesi yakışmaz” buyurmuştur. Hz.Ömer (r.a) de; “Ey bükük boynun sahibi! Boynunu kaldır. Huşu boyunlarda değil kalblerdedir” demiştir. Hz. Aişe(r.anha) de Hz.Ömer için; “Hz.Ömer b. el-Hattab, yürüdüğü zaman hızlı yürür, konuştuğu zaman etrafındakilere duyurur, vurduğu zaman acıtır ve yemek yedirdiği zaman doyururdu. O gerçek manada kendisini ibadete vermiş bir kişi idi” rivayet etmiştir.
İslamda zühd; yemeyi içmeyi terk etmek, insanlardan uzaklaşmak ve yamalı elbise giymek demek değildir. Tam tersine zühd dünyanın gerçeğini idrak etmek, onu kalbine değil avucunun içine almakla olur ki, onunla ilgili şeyleri kaybettiğimiz zaman üzülmeyelim. Allahın farz kılmadığı ruhbanlık (Allah’la kul arasında aracılık), brahmanizm, hinduizm ve budizm gibi bozuk dinlerin bazı ölçülerini uygulayarak bazı insanlar zühd gerçeğine yanlış bir görünüm kazandırmışlardır. Ayrıca, bu kesimin çok kullandığı kemale erişmeye de farklı bir anlam kazandırmışlar, aslında kemale erişmenin esası, Allah’tan hakkıyla korkmaktır. Yoksa, helal şeyleri haram kılmak, vücudu ve nefsi bunlardan keyfi olarak mahrum bırakmak değildir. Rasulullah(sav) “Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız, nefret ettirmeyiniz, müjdeleyiniz!” buyurmasına rağmen herkesin kolaylıkla yaşayabileceği kolay bir dini yaşamayı çok zorlaştırmış ve dine karşı nefret hissini uyandırmış, insanların çok büyük bir kesimini de ona uymakta korkutmuşlardır.
Halbuki, bu dinin peygamberi, önderimiz, örneğimiz, mükemmel insan, efendimiz Hz.Muhammed(sav), rızkını temin etmek için hem çalışıp çabalamış, hem de Allah yolunda mızrağını, kılıcını alıp cihad(savaş)’a çıkmış, ömrünün 40 gününe bir savaş düşmüş ve bu savaşlarda sahabileri tek zırh giyerken, öncelikle sebeplere sarılmak gerektiğini göstermek için, kendisi üst üste iki zırh birden giymiştir. Yani, bütün işlerinde elinden gelen herşeyi yaptıktan sonra ve yapılacak başka bir şey kalmayınca Allaha tevekkül etmiştir. Bu konudaki sünnetini ise “Rızkım, mızrağımın gölgesinde kılınmıştır. Zillet ve aşağılık benim emrime karşı gelenin üzerine kılınmıştır. Kim bir topluluğa benzerse o onlardandır.” Ve “Rızkın yüzde doksan dokuzu ticarettedir” vb. olarak açıklamıştır.
Allah(c.c)’ın sünneti de: “Ve şüphesiz ki, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.” Necm:39. şeklindedir.
Ayrıca, Allah, Kuran-ı Keriminde, müslümanların Allah düşmanları ile cana, can, dişe diş ve göze göz savaşmalarını emrederken yanlış bir mantıkla, tasavvufçular; ‘Savaşma, seviş!’ demişler, herhangibir düşman işgalinde de tam bir teslimiyetle ‘biz bunu hakettik, başımıza geleni çekeceğiz’ diyerek düşmana karşı savaşmayı reddetmişlerdir. Bu tasavvuf anlayışı toplum yaşamına da o kadar sirayet etmiş ki, aşağıdaki ibretlik olay meseleyi tüm çıplaklığıyla açıklamaya yetiyor;
Batılı Gözüyle Türkler
Birçok batılı yazarın, Osmanlı'yı tanımak gayesi ile bizim topraklarımıza seyahatler tertip ettiğini. . .
Bunlardan biri olan Edmondo De Amicis'in İstanbuI adlı eserinde Türklerin özellikleriyle alakalı olarak:
Türkler, uzak ve belirsiz bir şeyleri düşünen insanların görünümüne sahipler. Hepsi de sabit fikre dalmış filozof veya bulundukları yeri ve çevrelerindeki şeyleri fark etmeksizin yürüyen uyur gezerler gibi görünmektedirler.
Hepsi de büyük ufukları seyretmeye alışmış kimseler gibi ileriye ve uzaklara bakan ve gözlerinde ve ağızlarında belli bir üzüntü ifadesi vardır" dediğini biliyormusunuz?.
Sonraki devirlerde yaygınlaşacak olan tarikatlarda, Hint mistik kültürüyle ve diğer kültürlerin etkisiyle gelen çilecilik, sofilik, tarikatçılık, kendi kendine azap çektirme ve bundan medet umma da Kuran’ın verdiği zihniyeti tahrif etmekte büyük rol oynamıştır. Zira, nefis terbiyesi yapacağım diye sürekli kendi nefisleriyle uğraşmaktan Kuran’ın iniş sebebi ve bütün peygamberlerin tek ve en büyük davası olan ‘la ilahe illallah’ın gerçek mahiyeti olan tevhid anlayışı giderek terk edilerek unutulmuş/unutturulmuş, tevhid unutulunca tevhid’in tersi olan şiddetle kaçınılması gereken şirk kavramı da önemini bu arada iyice kaybetmiş, yada ona aslından farklı olarak yanlış anlamlar yüklenmiş, böyle olunca da, tevhidi bozan ve insanı şirke düşüren en önemli kavram olan tağut kelimesi de İslami literatürden tamamen çıkarılmıştır. Halbuki, aşağıdaki ayette de izah edildiği gibi, tağuttan kaçınılmayınca tevhid (la ilahe illallah) olmaz, tevhid olmayınca da İslam olunmaz.
"Andolsun, biz her ümmete" Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının "(diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik." Nahl Suresi:36
İbn-i Kayyım (r.h.) ise tağutu şöyle tarif ediyor: "Tağut, kulun haddini aşarak, ibadet ettiği, tabi olduğu, itaat ettiği her şeydir. Her kavmin tağutu, Allah ve Rasûlü'nü bırakarak, muhakeme olmak istedikleri, Allah'tan başkasına ibadet ettikleri, Allah'tan bir delil olmaksızın izinden gittikleri, Allah'a itaat etmeleri gereken yerde, itaat ettikleri şeydir. Bunlar dünyanın tağutlarıdır. Onları ve onlarla birlikte insanların durumunu düşündüğün zaman, çoğunun Allah'a ibadetten uzak ve tağutlara ibadet etmekte olduklarını, Peygambere (s.a.s.) itaattan uzak, tağut ve izleyicilerine itaat ettiklerim görürsün."
Önceleri zühd kavramıyla başlayan bu tasavvuf anlayışı tüm İslama ve müslümanlara bu kadar hakim olmasaydı, sadece felsefi bir akım olarak kalsaydı keşke diyorum. Çünkü, tasavvufun gelişiyle birlikte İslam aleminde sürekli bir çöküş başlamış. Bir avuç müslümanla dünyanın öznesi iken, milyonlarca müslümanla dünyanın nesnesi olunmuş. Bu çöküşle beraber, İslam alemi açlık, yokluk, cahillik, acı, gözyaşı gibi felaketlerle tanışmış ve bu felaketlerin sonu da hiç gelmemiş. İslamda tasavvuf anlayışının sonradan çıktığını herkes kabul etmesine ve Hz. Peygamberimiz (sav) : “size sünnetimi ve hidayet üzere olan Hülefâ-i Râşidîn'in sünnetini hatırlatırım, bunlara uyun ve dört elle sarılın. Sonradan çıkarılan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Zira (sünnette bulunana zıt olarak) her yeni çıkarılan şey bir bid'attır, her bid'at de dalalettir, sapıklıktır." ve “Şüphesiz ki sözün en hayırlısı Allah’ın Kitabı, yolun en hayırlısı Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan uydurulanlarıdır ve her bid’at sapıklıktır.” Müslim
buyurmasına rağmen müslümanlar bu tasavvuf yolundan hiç vazgeçmemişler. Aşağı-yukarı bin yıldır süregelen tasavvuf anlayışının getirdiği bir kültür oluşmuş, değişik bir İslami anlayış ortaya çıkmış, aslına uygun olmayan bu İslami anlayıştan da kimse rahatsızlık duymamış. Sanki, Hz. Peygamberimiz (sav) bu yolları hiç bilmiyormuş, Allah (c.c) bu yolları Resulune bildirmemiş gibi. Her hareket kendi kahramanlarını çıkardığı gibi bu hareket de kendilerine evliya/veli denen kahramanlarını ortaya çıkarmıştır. Bu yolun yolcuları da, bu tasavvuf anlayışı çerçevesinde yetişen ve hakkında Allah'ın hiç bir delil/vahiy indirmediği büyük insanları (evliya, velileri) o kadar çok yüceltmişler ki, hayattayken ve öldükten sonra onları kutsamışlar, şah damarından daha yakın olan Allah (c.c)’dan doğrudan yardım isteyeceklerine, sanki Allaha’a doğrudan ulaşmak mümkün değilmiş veya Allah onların dilinden anlamazmış gibi, bu insanları aracı, arabulucu yapmışlar ve dileklerinin kabulü için onlardan yardım istemişler ve Allah’a ulaşmada da kendilerine torpil yapmalarını istemişlerdir. Halbuki İslama göre, Allaha iman eden ve bunu kayıtsız şartsız ibadet/itaat ederek gösteren, tevhide titizlikle riayet eden ve şirkten şiddetle kaçınan hemen herkes Allah dostu yani evliya/veli olabilir, fakat kimin Allah dostu/evliya/veli olduğunu Allah (c.c)’dan başka kimse bilemez. Kim ‘Ben bilirim’ diyorsa, o muhakkak Allah’dan vahiy aldığını iddia ediyordur, bu da olamayacağına göre, o şahıs ya müşriktir yada kafirdir.
Bu konuyla ilgili internetten aldığım çok güzel bir yazıdan bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istiyorum:
Türbeler Size Muhtaç
Yalnız Kendisine ibadet edilen ve yalnızca Kendisinden yardım istenilen Allah’a sonsuz hamd, kulu ve Rasûlü Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e, âline, ashabına ve ölülere tapmayan bütün müslümanlara, salat-u selâm olsun. Muhterem din kardeşim: Allah Azze ve Celle mü’minlere birbirini uyarmayı vazife kılmış ve onları; kendilerine hakikat ulaştığında, hemen iman ederler” buyurarak övmüştür. Hepimizin malumudur ki, müslümanlar dinlerini Kur’an ve Sahih sünnetten öğrenmeyi terk etmiş ve yüzyıllardır, atalarından miras kalarak artan ve eksilen bir dinle idare etmeyi kabullenmişlerdir. Bunun neticesi olarak dinin gerçeklerine, bilmeden muhalefet etmek ve karşı gelmek günümüz müslümanının dini yaşantısı olmuştur. Herkes yaşantısını ve gidişatını beğense de, kendisini Firdevs-î Â’lada görse de durum gerçekten çok vahimdir ve çare aranmalıdır. Toplumun tarif olunan bu hali, ta’lim ve tahsil görmeyen bir işçinin elindeki malzemeyi bozup zayi etmesi kadar doğaldır. Lakin bu zayiatın akıbeti ateş olunca durup düşünmeye, bir işe girişmeden önce bilip araştırmaya ihtiyaç vardır. Cahil cesur olur, sonra hem zarar görür, hem zarar verir. Bizler cahillerin yolunu terk etmeli, dinimizin her meselesini Kur’an ve Sahih Sünnet’te bulunduğu şekliyle kabul etmeli ve dinimize hurafeleri bulaştırmamalıyız. Zira ebedi hayatın rahatlığını tercih edenler bu hesabı iyi yapmalıdır.
İslam dininde kesinlikle yeri olmayan ve şiddetle yasaklanan; ölülerden fayda beklemenin mantığını ve iddiaları cevaplayacağımız bu risalede Allah’ın yardımını umarak ve niyet ettiğimiz hayrın ümmete ulaşmasını niyaz ederek söze başlıyoruz.
Kabir Nedir ve Niçindir?
Kabir; ölünün dış etkenlerden (yırtıcı hayvan vs.) korunması ve yaşayanların da bozulan cesetlerin bulaştıracağı hastalıklardan ve açıkta kalan cesedin insanlar üzerinde oluşturacağı psikolojik tahribattan korunmak için ölülerin konulduğu yerin adıdır ki orası topraktır.
O halde yapılan şu işlerin bu gaye ile ne alakası vardır.
- Kabirleri yüksek yapmak, süslemek veya türbe yapmak.
- Kabirde yatan ölüden şifa, bereket veya medet ummak,
- Kabirlerin etrafında dönmek (tavaf etmek),
- Dilekte bulunmak, çaput bağlamak,
- Kabirleri arefe veya bayram günlerinde ziyaret etmek,
- Kabrin yanında namaz kılmak vb. Hristiyanlarda, yahudilerde, bütün putperestlerde yaygın olan bu inanç ve davranışlar hususunda yüce dinimiz nasıl bir yol göstermiştir ki, biz onun sırat-ı müstekıymi üzere olalım.
Kabir Nasıl Olmalıdır?
Müslümanlar için kabir laht şeklinde olmalı, cenaze sağ yanına meyilli ve yüzü kıbleye dönük konulabilecek şekilde sırt kısmı toprakla beslenmiş olmalıdır. Ölünün yukarıdan önden veya yandan konulmasında bir fark yoktur. Kabrin dışı ise yer ile bir seviyede olmalı baş ucuna konulacak bir karış yüksekliğinde bir taşla oranın kabir olduğu anlaşılmalıdır ki insanlar kabristanı herhangi bir şekilde kullanmasınlar üzerine oturmasınlar. Kabri taşlarla örüp yükseltmek veya türbe yapmak Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yasakladığı haram olan işlerdendir.
İnsanlar Kabirleri Niçin Yükseltirler?
Ölüler, üzerlerine yapılan taş yapıların yüceliği ile yücelmezler, onların yüceliği varsa artık Allah katındadır.
Kimi insan kendisi hayatta iken mezar satın alır ve üzerini kendisi inşa eder. Bu fiil her insanın nefsinde yatan unutulmama hissinden ve kendisine verdiği dünyalık değerden kaynaklanmaktadır. Bir de yaptığı işin gelenek haline gelmiş olması ve dindeki yasağı bilmemesi buna eklenince, kul kendine türbe bile yapmayı hoş görür.
Hayattayken kadrini bilmeyen akraba ve yakınların, ölüye ikramı neticesinde yapılan kabirler de vardır. Kişinin yakınlarına göstereceği ilgi ve muhabbet de o öldükten sonra kabrini süslemek ve çiçek dikmekle değil, o hayattayken bu sevgiyi göstermekle olur. Çünkü ölü artık yapılan iyilikleri anlayacağı zamanı kaybetmiştir.
Bazı kimselerin bir dağ başına gömülmeyi vasiyet etmesi neticesinde aradan geçen zamanla kim olduğu bile unutulan bu kabir sahibinin evliyadır denilerek üzerine yapılan türbeler de vardır. Her sene belli günlerde kabri başında kurban kesilen şenlik yapılan, yemekler dağıtılan bu yerler cahil insanların edindikleri puthaneler ve bayram yerleridir. Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:“ Ey Allah’ım, kabrimi tapılan bir put yapma...” “ ... Kabrimi bayram (yeri) edinmeyin...” “Evlerinizi kabirler, kabrimi de bayram (yeri) edinmeyiniz. Her nerede olursanız, oradan bana selam gönderiniz.”, “Mezarlarınızı toprakla beraber yapın”
Dinimizde Ramazan ve Kurbandan başka bayram yoktur. Türbe ve yatırların ve herkimin kabri başında olursa olsun, o kesilen kurbanların etleri necistir, haramdır ve yenilmez. Bu kurbanlar asla Allah adına ve onun rızası gözetilerek kesilmemektedir. Ayrıca hayatında iken deli olduğu söylenen, namaz kılmaz, oruç tutmaz, küfürbaz kimseri de “deli olmadan veli olunmaz” diyerek velileştiren ve türbesini yapan cahiller de çoktur.
Burada bizzat yaşadığım bir olayı sizlere anlatmak istiyorum; Cahiliye dönemimde Evliya Menkıbeleri adlı bir kitap okumuştum. Orada Allah aşkına dayanamayarak içki içen ve hep sarhoş gezen bir evliyadan da bahsediliyordu. O zaman ‘vay be, adama bak, ne büyük aşk ya Rabbi ’ diyerek onu gözümde o kadar büyütmüş, o kadar hayran olmuş ve o kadar etkilenmiştim ki, bizim mahallenin hiç ayık gezmeyen ve aynı zamanda gördüğü herkesten üç beş kuruş para isteyen sarhoşuna evliya olabileceğini düşünerek her gördüğümde boş geçmez, eline birşeyler sıkıştırırdım. Ancak, daha sonraları İslami olarak ilmimi arttırdıkça bu olay bana iki sebepden dolayı garip gelmeye başladı;
Birincisi; bir insan ne olursa olsun yaradanına aşık olamaz, ancak ona hayran olabilir, onu sevebilir ve ondan korkabilir. Çünkü aşk, ancak erkek ve kadın olan insan cinsleri arasında olabilir ve böyle bir aşkta bile insan aklını kaybediyorsa, benliğini kaybedip sevgilisinde yok oluyorsa, yani kısaca kara sevdaya düşüyorsa, Kur’an’da geçen Züleyha’nın Yusuf (a.s)’a olan aşkında olduğu gibi böyle bir aşk taraflara zarar vermeye başlamışsa, bu aşk Allah (c.c) tarafından tasvip edilmeyen bir aşk olmuştur. Sonra insan kim ki yaradanına aşık olabilir?. Bir robot kendisini yapan teknisyenine aşık olabilir mi?. Netice itibariyle, bu işte ifrat var, yani aşırıya kaçma var. Allah (c.c), ifrata ve tefrite kaçmadan orta yolu takip etmemizi istiyor. Çünkü, ifrat ve tefrit şeytandandır.
İkincisi ise; müslüman olan bir insan sebep ne olursa olsun haram olan bir içkiyi nasıl içebilir, nasıl sarhoş olabilir, Allah’dan hiç korkmaz mı?. Peygamberimiz (sav) de; “İçki bütün kötülüklerin anasıdır” dememiş mi?. İşte ben bunları öğrendikten sonra bizim mahallenin sarhoşuna zırnık vermemeye başladım. Herkes gibi çalışsın, kazansın ve Allah (c.c)’dan da korksun!.
Bir başka sebep de gerçekten salih olan, Allah’ın mü’min kulları vardır ki dindar insanlar onları sever, hatta imanı zayıf kimseler dahi çoğu zaman onlara gıpta eder. O insanlar da öldükten sonra, geri gelme imkanı kalmadığından, birileri tarafından büyütüldükçe büyütülür, övülür. Övülen elbette ki Allah’a kulluğu ve Allah’ın emirlerine teslimiyetidir. Sonraları bu övgüler onun kerametlerine dönüşür. Falanca zaman gitmediği halde Kâbe’de görenler olmuş, hem orda hem buradaymış, şunun olacağını bilmiş vs. gibi islamın reddettiği inançları o mümin kullara iftira ederek insanları dinlerinde şüpheye düşürürler. Bir anda birden fazla yerde olmak (tayy-î mekan - tayy-î zaman) Kur’an ve sünnette delili bulunmayan İslam öncesi putperestlerin inanışlarındandır. Olmadan önce olacağı bilmek ise mümkün değildir. Çünkü gaybı Allah’tan başkası bilemez, Allah’ın bildirdiği bazı gaybî haberler dışında peygamberler bile gaybı bilmezler. Önceden olmuş veya karara bağlanmış bir hadiseyi insanlar henüz duymadan haber vermek ise o haberin cinlerden alınmasıyla mümkündür. Bu şekilde insanları dinlerinde şüpheye düşürüp, onları dinin gerçek emirleriyle irşad etmeyen cinli kimselerin ise ancak şeytan dostu olmaları mümkündür. Zira Allah Azze ve Celle Kitabımızda “Şeytanlar kendi evliyası (dostları)na sizinle mücadele etmeleri için ilham ederler. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz ki Allah’a ortak koşanlardan olursunuz.” buyurmaktadır. Onların hilesini Allah böyle haber veriyor ki, şerlerinden emin olalım ve bize bildirilmedi ki demeyelim.
Ölmüş Olan Mü’minleri İlahlaştırmak ve Onlara Tapmak :
Tapmak, insanın gücünün yetmediği şeyleri, güç yetirebileceğine inanılan varlıktan, onun yardımını dilenerek istemek, onu övmek, sevmek ve ululamaktır. Gerçekten Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmiş mü’min kulların putlaştırıldığı da Kur’anın bize haber verdiği gerçeklerdendir. Kabirler Nuh peygamberden bu yana insanların tapınağıdır. Nuh Suresinde ismi geçen, salih insanları , ölümlerinden sonra putlaştıran, onları övmede ve sevmede aşırı giden, velilerin kabirlerinden ve heykellerinden yardım isteyen putperestler, evliya olan insanlara tapmaları yüzünden helak olmaya müstehak olmuşlardır. Bu durum Allah’ın asla affetmeyeceği şirktir ve akıbeti ebedi ateştir. Oysa insanların Allah’a kul olmasından başka bir şey istenmemiştir. Yeryüzünde Allahtan gayrına, tapılan ilk put Allah’ın salih bir kulu, Nuh kavminin taptığı “Vedd” olmuştur. Üstelik tapılan, yardım istenilen onun ölüsüdür. Bu şirk Allah’ı o derece gazaplandırdı ki, büyük tûfan ile müşrik kavim helak edilmiş ve bu cezanın daha şiddetlisi de ahirette onları beklemektedir. Bütün peygamberlerin mücadele ettiği bu şirk Muhammed (sav) zamanında da mevcut idi. İşte bu yüzden Rasulullah (sav) iman eden kimseler imanı tam manasıyla öğrenip, şirk tehlikesi kalmayıncaya kadar kabir ziyaretlerini yasaklamıştır. Ne zaman ki insanlar yalnızca Allah’a yönelmeyi, O’ndan yardım istemeyi, öğrendiler işte o vakit Kabir ziyareti yasağı kaldırıldı. Ziyaretten maksat sadece ölümü hatırlayıp ibret almaktır. İşte bu yüzden kendilerine dua edilmesi yasak olduğu halde müşrik ve kafir anne-babanın kabri de ziyaret edilebilir. Zira ölümü hatırlatmakta kabirler eşittir. Bugün de insanlar kabirlere ve türbelere Allah’a şirk koşmak için akın akın gitmekte, oraları tavaf etmekte, dilekler ve dualarda bulunmaktadırlar. Elbette bunu yapmayı Kur’andan veya peygamberin sünnetinden öğrenmediler. Dolayısıyla bu sapkınlığın din adına savunulacak bir tarafı yoktur.
Kabir Ehli Ölü Müdür Yoksa Diri Mi ?
Tasavvuf ehlinden bazı mülhid ve zındık kimseler Allah dostu evliya kimselerin ölmeyeceğini çünkü Allahın Kurandaki “şehitlere ölüler demeyin zira onlar diridirler ve Rableri katında rızıklanmaktadırlar” ayetini kanıt gösterirler. Bu iddiaya üç yönden cevap veririz. Birincisi : Allah Azze ve Celle Peygamberleri için bile ölüm kelimesini kullanmış, onların öleceklerini, öldüklerini birçok ayette zikretmiştir. Örneğin; “Biz senden önce de hiçbir beşere ebedilik vermedik. Şimdi sen ölürsen sanki onlar ebedi mi kalacaklar.” “Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. “Size gelen peygamberlerden bir kısmını yalanlarken, bir kısmını da öldürüyordunuz.” “Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır.” Hal böyleyken bütün mahlukat ölümlü olduğu ve peygamberler de öldüğü halde bu zavallılar kabirlerde kimlerle konuşuyorlar acaba?! İlle de onlar ölmedi diyorlarsa, diri ve güçlü kuvvetli şifa veren evliyalarını niçin gömüyorlar toprağa?! İkincisi: Şehitlere ölüler demeyin demek Allah onları diriltti ve cennet nimetlerini ikram etti demektir. Burada şehitliğe teşvik ve onun makamının övülmesinden başka, o şehitlerden yardım dileneceğine dair hiçbir anlayışa yer yoktur. Nice şehitler biliyoruz ki onlar da herkes gibi birer insandı ve olağanüstü kerametler göstermez, birilerine şifa ve bereket vermezlerdi. Hayatta iken insanların yardımına yetişemeyen, onlara rızık ve evlat veremeyen, hastalıklara şifa veremeyen aciz bir insan öldükten sonra da asla bunlara güç yetiremez. Bu inanışlar İslamın şiddetle reddettiği şirktir. Üçüncüsü: Şehit Allah yolunda öldürülen kimseye verilen isimdir. Oysa onların yardımını, şifasını, bereketini, şefaatını dilendikleri yatırların neredeyse hiçbirisi savaş yüzü görmemiş çilehanelerinde ömür tüketmiş, kaygısız kimselerdir. İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak da cihattır lakin o sahte veliler kalpleriyle konuştukları için ya da gûyâ batınî ilim bildikleri için! kimse onların seviyesinde olamamış ve onların halinden bir şey anlamamıştır. İşte bu yüzden onlar kendilerinden istifade edilmeden ölmüşlerdir. Evliyalık demek falanca tarikatın şeyhi olmak, ölünce postu oğluna bırakmak, insanların dini hassasiyelerini istismar ederek saltanat kurmak demek değildir. Evliya Allah’ın emir ve yasaklarına riayet eden, din adına konuştuğu ve yaptığı her şeyi Kur’andan ve sahih sünnetten isbat eden,din kardeşlerinin hayrı için gecesini gündüzüne katan, gerekirse Allah için canını veren fedakar mü’minlerin vasfıdır. Bu vasıfları taşıyan her mü’min velidir, Allah dostudur ve onun hiçbir keramet göstermesi de gerekmez. Zira cennetle müjdelenen sahabelerin veya dört halifenin hangi kerametini biliyorsunuz. Oysa post düşkünü riyakarlar adına uydurulan gûya kerametler saymakla bitmez. Abdullah ibn-î Mübarek der ki: Sünnet üzere yaşayıp ölerek Allah’ın huzuruna gitmek her Müslüman için bir keramettir (şeref ve seçkinliktir).
Türbelerde yatan kimselerin ölmediğine inanmak, onların ibadet ettiğine, savaşa gittiğine inanmak tamamen batıl ve asılsız hurafelerin dine bulaşmasından kaynaklanmaktadır. Bakarsınız ki bir türbenin kapısında su ibriği doldurulmuş, yanına havlu asılmış; ölü kalkıp abdest alsın diye! Oysa Allah Azze ve Celle Kur’anda Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ‘e hitaben “Ölüm sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” buyurmaktadır. Yani ölüm geldiği andan itibaren ibadet imkanı yoktur, mükellefiyet sona ermiştir. Şu inanca bakın ki bir ölü üzerindeki yüzlerce kilo ağırlığındaki sandukanın altından kalkıp abdest uzuvlarını yıkayabiliyor! Oysa onu başkaları yıkayıp gömmüştü toprağa! Yok eğer ruhu çıkıyor, bedeni orada kalıyor ise ruhun abdest alması için su getirmek ne garip iştir. Yahut Uhud’da, Bedir’de şehit olan sahabelerden kalkıp abdest alır diye hangisinin başına su kabı bırakıldı. Bunlar bu meseledeki ayet ve hadisleri bilerek düşünen aklın kabul etmeyeceği yönlerden sadece birkaçı. Bu inanışların hiçbir ayete ve hadise dayanmadığını, tamamen aykırı ve safsata olduğunu bilseler tövbe etmezler mi acaba ? Cehalet insana neler yaptırmaz ki ? İlacın, sobanın, yüksekten düşmenin tehlikelerini bilmeyen bir çocuğu düşünün. Aklı ermemek veya öğrenmemiş olmak bilmeden birçok tehlikeye atıverir insanı. Bir de bu cehaleti körükleyen sapkın fırkalar, bu işten dünyalık elde eden mel’unlar hesaba katılırsa, dinini saf menbaından almamış, o menbaı hiç aramamış insanın hali nice olur.
Kabirde Yatandan Yardım İstenir Mi ?
Yukarıda da izahı geçtiği üzere kabirde yatanın ruhunu Allah Azze ve Celle kabzetmiştir ve Allah acizliğinden dolayı kullarından hiçbirini kendisine yardımcı da edinmemiştir. Onlara yardım etme selahiyeti vermemiştir, üstelik bu inancı yerden yere vurmuştur.
Hal böyleyken bizler günde beş vakit, huzurunda iyyâke na’büdü ve iyyâke nesteıyn yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz, dediğimiz Rabbimizi terk edip de falanca ölüden mi yardım isteyelim. Bakın Rabbimiz ne buyuruyor: ”Kendilerine bu kadar nimetler verildiği halde yine onlar, yardımlarını umarak Allah’tan başka ilahlar edindiler. Halbuki o ma’bud edindikleri putların onlara yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilakis onlar bu ma’budlar için yardıma hazır askerlerdir.”
- Şafi’ ismi ile şifa verici olan Rabbimizi bırakıp da falanca ölüden hastalığımıza şifa vermesini mi temenni edelim ?
- Nimetlerine muhtaç olduğumuz rızkımızı veren Rabbimizi terk edelim de bize ölüler mi bolluk versin ve bizi doyursun diye yalvaralım?.
- Bu kadar şirkin ve küfrün içinde Rabbimizin gazabından korkmayalım da kendisine söz söylersek çarpılırız diye ölülerden mi korkalım?. Ölünün diriye hiçbir faydası ve zararının olamayacağını Allah Azze ve Celle şöyle bildirmektedir :”
“Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Müminler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdırlar.” “Halbuki (putlar) ne onlara bir yardım edebilirler ne de kendilerine bir yardımları olur.” “Allah'ın dışında taptıklarınızın ne size yardıma güçleri yeter ne de kendilerine yardım edebilirler.” “Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah'ındır. O diriltir ve öldürür. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” “Allah düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir velî (dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” “(Böyle iken inkârcılar) Allah'ı bırakıp kendilerine ne fayda ne de zarar verebilen şeylere kulluk ediyorlar. İnkârcı da Rabbine karşı uğraşıp durmaktadır.” “Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve: Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır, diyorlar. De ki: "Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir." “El açıp yalvarmaya lâyık olan ancak O'dur. O'nun dışında el açıp dua ettikleri onların isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar. Onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Halbuki (suyu ağzına götürmedikçe) su onun ağzına girecek değildir. Kâfirlerin duası kuşkusuz hedefini şaşırmıştır. O halde, yaratan (Allah), yaratmayan (putlar) gibi olur mu? Hâla düşünmüyor musunuz? Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız. Hakikaten Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” “Allah'ı bırakıp da taptıkları (putlar), hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır. Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.”
Yatır ve Türbe Ziyaretleri Sevap Kazandırır Mı ?
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki :“Kim üç mescidin dışında bir yere yükler bağlayıp (sevap kazanmak için) yola çıkarsa Muhammed’e indirileni (Kur’anı) inkar etmiştir. Bu üç mescid ; Mescid-î Haram, (Mekke’de Kâ’be) Benim mescidim (Medine’de Mescid-î Nebevî) ve Mescid-î Aksa (Kudüs’te Beytü’l Makdis)’ dir. İşte bu sayılan mescitlerde kılınan namazların sevabının fazlalığı sebebiyle oraları ziyaret teşvik edilmiş ve bunun dışında sevap kazanmak maksadıyla bir ziyaretgâh (mescid dahi) şiddetle yasaklanmış ve bu fiilin Kur’anı inkar etmek demek olduğunu bildirmiştir. Çünkü Kur’an insanların şirk batağına düştüğü kutsal saydıkları ve putlaştırdıkları her yeri yasaklamıştır.
Dirinin Ölüye Faydası Olur Mu ?
Kabir ziyaretinde yardıma asıl muhtaç olan –Allah katındaki derecesi ne olursa olsun- kabirde yatan kimsedir. O meyyit, diri olan müslüman kardeşinin duasına muhtaçtır. Bu dua da ona nerde yapılsa aynıdır farketmez. Kabir ziyareti yapan kimse ‘Allah’ım bu dünyadan göçmüş din kardeşlerimizin günah ve kusurlarını bağışla, onları kabir azabından, kabir sıkmasından koru, kabirlerine cennetten bir pencere aç’ diye dua etmelidir. Zira Rasulullah böyle dua eder ve böyle yapılmasını tavsiye buyururdu. Enes b. Malik (r) ölünün defin işini tamamlayıp üzerindeki toprağını düzelttiği zaman ayağa kalkar sonra onun için şöyle dua ederdi: “ Ey Allah’ım kulun sana iade edildi. Ona şefkat gösterip merhamet et. Ey Allah’ım onun cisminden toprağı uzaklaştır. Ruhu için sema kapılarını aç. Onu güzel bir kabülle kabul et. Ey Allah’ım bu kulun ihsan sahibi ise, ihsanını kat kat eyle ve artır. Eğer hatalı ise, onun hatalarını bağışla ve onu affet.”
Ziyaret yapanın elde edeceği faydaya gelince ; Ölmüşleri düşünüp, kendi ölümünü hatırlaması ve bu durumdan ibret almasından ibarettir. Bunun dışında dirinin ölüden alacağı hiçbir fayda yoktur. Allah her dert için, her sıkıntı için, mesut ve mesrur bir hayat için ne güzel vekil ve ne güzel yardımcıdır. İnsanlar dinlerini, Kur’an ve pak sünnetten öğrenseler bu denli haddi aşmaları mümkün değildir. Hatta kabirleri de bu derece yükseltmez ve zengine, fakire, takva sahibine veya günahkar olana ayrı ayrı kabir inşa etmezlerdi. Rasulullah (sav) yeryüzünden bir karış yüksek kabir yapmayı yasaklamasına rağmen, hepimiz görüyoruz ki camilere gelmeyen halk türbelere akın ediyor. Allah’a yalvarmadığı kadar ölülere yalvarıyor. Bakınız Allah (Azze ve Celle ) Kitabımızda ne buyuruyor. “(Kâfirler) O'nu (Allah'ı) bırakıp, hiçbir şey yaratamayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ne de fayda verebilen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen ilahlar edindiler.” Yine Cenâb-ı Hak bu hususta şöyle buyurmaktadır. “Yoksa kendilerini bize karşı savunacak birtakım ilâhları mı var? (O ilâh dedikleri şeyler) kendilerine bile yardım edecek güçte değildirler. Onlar bizden de alâka ve destek görmezler.” “Onlar, kendilerine bir itibar ve kuvvet (vesilesi) olsun diye Allah'tan başka tanrılar edindiler. Hayır, hayır! (Taptıkları), onların ibadetlerini tanımayacaklar ve onlara hasım olacaklar.” “Yoksa onlar Allah'tan başkasını şefaatçılar mı edindiler? De ki: Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (Şefaatçı edineceksiniz)? . De ki: Bütün şefâat Allah'ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz. “Allah, tek olarak anıldığı zaman, ahirete inanmayanların içlerine sıkıntı basar. Ama Allah'tan başkası anıldığı zaman hemen yüzleri güler.”
Kabristan ve Türbelerde Namaz Kılınmaz
Kabirlere karşı namaz kılınmaz. Türbelerde namaz için ayrılan kısımlarda da olsa kabristanı mescid edinmek asla caiz değildir. Çünkü bir ölünün kabri başında namaz kılan bir kimse kalbini Allah’a bağlayamadan, zihni orada yatan ile meşgul namaz kılmaktadır. Bir de hayatta olmayan velilerden yardım isteme, onu vesile edinme , ona tevekkül etme gibi batıl inançların yaygın olduğu şu asrımızda, kabirlerde kılınan namazlar bilgisiz insanların amelidir ve başka insanların da dini yanlış anlamalarına sebep olmaktadır. Zaten türbeler, insanların cahilce ziyaret/tavaf ettiği, orada yatan kimseden yardım, şifa, şefaat talep ettiği, kurban kestiği şirk işlenen puthanelere çevrilmiştir. Son yıllarda, sünnet ettirilecek çocuğun, evlenenlerin, bir işe başlamadan önce memur, amir, tacir kimselerin dahi bereket umarak türbeleri ziyaret ettiğine, üzüntüyle şahit olmaktayız. Bu davranışlar Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğ ettiği islam dininde yasaklanan davranışlardır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kendi kabrinin dahi mescit edinilmesini yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: ”Allah’ın lâneti Yahudilerin ve Hrıstiyanların üzerine olsun. Onlar peygamberlerinin kabirelerini mescidler edindiler.” Yine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “…Dikkat edin! Sizden evvelkiler peygamberlerinin ve aralarındaki iyi kimselerin kabirlerini birer mescid ediniyorlardı. Dikkat edin! Sakın kabirleri mescidler edinmeyin. Ben sizleri bundan kesin olarak men ediyorum,” buyurmuştur. Türbelerde ve içerisinde kabir olan mescidlerde kılınacak namazlarda Allah’ın rızası gözetilmemektedir, kalp tamamen kabir ehli ile meşguldür, bu gibi yerlerde namaz kılan, etrafını tavaf eden, onlardan yardım uman kimseler için bakınız Allah (c.c.) ne buyuruyor. “Dikkat et, halis din Allah’ındır. O’nu bırakıp bir takım veliler edinenler, ”onlara, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz” derler. Allah (doğru yoldan) ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkarcı kimseyi hidayete erdirmez.” İşte bu gibi ameller Kur’anda ve sünnette şiddetle yasaklanan, Allah’ın asla affetmeyeceği şirktir, putperestliktir, böyle bir durumdan Allah’a sığınırız. Şu an gelinen nokta açıkça gösteriyor ki duvarlarda asılı duran Kur’an bizim elimizden tutmuyor, bize kılavuzluk etmiyor. Kitabımız diyoruz lakin ondan habersiz yaşıyoruz, peygamberimiz diyoruz, onun gösterdiği yol ne taraftır bilmiyoruz. Bizim olduğu halde tanışmadığımız, ilgilenmediğimiz bir eşyamız var mı ? Dinimiz bir eşyadan kıymetsiz mi, ebedi hayatımız ve biz bir eşya kadar değere sahip değimliyiz ki kıymetimizi bilmiyoruz? İşte bu sual yolun başlangıç noktasıdır. Kendisine doğru cevabı verebilen yolun sonunu hayırla bulur inşaallah. Bu yol sırat-ı müstekıym yoludur. Bu yol hakiki kılavuza uyanların ebedi rahatına ilerlediği dosdoğru istikamet yoludur.
Aziz Kardeşim, Muhammed (sallallahu aleyhi ve selem)’in karşısına çıkıp da siz cehenneme, biz cennete gideceğiz diyen müşriklerin halini bir düşünün. Onlar bile şirk içerisinde olmalarına, Allah’ın peygamberi ile savaşmalarına rağmen cennete gideceklerini sanıyorlar. Şeytanın aldatması bizi zararda bırakmasın. Eyvah demeden, fırsat varken, ahiretten köşk almanın, ateşin etrafına duvar yapıp hem kendimizi, hem de çoluk çocuğumuzu korumanın yollarını arayalım. Dedelerimiz, babalarımız bilmiyor muydu sen bunları nerden uyduruyorsun diyen, bu sözlerle peygamberi yalanlayan müşriklerin hali gibi hakikati yanlış ölçülerle tartmayalım. İman ettik dediğimiz Kitabımız ve Nebîmiz ne derse o olsun. Fakat bize ayeti ve hadisi getirenin de bir hilesi bu işe karışmasın. İki kilo elmayı alırken nasıl teraziye bakıyorsan, din adına bir sözü duyduğunda da Kur’ana ve sünnete bakmalısın. Kısa dünya hayatında kullanacağın bir metaın, iyisini ucuza almak için nasıl araştırıyorsan, ebedi rahatını temin edecek doğru yolun işaret levhalarını da öyle araştırmalısın. İşte bu meseledeki sözlerimiz görücüye açık, saf menbaın zerreleridir. “De ki: Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır. Sonra siz yine O'na ortak koşarsınız. De ki: "Allah'ın size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeğe ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter." Bak, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz! Kur'an hak olduğu halde kavmin onu yalanladı. De ki: Ben size vekil (kefil) değilim. Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında siz de gerçeği bileceksiniz.”
“Allah'ı bırakıp da taptıkları (putlar), hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır. Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.”
“Asra yemin ederim ki ; İnsan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.”
Ve Selamün Alel Mürselin Ve’l Hamdü Lillahi Rabbi’l Alemin!
A’raf Suresi (Ayet 3) Müslim (90/966) Müslim (92/968)-(‘93/969) Müslim (96/971)-(97/972) Müslim (94/970) Malik (1/172-85) Abdurrezzak (15916) Ahmed (2/246) Ebu Yağla (469) Ebu Davud (2042) Ahmed (2/246) Ebu Davud (2042) Ahmed (2/367) Maide Suresi (Ayet 3) Bakara Suresi (Ayet 173) En’am Suresi (Ayet 145) Nahl Suresi (ayet 115) Cin Suresi (Ayet 28) Cin Suresi (Ayet 6).
Şeytanın ve onun avaneesinin insanlarla mücadelesi dinlerini bozmak Allah’a ortak tanrılar icad etmek ve günah işlettirmektir. En’am Suresi (Ayet 121) Vedd, Suvâ, Yeğûs, Ye’uk, Nesr ismindeki Salih insanların ismi Nuh Suresi (Ayet 23) Ayrıca bakınız Buhari (ter. 4936)
İbn-î Abbas (r) dan, o şöyle dedi : Nuh kavmindeki vesenler (in isimler) sonradan arap kavminde oldu. Vedd putuna gelince; o Devmetü’l Cendel’de Kelb kabilesinin idi. Suvâ putu Huzeyl kabilesinin idi. Yeûs Murad kabilesinin sonra da Yemen’in Sebe şehrinin yanında el-Cevf mevkiinde Gutayf oğullarının idi. Yeûk, Yemen’li bir kabile olan Hemdân’ın putu idi. Nesr de Hımyer’in Zu’l Kelâ hanedanının idi. Bu isimler esasen Nuh Kavminden bazı Salih adamların isimleridir. Bu iyi kimseler vefat ettikleri zaman şeytan onların mensub oldukları kavimlerine, bunların adlarına, hayatlarında oturageldikleri mevkilere birtakım heykeller dikin sonra da onlara bu adamların isimlerini verin diye vahyetmiştir. Onlar da putları dikmişler ve onlara bu iyi kimselerin adlarını vermişlerdir. Bu heykellere ilk zamanlar ibadet edilmemiştir. Nihayet bunları dikmiş olan nesiller vefat ettikleri ve bunlarla ilgili bilgiler neshedilip unutulduğu zaman, cehaletle bunlara tapılmıştır. Buhari (ter. 4936) Bureyde (r) şöyle dedi: “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Ben kabirleri ziyaretten sizi yasaklamıştım. Artık onları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü kabirler sizlere ahireti hatırlatır. Kim kabir ziyareti yapmak istiyorsa yapsın, ancak batıl bir söz söylemesin’ buyurdu.” Müslim (977/106) Ebu Davud (3235) Nesei (2031-2032-4441-5667) Beyhaki (4/77) Ahmed (5/3-50-355-356-361 Müslim (105/976) Bakara Suresi (Ayet 154) Âl-î İmran Suresi (Ayet 169) Enbiya Suresi (Ayet 34) Sebe’ Suresi (Ayet 14) Bakara Suresi (Ayet 87) Âl-î İmran Suresi (Ayet 185)
Keramet : Allah’ın dilediği zaman harikulâde bir olayı yaratmasıdır ki bu bir insanın şahsında diğer insanlara ibret olmasından başka bir ikram değildir. Oysa bu ibretle Rabbini tanıyıp yücelteceği yerde insanlar insanları yüceltmiş, kerametin hayrını kendilerine şer yapmışlardır. Hicr Suresi (Ayet 99) Sebe Suresi (Ayet 22)
Abdullah ibn-î Mübarek der ki: Sünnet üzere yaşayıp ölerek Allah’ın huzuruna gitmek her Müslüman için bir keramettir (şeref ve seçkinliktir).
“(Müşriklere) de ki: Allah'tan başka tanrı saydığınız şeyleri çağırın! Onlar ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir şeye sahiptirler. Onların buralarda hiçbir ortaklığı yoktur, Allah'ın onlardan bir yardımcısı da yoktu.”
Fatiha Suresi (Ayet 5) Ya Sin Suresi (Ayet 74-75) A’raf Suresi (Ayet 196) Mülk Suresi (Ayet 21) Ahzab Suresi (Ayet 17) Âl-î İmran Suresi (Ayet (160) A’raf Suresi (Ayet 192) A’raf Suresi (Ayet 197) Tevbe Suresi (Ayet 116) Nisa Suresi (45) Furkan Suresi (Ayet 55) Yunus Suresi (Ayet 18) Rad Suresi (14-17-18) Nahl Suresi (20-21) Buhari (ter.1130) İbnu’l Münzir (5/458) Furkan Suresi (Ayet 3) Enbiya Suresi (Ayet 43) Meryem Suresi (Ayet 81-82) Zümer Suresi (Ayet 43-44-45) Müslim(97-98/972), Ebu Davud (3229), İbn-i Huzeyme (1/95/2)
“Ümmü Seleme (r) Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) ‘e Habeşistan beldesinde gördüğü bir kiliseyi zikretti. O kiliseye Mariye deniliyordu. Ümmü Seleme o kilisede gördüğü resimleri anlattı. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Onlar öyle bir toplum ki; içlerinde salih bir kul veya salih bir kimse öldüğünde onun kabri üzere mescid inşa ederler. O resimleri de oraya yaparlar. İşte onlar Allah-u teala katında mahlukatın en şerlileridir.” Buhari (427) Müslim (528/16) İ. Ebi Şeybe (3/225) Nesei (702) Ahmed (6/51)
İbni Mes’ud (r) şöyle diyor: “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ dan işittim: ’İnsanların en şerlileri kendileri hayatta iken kıyamet üzerlerine kopan ve kabirleri mescidler edinen kimselerdir’ buyuruyordu.” İbni Hibban (2325-el-İhsan) İbni Huzeyme (789) Tabarani (10413) Bezzar (3420) Ahmed (1/405-435)
Cündeb b. Abdullah (r) şöyle dedi: “Vefatından beş gün önce Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’dan işittim şöyle buyuruyordu: ‘Sizden önceki kimseler nebilerinin ve salihlerinin kabirlerini mescid ediniyorlardı. Ben size bunu kesin olarak yasaklıyorum.” Müslim (532/23) Ebu Avane (1/401) Tabarani (1686-M. Kebir) İbni Sa’d (2/240)
Ebu Mersed el-Ganevi (r) şöyle dedi: “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Kabirlerin üzerine oturmayınız ve onlara doğru namaz kılmayınız’ buyuruyordu.” Müslim (972/97-98) Ebu Davud (3229) Nesei (759) Tirmizi (1050) Beyhaki (4/79) Ahmed (4/135)
“Hayatta olan salih birinden dua etmesi istenebilir, bu meşru olan vesiledir. Ölüleri vesile etmek ise müşriklerin amellerindendir.” Buhari (ter. 5872) Müslim (23/532) Zümer Suresi (Ayet 3) En’am Suresi (Ayet 64-65-66-67) Nahl Suresi (20-21) Asr Suresi (Ayet 1,2,3)
Mescid: namaz, dînin direğidir ve Allahü teâlâya münâcâttır (yakarıştır).
“Mescidleri yol yapmayınız! Mescidlere zikr ve salât (namaz) için giriniz.” (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
“Her kim Allahü teâlânın rızâsını umarak küçük veya büyük bir mescid yaparsa, Allahü teâlâ da ona Cennet'te köşk yapar.” (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
“Arz kıtalarının efdali (kıymetlisi) mescidlerdir. Câmi ehlinin de en efdali, ilk girip son çıkandır. İlk cemâate gelen, ilk müslüman olan gibidir.” (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
“Mescidler yeryüzünde Allahü teâlânın evleridir. Mescidde namaz kılanlar, Allahü teâlânın misâfirleridir.” (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
“Mescide giren münâfıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin kapısı açılır açılmaz uçarlar, kaçarlar.” (İmâm-ı Mâlik)
“Mescidde oturan kimse, Allahü teâlânın huzûrunda demektir.” (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
“Ne mutlu evlerini mescid yapanlar. Mescidler, takvâ sâhiplerinin (haramlardan ve günâhlardan sakınanların) evleridir.” (Ka'b-ül-Ahbâr)
İslamda İlk Türbe
9. asırda Buhara da yapılan Samanoğlu İsmail Bey'in türbesinin İslam dünyasının ilk türbelerinden olduğunu ve bu türbenin yapımında kullanılan tuğlaların deve sütü ile yumurta akı karıştırılarak bunların çeşitli derecelerde pişirilmesinden elde edildiğini ve günümüze kadar sapasağlam dimdik ayakta kaldığını biliyormusunuz. (Ne kadar büyük bir marifet!..)
Halbuki, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın sünnetine istinaden, Hz. Rasulullah (sav), Hz.Ebubekir(ra) ve Hz.Ömer(ra)’in mezarları yanyana ve toprakla beraber olup, mezarların üzerinde bir taş bile bulunmamaktadır. Yine Hz.Peygamberimiz (sav) Medine’de iken Hz.Ali (ra)’yi gönderip "Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!" diye emir vermiştir. Ebu Sa'id radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam, kabir üzerine bina yapılmasını yasakladı." Hz. Enes İbnu Malik (ra) anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam, Osman İbnu Maz'ün'un kabrini bir taşla işaretledi." Ebu Hureyre (ra): "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Rabbimden anneme istiğfar (bağışlanma) talep etmek için izin istedim, fakat bana izin vermedi. Kabrini ziyaret etmem için izin istedim, buna izin verdi."
Kur’ana Müracaat
Köyde, kentte, büyük şehirde ve Avrupa ülkelerinde bulundum. Buralarda da ufkuma göre memleketi kurtarmak için değişik çözümler buldum. Ancak, bunların akibeti de diğerleri gibi oldu. Sonuç olarak, böyle yap-boz yapmaktan zihnim yorulmuş, kafam allak-bullak olmuştu. Bu arada şunu belirtmeliyim ki; insan nedense yurtdışında acaip milliyetçi oluyor, adeta milliyetçilik damarı kabarıyor ve çok duygusal oluyor. Orada kendi dilini konuşan birine rastladığı zaman da ona kayıtsız şartsız güveniyor ve sonra da başına olmadık belalar getiriyor. Bunlara dikkat etmek lazım. Yurtdışında olmakla insan düzelmez, kötü heryerde kötüdür.
Baktım ki beşeri çözümlerle olmayacak, memleket bu şekilde kurtulmayacak, bunun başka bir yolu olmalı diye düşünürken, hiç başvurmadığım, nefret ettiğim, uzak durduğum, eskimiş, bayatlamış olduğunu düşündüğüm, anlaşılmaz ve ilahi olduğu söylenen –kur’an- ne diyor diye merak etmeye başladım. Hiç olmazsa okudum, araştırdım ve neyi kabul etmeyerek ateist olduğumu bilirim dedim. Böylece İslamı, Kur’anı araştırmaya başladım. Bu yolda beni ilk başta iki şey çok etkiledi; Birincisi, 1400 yıldır kur’anın tek bir harfinin dahi, bu kadar cahil dostuna ve bu kadar azılı düşmanına rağmen değişmemiş, değiştirilememiş olması çok ilginç ve olağanüstü birşeydi. Çünkü, insanlar diğer ilahi kitapları yap-boz yaparak oyuncak edinmişlerdi.
“Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” Hicr:9.
İkincisi ise, geçmişten bugüne kadar bu dinin bağlılarının çektikleri bütün sıkıntılara ve gördükleri ağır zulümlere rağmen onların yılmamaları, samimiyetlikleri, fedakarlıkları ve gittikleri yoldan hiç şüphe duymamaları oldu.
“Senden önce de peygamberler yalanlanmıştı. Kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabrettiler. Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz ki sana, peygamberlerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir.” En’am:34.
Tam hakkıyla iman edenlerin sayıları çok az olmasına ve bizler de milyarlardan oluşan kalabalıklardan olmamıza rağmen, biz değil de ya onlar hakikaten doğru yolda ve herşeyi, yani hayatın gerçeğini, nereden gelip nereye gittiğimizi ve bu dünyadaki asıl vazifemizin neler olduğu gibi soruların hiçbir zan ve şüpheye bırakmadan doğru cevablarını sadece onlar biliyorlarsa dedim.
“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” Mü’minun:115.
İşte bu ve buna benzer düşüncelerle Kur’anı araştırmaya başladım. Önceleri pek iyi niyetlerle yaşlaşmadığım Kur’an-Kerimi okudukça ve zamanla olayın mantığını kavramaya başladıkça, onun hakkında daha önce sahip olduğum kötü yargılarımın hepsi bir bir değişti. Bugüne kadarki hayat tecrübelerim, kendi yaşadıklarım ve öteki insanların yaşamları üzerinde yapmış olduğum gözlem ve değerlendirmeler neticesinde gördüm ki; Güneş girmeyen eve doktor girer misali, Kur’an girmeyen insan beynine ve yüreğine şeytan ve şeytani düşünceler girmekte, adeta onlar tarafından işgal edilmekte ve bu şekilde işgale uğrayarak zayıflamış bir vücuda yapılan hertürlü fikri saldırı da çok başarılı olmakta ve bu saldırılarla kafası karmakarışık olan insan yanlış olan bir veya birden çok fikri sahiplenebilmekte ve bütün bir ömrünü bu yalanlara teslim olmuş olarak ve onlar için mücadele ederek geçirebilmektedir.
İkinci bir hayat şansı olmayan insanın ömrünü kaynağı Kur’an olmayan böyle boş şeylerle geçirebilmesi ne kadar üzücü birşey, çok yazık!. Bu durum aslında insan için en büyük zulümdür, çiledir anlayana!. Ve insanın çilesi bununla da bitmiyor. Kur’anın ışığında doğru yolu bulamamış bu zavallı insanların hayatı kısa ve uzun vadede büyük sıkıntılar, mutsuzluklar, huzursuzluklar, ümitsizlikler, hayal kırıklıkları, acılar, gözyaşları içerisinde geçip gitmekte ve kurtuluşu alkolde, uyuşturucularda aramakta, bazıları da şehvete, fuhuşa ve dertlerini azda olsa unutturacak, adrenalini yükseltecek garip ve uçuk şeyler yapmaya yönelmektedirler. Yaşanılan sıkıntılardan kurtulmak için başvurulan yöntemlere bakıldığında ise, bütün bu yapılanların ümitsiz bir arayıştan başka bir şey olmadığı görülecektir. Zavallı insanoğlu!.
“Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalbleri yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur (tatmin olur, rahata ve huzura kavuşur).” Rad Suresi: 28
Sonuç olarak diyoruz ki; Kur’an girmeyen ve dolayısıyle “La İlahe İllahlah”ın gerçek anlamını bilemeyen ve sadece ona bağlanmayan insan hayatına batıl olan, yanlış olan, kötü olan herşey girer ve bu yüzden insan hem bu dünyada, hem de öbür dünyada kesinlikle helak olmaya mahkumdur. Halbuki, bugüne kadar gelen İlahi kitaplar olsun, peygamberler olsun, hep bu ağır kelimeyi yani “La İlahe İllahlah”ı açıklamak ve yaşamak üzere gönderilmişlerdir.
“Şurası kesindir ki Allah, insanlara zerre kadar zulmetmez. Ne var ki, insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.” Yunus:44
“Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Bununla beraber Allah yine de çoğunu affeder.” Şura:30
Yaşadıkları bütün bu olumsuzluklara rağmen, insanoğlu o kadar garip, aptal ve bir o kadar da aslında düşüncesiz ve anlaşılması güç bir varlık ki, inat etmekten vazgeçip de Allah’ın emrine teslim olmayı bir türlü kabullenemiyor. Kendine ve yakınlarına yapıldığı zaman hoş karşılamayacağı bir davranışı fırsatını bulduğunda kendisi başkalarına yaparken engel olacağı, günah da olsa, yanlış da olsa ve az da olsa hoşuna giden bir zevkten mahrum olacağı düşüncesiyle, ne olursa olsun, nasıl bir sıkıntı yaşarsa yaşasın Allah’ın emrine uymayı reddediyor. Ayyaş kocasından zarar gören, dayak yiyen kadına bile ‘gel Allah’ın emirlerine teslim ol’ desen olmaz, çocukları uyuşturucu kullanan ve sürekli intihara teşebbüs eden aileye de ve hayatından memnun olmayan, huzursuz, mutsuz, umutsuz, çaresiz birilerine de bu teklifi yapsan, ‘hem giderim, hem ağlarım’ misali, onlar da ıhh derler. Hem kel, hem de fodul olmalarına rağmen, dillerinden dökülen bahaneleri de; Kur’anın bin dört yüz sene önce, o zamanki insanların, Arab bedevilerinin basit yaşamlarını düzenlemek için indiğidir ve bugünün insan yaşamına uyarlanmasının mümkün olmadığıdır. Fakat, şunu düşünmezler ki; bazı önemsiz ayrıntılar dışında insanın yaşamında bugüne kadar, kullandığı araçlar dışında, temel olarak ne değişti ve insan neyden, hangi ihtiyaçtan ve acizlikten muaf oldu. Artık yemiyor mu, içmiyor mu, tuvalete gitmiyor mu, ağlamıyor mu, gülmüyor mu, hasta olmuyor mu, çalışmıyor mu, toplum içinde yaşamıyor mu, ölmüyor mu ve bana göre en önemlisi de, acizliğinden dolayı yanlış yapmıyor mu, sonra da pişman olmuyor mu?. Zavallı insanoğlunun en vahim pişmanlığı da ahirette olacak anlaşılan. Eyvahhhhh!...
Kimi insanlar da kendilerini sütten çıkmış ak kaşık olarak görerek, İslamın ilk geldiği zamanlardaki arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömdüklerinden (kendilerine göre makul sebepleri muhakkak vardır ) dem vurarak onları vahşilikle suçlarlar ve “Bu vahşileri terbiye etmek için İslam dini indirilmiştir, dolayısıyle biz onlar gibi vahşi olmadığımıza göre bizim böyle bir dine ihtiyacımız yoktur” gibi saçma sapan şeyler düşünürler veya bunu dilleriyle de söylerler. Şimdi kendileri esasen vahşi olmayan(!) bu insanlara şunu sormak istiyorum; Siz bugün vahşi değilsiniz de o zaman niçin Allahın verdiği canı ne hakla kürtajla alıp bir canlının hayatına son verebiliyorsunuz, onları nasıl diri diri öldürebiliyorsunuz, hiç mi vicdanınız sızlamıyor?. Yoksa, siz bu öldürme olayını daha hijyenik bir ortamda yaptığınız için mi vahşi olmuyorsunuz?. Zira, İstatistiklere göre sadece Türkiye’de bile her altı gebelikten biri kürtajla sonlandırılıyor. Hepsi de ya sudan sebeplerden, yada gayrimeşru ilişkilerden dolayı. Oldu mu şimdi, o zaman o vahşi araplarla sizin aranızda ne fark kaldı ki!.
Bu demektir ki; İnsan her zaman insandır ve bir yanlışa, bir sapıklığa, bir vahşiliğe her zaman ve her devirde düşebilir. Zira, zayıf yaratılmıştır. O zaman, bütün bunlarda hiçbir değişiklik olmadığına ve her devirde eğrisiyle doğrusuyla insan aynı insan olduğuna göre, Allah’ın emirlerinin nasıl eskidiğini, bu zamana nasıl uymadığını söyleyebiliyorsunuz?. Ancak, Allah’ın emirlerine uymak işime gelmiyor, zaten ben bozulmuşum, kötü yola düşmüşüm ve buradan da asla kurtulmak istemiyorum derseniz o başka!. Yardımı reddedene hiçbir yardım yapılamaz!. Netice olarak, varolduğu günden, yok olacağı güne kadar herşeyiyle insan aynı insan olarak kalacak ve siz ne derseniz deyin, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin Allah’ın emirleri tazeliğini ve canlılığını kıyamete kadar koruyacaktır. Eğer siz reddetmeye devam ederseniz, sizin için, ‘dağ dağa küsmüş, dağın haberi olmamış’tan başka bir şey olmaz. Beden senin, istediğin gibi kullanabilirsin, ister doğru yolda, ister yanlış yolda. Ancak, sana bu emanetleri ve nimetleri veren bunun hesabını sana birgün mutlaka soracaktır. İnsan yaşamında mükafatsız veya cezasız hiçbir şey yoktur...
Kuranı incelerken, insanın bu dünyada nasıl yaşaması gerektiği konusundaki Allah’ın emir ve tavsiyelerinin yanında mazi bilgisinin, geçmişte olanlarla ilgili bilgilerin de eksik bırakılmadığını ve en önemlisi olan, herkesin merak ettiği, bunun için falcılara, büyücülere, kahinlere falan gittiği, gelecek bilgisinin de eksik bırakılmadığını, hatta hepsinden çok daha detaylı bir şekilde açıklandığını gördüm. Kur’an ayetlerini iyi niyetle anlamaya çalışırsanız, onlardan birçok şeyi öğrenebilir, birçok gerçeği keşfedebilisiniz. Adeta kafanızda olayın fotoğrafını çıkarabilirsiniz. Hele öldükten sonra ne olacağım bilgisinin kafamda netleşmiş olması benim için çok rahatlatıcı oldu. Daha önceleri, toprak altına gireceğim, çürüyüp yok olacağım, bir varmış bir yokmuş olacağım diye çok korkuyordum. Nasıl olsa yok olup gideceğim diye dünyadan azami ölçüde istifade etmem gerektiğini düşünüyordum. Fakat bir türlü tatmin olamıyordum, bir türlü gözüm doymuyordu ve hiçbir şey beni kesmiyordu. İmansız veya imanı kıt olan, veyahut da Kur’anın verdiği bilgilerden haberi olmayan, ya da bunları kabul etmeyen insanlar hayatlarının tamamında veya belli dönemlerinde benim yaşadığıma benzer duygu ve düşünceler içerisine muhakkak girmişlerdir. Eğer ölünceye kadar çizgimi koruyabilirsem ve sapıtmazsam, gelecek bilgisi benim için meçhul değil artık. Allah(c.c)’ın dilemesiyle ve kendi gayretimle bunları keşfettim ve kendimi çok şanslı hissediyorum. Ve siz ne derseniz deyin, ben şahsen öldükten sonra yokolup gitmek istemem arkadaş!. Bu dünyada çektiğim bütün sıkıntılardan sonra, hakettiğim, fıtratıma uygun bütün zevk ve mutlulukları zirvesinde olarak, dertsiz, tasasız ve çilesiz olarak yaşayabileceğim mükemmel bir yurt ve bir daha hiç ölmeyeceğim, hiç bitmeyecek, sonsuz bir alemin –cennetin- varolmasını isterim. Siz istemezmisiniz? Hem sonra, bu dünyada bizden yapmamız istenen şeyler de aslında, bizim bu dünya yaşamında hep iyiliğimize olan şeyler. Bir düşünebilsek!..
Şimdi de müthiş komünist Tito’nun düşüncelerinin ve endişelerinin ne kadar ibret verici olduğuna bir bakalım;
Tito' dan Müthiş İtiraflar
“Ömrünün elli yılını komünist ideoloji yolunda harcayarak bu davasında şöhreti yurt dışına taşmış bir insan olan Salih Gökkaya'nın, daha sonra İslam'la müşerref olarak Hakk'a rücü ettiğini,
Komünizm fırtınalarının bütün dünyayı kasıp kavurduğu bu günlerin birinde Salih Gökkaya'nın "Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı Başkanı" sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Tito'nun şeref misafiri olarak Belgrad'a gittiğini...
Ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito'yu ziyaret ettiklerinde , hayatını komünizme adayan bu ihtiyar liderin büyük bir pişmanlık içinde:
"Yoldaş, ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece korkunç birşey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün ölmek, yok olmak... Toprağa karışmak ve dönmemek üzere gidiş... İşte bu çıldırtıyor beni... Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, ünvan ve makamlardan ayrılmak... Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek.. Ne korkunç birşey anlamıyor musunuz?
Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum: Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana? Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar?
Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.
İtiraf etmek zorundayım;
Ben Allah'a, peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kainatın bir Yaratıcısı şu muhteşem sistemin bir kanun koyucusu olmalıdır... Bence ölüm de son olmamalıdır, mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulümler, şu anda boğazıma düğümlenmiş bir vaziyette. Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı... Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı Marks bu mevzuda halt etmiş. Uyuşturmuş beynimizi.
Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inançtayım yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin!"
Çoğunluk Psikolojisi
Evet, ya onlar, yani müslümanlar haklı ve doğru yolda ise ve biz yanılıyorsak!. Çünkü, bizler çok büyük bir çoğunluk oluşturmamıza rağmen, hepimiz aşağı yukarı aynı şeyleri düşünüyoruz, aynı şeyleri yapıyoruz ve hiç düşünmeden aynı şeylerin peşinden gidiyoruz. Günün moda akımı, moda hareketi, moda düşüncesi, moda yargısı, moda eğlencesi, bizleri nereye götürüyor, doğru mu, yanlış mı, hayırlı mı, hayırsız mı demeden mantık süzgecinden geçirmeden onları koyun gibi takip ediyoruz. Bir şey moda oldu mu akan sular duruyor, herşey mübah olabiliyor, normal şartlarda ayıp olan bir şey bile moda olduğunda normal karşılanabiliyor artık. Kimse de, bu doğru mu, yanlış mı, bize uyar mı, uymaz mı demiyor. Allahın yeni bir emriymiş gibi kayıtsız şartsız itaat ediliyor. Yeter ki moda olsun. Modaya uymayan dışlanıyor. Herşey o kadar karışmış, zihinler bozulmuş, doğrular, yanlışlar birbirine o kadar girmiş ki, buradan yara almadan sağlam çıkabilmek çok zor. Çünkü, eğer modaya uymuyorsanız, bütün medya ve sokaklardaki insan kalabalıkları giyimleri, kuşamları, hal ve hareketleriyle, ‘biz doğru yoldayız, siz yanlış yoldasınız’ diye bas bas bağırıyor. Bu yoğun baskıya dayanabilmek için insanın çok sağlam bir imanı ve iradesi olması gerekiyor. Yoksa, akıntıya kapılıp gidiyor. Size bu mevzuda yaşanmış bir olayı anlatmak istiyorum ; Biliyorsunuz, koyun sürüsünde bütün koyunlar kara koyunun peşinden gider, o ne yaparsa onu yaparlar. İşte böyle bir sürüde, sürünün çobanı ağaç altında gölgede otururken önde kara koyun arkada da diğer koyunlar çobanın yanından geçiyorlarmış. Tam o sırada çobanın aklına bir muziplik yapmak geliyor ve elindeki deyneği kara koyunun önüne uzatıyor, doğal olarak da kara koyun deyneğin üzerinden atlıyor. Kara koyun geçince deyneği hemen geri çekiyor. Sonra, aman yarabbi, çok ilginç bir şey oluyor, arada değnek veya herhangibirşey olmamasına rağmen, bütün diğer koyunlar kara koyunun yaptığı gibi yapıyor ve tam oraya gelince hepsi atlıyorlar. Çok ilginç değil mi?. Herhalde uzmanların sürü psikolojisi dedikleri olay bu olsa gerek.
“Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak "zan ve tahminle" yalan söylerler. (Enam Suresi, 116)
Sayıları milyarlarca olan bizler de bu koyunlar gibi sayıları çok çok az olan, tam olarak nerede yaşadıkları bilinmeyen ve yerleri gizli olan kara koyunların peşinden gidiyoruz, onun bizim için biçtiği rölü, kaderi oynuyoruz. Bu kara koyunlar bizleri felakete mi, yoksa kurtuluşa mı götürüyor diye hiç sorgulamıyoruz. Tabii kara koyunlara sorsanız, ‘sizi kurtuluşa götürüyoruz’ diyeceklerdir. Kesinlikle melek değil şeytan olan bu kara koyunlar, bütün dünyayı, istisnasız bütün halkları parmaklarında oynatıyorlar ve korkunç bir felakete doğru sürüklüyorlar. Dünyada gerçekten ne yaptığını sadece İnsanları Allah (c.c) yolundan alıkoyan bu kara şeytanlar ile bunların hileleri konusunda uyaran Allah (c.c)’ın yolundan giden sayıları çok az olan müslümanlar biliyorlar. İyice düşündüğünüz zaman, dünya hayatının aslında iyilerle kötülerin savaşından ibaret olduğunu göreceksiniz. İyi-kötü, hak-batıl, melek-şeytan arasında kıran kırana geçen bu savaşta bir kısım insanlar bu kara şeytanlara uşaklık etmekle meşgulken, mahşeri çoğunluğu oluşturan en büyük kısmı ise, dostunu, düşmanını bilmeyen ve başına ne çorap örüldüğünü farkedemeyen sürü durumundaki ahmakları oluşturmaktadır. Dünyada bütün gücü elinde bulunduran kötüler/kara şeytanlar kendilerine kul ettikleri, sürü durumundaki bütün insanlığı sanki adına dünya denen gemiye bindirmişler, gemiyi bermuda şeytan üçgenine doğru sürüklüyorlar. Zira, gemide bulunan ve Allah’ı (c.c) tanımayan, bilmeyen, uyarılarından haberi olmayan bu insanların yaşamları Allah’ın takdir ettiği, uygun gördüğü bir yaşam değil, kara şeytanların –iblislerin- uygun gördüğü bir yaşamdır.
İnsanların nasıl bir dünyada yaşatıldığını ünlü Amerikali dilbilimci ve siyasi yorumcu Noam Chomsky şu cümlelerle ifade etmektedir;
“Bugün pek çok insan Bati'yi çok iyi tanıdığını iddia edebilir. Oysa dünya kimi zaman göründüğünden, gösterildiğinden çok daha farklı olabilmektedir. Bu nedenle, Batı'yı tanımak için, öncelikle Batı'nın resmi tarihini ve resmi görüntüsünü bilmek gerekmektedir.
Resmi Tarih ve Resmi Görüntü
Bir resmi, bir de gerçek tarihin olduğu herkesçe bilinir. Resmi tarih, tarihi yazanlarin—daha dogrusu yazdıranların—olayları istedikleri gibi yorumlamalarından ve çarpıtmalarından doğar. Bir ülkenin tarihini yazdıranlar, ki bunlar o ülkeyi yönetenlerdir, kimi zaman tarihi resmi ideolojiyi sağlamlaştıracak bir araç olarak görürler. Öyle ki iki ülke arasında geçmiş olan bir savaşın, her iki ülkede de "zafer bayramı" olarak kutlandıgı durumlar bile vardır: Her iki tarafın tarih kitapları da savaşı kendilerinin kazandığını yazmaktadır...
"Resmi"lik yalnızca tarih için degil, bugün için de geçerlidir. Resmi tarihi tarihçiler yazarken, resmi görüntüyü de devlet ve medya belirler. Buna, çoğu ülkede çok sayıda medya kuruluşu olduğu ve bunların farklı konularda farklı yorumlar yaptığı noktasından yola çıkarak itiraz edilebilir. Ama dikkat edilirse, medyanın büyük çoğunluğu, aralarında başka konularda ne anlaşmazlık olursa olsun, "düzen" konusunda konsensüse varmış durumdadır. Düzene alternatif olanlar ise, dişlanırlar ve belki daha da önemlisi güvenilir kaynak olarak kabul edilmezler.
Ünlü Amerikali dilbilimci ve siyasi yorumcu Noam Chomsky, Necessary Illusions: Thought Control in Democratic Societies (Gerekli Ilüzyonlar: Demokratik Toplumlarda Düsünce Kontrolü) adlı kitabında, medya yoluyla düşünce kontrolünün nasıl yapıldığını detaylarıyla anlatır. Chomsky'nin bildirdiğine göre, en özgür ve demokratik toplum olarak bilinen ABD'de bile çok etkili bir "düşünce kontrolü" vardır. Amerikan devleti, özellikle yüzyılın başından bu yana, totaliter yöntemler kullanmaktadir. ABD'nin yönetici elitlerini buna zorlayan şey, toplumun pek çok konuda kendilerinden farklı düşünmesidir. Özellikle diş müdahale konularinda Amerikan halkı geleneksel olarak isteksizdir; oysa silah tüccarlarından uluslararası şirketlere kadar pek çok güç merkezi ile birlikte (ve onlarin destegiyle) Beyaz Saray'da oturan politikacılar, dış müdahaleyi çogu kez bir zorunluluk olarak görürler. Bu durumda ne yapılmalıdır? Elbette politika halka rağmen oluşturulacaktır ama açık açık totaliter olan devletlerde olduğu gibi, halkın kafasını ezerek değil, propaganda yoluyla "rıza"sını oluşturarak. Chomsky, "rıza üretme" olarak adlandırdığı bu yöntemin çok sayıda örneğini veriyor.
Burada düşünülmesi gereken bir soru; bu resmi tarih ve resmi görüntü kavramlarının ve bunlarla yapılan düşünce kontrolünün hangi boyutlara kadar geçerli olduğudur. Ülke boyutunda, sözkonusu kavramların, ülkeyi yöneten elitlerden ve onların kurduğu düzenden kaynaklandıgını belirttik, gerçek tarih ve yorumları onların çarpıttığını söyledik; ki bu zaten pek bilinmeyen bir sey degildir.
Peki resmi tarih ve resmi yorum dünya bazında da geçerli midir? Bugün dünyaya egemen olan Bati uygarlığıdır. Doğal olarak da bu uygarlığın, kurduğu dünya düzeni için bir resmi tarih ve resmi yorum yaratma çabası olmalıdır. Bu uygarlığı yönetenlerin, egemenliklerini korumak ve saglamlaştırmak, düzenlerini ayakta tutmak için böylesi bir yol izlemesi doğaldır.
Ancak bu noktada biraz ürpertici bir gerçekle karşı karşıya kalıyoruz. Eger Batı uygarlığı tarafından kurulmuş olan dünya düzeninin üretilmiş bir resmi tarihi ve resmi görüntüsü varsa, bu, insanların büyük kısmının zihnine etki ediyor demektir. Mevcut dünya düzenini benimseyen insanlar, bu büyük telkinin etkisi altına girmiş olmalıdırlar ve kendi kendilerine de bu kapalı zihin sistemini yırtıp dışarı çıkmaları oldukça zordur. Balıklar nasıl suyun içinde yaşadıklarının farkında değillerse, dünya düzeninin resmi tarihi ve resmi görüntüsü ile aldatılmış olan insan da kapalı bir düzenin içinde yaşadığını farkedemez.
Dolayısıyla insanın etrafındaki tüm yalanlardan kurtularak gerçek dünyayı tanıyabilmesi, kendi başına yapabileceği bir iş değildir. Bu işi yapmak için "entellektüel" bir çabaya giriştiğinde kullanacağı düşünce ve araştırma yöntemleri bile aslında bu dünya düzeni tarafindan belirlenmiştir. Örneğin gerçek dünyayı anlamak için yola çıkan bir insan, büyük ihtimalle kurulu düzenin felsefi dayanaklarına başvurmadan edemeyecektir. Aydınlanma çağının "akıl" modeliyle düşünecek, maddeci bilimsel metodolojiyi kullanacak, kendisine empoze edilen mantık yapısını ve değer yargılarını terkedemeyecektir. Bu halde pek fazla mesafe de kaydedemeyecektir.
Kısacası, eğer bir insan, kurulu dünya düzeninin kendisine tanıtılandan farklı olduğunu düşünüyor ve gerçeği arıyorsa, o düzenin kıstaslarını kendisine rehber edinmemelidir.
Öyleyse, neyi rehber edinmelidir?...”
Bu soruya bizim cevabımız tabiki Kur’an olacaktır. Çünkü,bu kurulu dünya düzeninden etkilenmemiş, dünyada el değmemiş, mıncıklanmamış ve saf olarak kalabilmiş tek kaynak Kur’an’dır… Doğruyu, sadece gerçek doğruyu arayanlar, haydi Kur’ana!.
İnsanın Kulluğu
İnsanlar bugün kendisi için hiç de asil olmayan bir yaşam ile, paranın, malın, mülkün, eşyanın, makam-mevkinin, şehvetin, tüketimin, lüksün, markanın, topun, popun, magazin gibi uyduruk şeylerin kulu- kölesi, takipçisi olmuşlar. Yeryüzünün halifesi, en yücesi ve en şereflisi olan insanın, yaratanın değil, kendisi gibi yaratılan, yaşatılan ve sonrada yok olan şeylerin, yani bir başka insanın veya kendi ürettiği, kendisinden aşağı basit şeylerin, herhangibir metanın, eşyanın kulu kölesi olması ne kadar üzücü bir şey aslında.
İnsanoğlu o kadar basiretsiz ve aptal ki, fıtratında bulunan kul olma ihtiyacını en üst merci olan Allah (c.c) ile gidermek yerine, uyduruk şeylerin, şeytanın ve şeytanın dostlarının kulu kölesi olabiliyor. Bir türlü doğru istikameti tutturamıyor. İnsanların bu şaşkınlığı, cahilliği ve isabetsizliği yüzünden Allah (c.c) sadece kendisine itaat edilmesini ve sadece kendisine kul olunmasını, dolayısıyle sadece kendisine ibadet edilmesini emrediyor. Sadece Allaha kul olabilmek için de, öncelikle istikameti kabeye doğru tutturmak gerekiyor. Bunu başardıktan sonra ise, o kabenin içindeki canlı-cansız bütün putları kırmak ve her zaman orayı tertemiz tutmak gerekiyor. İnsanın kabesi de kalbidir.
O yüzden İslamda şirk/Allah’a ortak etmek ve tevhid/Allah’ı birlemek kavramları ultra çok önemli bir yer tutar. Bir yerde, Allah (c.c) ile beraber başka şeylere de itibar ve itaat ediliyorsa orada şirk var demektir. Mustafa İslamoğlu’nun dediğine göre; “Şirk, içine hak karıştırılmış batıl demektir. Bu batıl içindeki Hak sizi aldatmasın”. Yani, Pis bir suyun içine ne kadar temiz su katarsanız katın o su pistir ve içilmez. Veya bir kazan dolusu temiz suya bir damla pislik karışsa dahi o su pis olur ve içilmez. Peki, bu pis suyu bilerek veya bilmeyerek içmiş olan müşrikin halini bir düşünün!. Ne kadar iğrenç ve mide bulandırıcı değil mi?.
İşte, İslama göre şeytan işi bir pislik olan müşriklik, yapısı gereği münafıklık gibi gizli olup temiz olanın içindedir, ona bir şekilde karıştırılmıştır. Karıştığı, içiçe geçtiği için de, ayırtetmesi ve ayıklaması da çok zordur. Hz.İbrahim (as) ile Hz.Peygamberimizin (sav) kırdıkları putların Allah (c.c)’ın tevhid evi, İslamın kabesi ve kıblesi olan, dolayısıyle tertemiz olması gereken o yüce mekanın tam ortasında olduğu gibi. O zamanki müşriklerin tapındığı putlar, bizim sandığımız gibi, insanların orada sadece önünde tapınma türü hareketler yaptıkları taştan ağaçtan yapılmış ve kolayca kaldırıp, yüreklerinden de söküp atabilecekleri basit şeylerden de değillerdi. Hepsinin de, en tepede ilahları putlar olan bir temsil sistemleri, inanışları, helal ve haramlarıyla beraber her puta göre ve onlar adına uydurulan bir dinleri/yaşam tarzları vardı. İnsanlar da, ait oldukları kabileleri hangi puta tabi iseler ona göre hayatı yaşıyorlardı. Ne gariptir ki, Kur’anın anlattığına göre bu putperest insanların hemen hepsi de Allahı ve O’nun yeğane yaratıcı, rızık verici, yağmur yağdırıcı, öldürücü, diriltici v.s olduğunu da çok iyi biliyorlardı. Fakat, çok yüce olduğuna ve direk olarak ulaşılmasının asla mümkün olmadığına inandıkları Allaha ulaşabilmenin, O’nu razı edebilmenin, dualarını, ihtiyaçlarını O’na iletebilmenin ve karşılığında O’ndan yardım görebilmenin tek yolunun putları aracı kabul ederek ve onlardan medet umarak öncelikle bu putları razı etmekten geçtiğini düşünüyorlardı. Putları razı edebilmek için de; Dini, batıl inanışlarıyla, helal ve haramlarıyla tamamen bu putların istediği şekilde yaşıyorlar, günlük işlerini de hep onlara göre ayarlıyorlardı. Yeğane Rab (yöneten, idare eden, hüküm/yasa koyan) olarak kabul etmedikleri Allahı ise günlük yaşama ve günlük işlerine hiç karıştırmıyorlardı.
Dışında olsaydı iş kolaydı, o zaman hak ve batıldan hangisi hoşuna gidiyorsa, işine geliyorsa birini seçer, ötekini de reddederdin, gerektiğinde ötekine savaş da açardın. Fakat, şirk öyle mi? Yapısı ve konumu itibariyle Kabe’nin içindedir, dışında değildir. kırdıkları putlar Allah’ın tevhid evi olan ve İslam dinini temsil eden Kabe’nin içindelerdi, dışında değillerdi. Dışında olmadıkları için de şirki temsil ediyorlardı. Zira, batıl hakkın içine girerek ve hakkı kirleterek birbirine karışmıştır, ayırtetmesi çok zordur. Zordur, çünkü, Allah’la beraber canlı veya cansız herhangibir puta tapan biri aşağıdaki ayette de belirtilen durum gibi ‘Ben de Allaha inanıyorum’ dese ona yapabileceğiniz, diyebileceğiniz pek bir şey kalmamaktadır. Müşriklik keşke kafirlik gibi apaçık kabenin/İslamın dışında bir şey olsaydı. Fakat her ne şekilde olursa olsun, eğer kişinin imanında ve amellerinde şirk varsa orada İslamdan bahsedebilmek mümkün değildir ve “Onların çoğu şirk koşmadan Allah'a iman etmezler” Yusuf:106 ayetinin kapsamına girilir ve Allah (c.c)’ın şu tehdidi,
“Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını (diğer günahları) ise, dilediği kimseler için bağışlar ve mağfiret buyurur. Her kim Allah'a şirk koşarsa gerçekten pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur.”Nisa:48 ile karşı karşıya kalınır.
Şirkin ölçüsü nedir diye soracak olursanız, bana göre; Eğer insan beş duyu organıyla yaptığı her işte sadece Allah (c.c)’ın rızasını kazanmak için uğraşmak yerine başka herhangibirini razı etmek için uğraşıyorsa, bu beş duyu organıyla yaptığı işlerde ‘bu işe Allah(c.c) ne der’ diye düşünmek yerine başkası ne der, kanun ne der diye düşünüyorsa veya Allah onun hiç umurunda değilse, Kur’anda belirtildiği şekilde Allahın emirlerine ve Rasulünün sünnetine itaat etmek yerine şeytana veya şeytanın dostlarına itaat ediyorsa bu şirk olur ve o zaman senin rabbin sadece Allah (c.c) değil, şeytan ve şeytan dostları olan tağutlar, bel’amlar, efendiler, liderler, önderler, yaşayan ve ölü putlardır. Unutmayın ki; müşriklik ölmedi, İslamdan önce de vardı, sonra da oldu ve kıyamete kadar da insanlık varolduğu sürece olacaktır. İşte, İslamdaki zikir kavramı da bir anlamıyla ‘bu işe Allah ne der’ diye düşünerek yaşamaktır ve Allah’ı aklından hiç çıkarmamaktır. Yoksa papağan gibi bir şeyi sürekli, yüzlerce, binlerce kere tekrar etmek zikir değildir. Beyni uyuşturmaktan başka bunun kimseye bir faydası yoktur.
“Onlar, iman etmiş ve kalbleri Allah zikriyle yatışmış olanlardır. Evet, iyi bilin ki, kalbler Allah'ın zikri ile yatışır.” Ra’d Suresi:28
“Ey huzura eren nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön. İyi kullarım arasına katıl. Cennetime gir. ” Fecr Suresi:27-30
Bazı grupların yaptığı gibi, kafanızı sallayarak birşeyi yüzlerce, binlerce kere tekrar ettiğiniz zaman manyak gibi oluyorsunuz, adeta kafanızın içi boşalıyor, beyniniz gitmiş de sadece boş bir kafatası kalmış gibi oluyor ve en sonunda da, insan boşlukta kalmış da uçuyor gibi oluyor ve kontrolünüzü kaybediyorsunuz. Ben denedim, aynen böyle oluyor. Bazılarının da zikir çekerken bayıldıklarını duyuyoruz. Bütün bunlar batıldır, sonradan çıkma bid’attır ve şeytandandır. Peki bu şekilde zikir çekerken kendini kaybetmiş bir insan Allahın hangi emrini aklı başında olarak yerine getirebilir ve akılsız olarak yaptığı hangi amelini Allah(c.c) kabul eder ki!. Akılsızlar ve deliler bu dinden muaf zaten. Deli iseniz yırttınız demektir. Ancak, aklınız varken, siz onu bilerek ve isteyerek kaybediyorsanız, Allah bu akıl nimetinin hesabını da size sorar o zaman!.
Tabii yaptığımız her işte ‘bu işe Allah(c.c) ne der’ diye düşünürken Esma-ül Hüsna’daki Allah (c.c)’ın doksandokuz güzel isimlerinde ve sıfatlarında belitilen, Allah(c.c)’ın mahiyetini, tasarruflarını ve kudretini bilerek düşünmek gerekiyor. Allah (c.c)’ın doksandokuz güzel ismi içinde gereğince takdir edilemeyen ve bu yüzden şirke düşülen isimlerinden ve sıfatlarından bazılarını aşağıya çıkardım:
Allah, Alemlerin Rabbi olan, bütün ilahlık sıfatlarını kendisinde toplayan Yüce Yaratıcımızın özel adıdır ve diğer isimleri içinde İsm-i Azamdır.
Melik (c.c): Bütün kainatın, görünen ve görenmeyen varlıkların asıl sahibi, alemde tek hükümdar.
Kuddûs (c.c): Hatadan, gafletten, acizlikten ve her türlü eksiklikten çok uzak. Pek temiz.
Müheymin (c.c): Kulların ve kainatın bütün işlerini gözetip yöneten.
Rezzâk (c.c): Yarattıklarına lazım olan bütün maddi, ve manevi rızıkları yaratan, ulaştıran, yolunu açan.
Fettâh (c.c): Her türlü müşkilleri çözen, darda kalanın yolunu açan, zorlukları kolaylaştıran, rızık, rahmet ve başarı kapılarını açan.
Alîm (c.c): Her şeyi çok iyi bilen.
Kâbıd (c.c): Tutan, daraltan, yakalayan. Dilediğinin rızkını tutan, kalbini daraltan, canlıların ruhunu alan.
Bâsıt (c.c): Genişleten, rahatlatan, yayan. Dilediğine nimet akıtan, kalb sıkıntısını gideren.
Semî' (c.c): Her şeyi işiten
Basîr (c.c): Her şeyi gören
Hasîb (c.c): Kulun her şeyine yeten, her şeyini bilen. Kullarını en ince hesapla hesaba çeken.
Celîl (c.c): Çok yüce, pek ulu. Akıl ve idrakin ötesinde azamet sahibi.
Kerîm (c.c): Son derece ihsan ve ikram sahibi, istemeden veren, vermeyi seven. İsteyenleri hiç boş çevirmeyen. Noksan sıfatlardan tertemiz, şeref ve izzet sahibi.
Rakîb (c.c): Bütün varlıklar üzerinde gözcü, her şeyi kontrol eden, her şeyden haberi olan.
Mücîb (c.c): Kendisinden isteyenlerin duasını kabul eden, vermeyi seven. Kapısında el açanı boş çevirmeyen
Şehîd (c.c): Her zaman her yerde hazır olan. Her şeyi gören ve bilen. Kullarına şahitlik eden.
Vekîl (c.c): Kendisine güvenip dayananların işlerini görüp gözeten, kudret ve emniyet sahibi.
Kaviyyü (c.c): Sonsuz kudret sahibi. Her işin üstesinden gelen. Hiç kimseye ihtiyacı bulunmayan.
Metîn (c.c): Çok güçlü. Her işi sağlam. Hiçbir şeyden aciz olmayan.
Veliyy (c.c): Dost, yardımcı, mü'min kullarını seven ve onların işlerini gören. Sevdiklerini destekleyen.
Muhyî (c.c): Cansız varlıklara hayat veren, yaşatan, dirilten. Ölü kalbleri dirilten, bozulmuş işleri ihya eden.
Kayyûm (c.c): Varlığı kendinden olan, kimseye muhtaç olmayan. Yeri, göğü, her şeyi ayakta tutan, varlıklarını devam ettiren, ihtiyaçlarını gören.
Vâcid (c.c): istediği ve aradığı her şeyi bulan, hiçbir şeyden aciz olmayan.
Vâhid (c.c): Her şeyi ile tek olan, benzeri bulunmayan. Zatında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde bir ortağı, dengi ve benzeri bulunmayan.
Samed (c.c): Hiç kimseye ihtiyacı olmayan, bütün varlıkların kendisine muhtaç olduğu zat. Bütün ihtiyaçları gören, ızdırabları dindiren tek merci.
Vâlî (c.c): Bütün varlıkların düzen ve intizamını sağlayan, hepsini idare ve tedbir eden. Yegane sahip.
Tevvâb (c.c): Tevbeleri çokça kabul eden. Tevbe edenleri seven. Affını isteyeni geri çevirmeyen Özür dileyenin özrünü kabul eden. Kusurunu örten
Afüvvü (c.c): Affı çok, bağışlaması sonsuz. Tevbe edilen kötülükleri affeden, kusurları silip temizleyen.
Mâlikü'l-Mülk (c.c): Mülkün (herşey üzerindeki her türlü yetkinin) asıl sahibi. Mülkünde hükmü geçen, tek hüküm koyucu. Mülkünde dilediği gibi hükmeden, kendisine kimsenin hesap soramadığı yüce Zat.
Ganiyy (c.c): Hiç kimseye muhtaç olmayan zengin. Zatında ve sıfatlarında hiçbir noksanlık bulunmayan
Muğnî (c.c): Dilediğini zengin eden. Bütün mahlukatın ihtiyaçlarını karşılayan. Kullarına lazım olanı bolca ihsan eden. Kendisine yönelenleri kimseye muhtaç etmeyen.
Raşid (c.c): Her işi en doğru biçimde düzenleyen, yürüten. İşlerinde hiç kimseyle istişare yapmaya ihtiyacı olmayan. Dilediklerine doğru yolu gösteren.
Sabûr (c.c): Çok sabırlı. Her işini zamanına bırakan. Günahkarları hesaba çekmede acele etmeyen. Küfür, şirk ve isyan içindeki kullarına hemen azap etmeyip mühlet veren, tevbe etmelerini bekleyen. Ancak zamanı gelince herkesin hesabını gören.
Yalnızca Allah’a ait olan bütün bu mahiyet ve tasarruflarda başkalarının da payının olduğunu düşünüyorsanız, onları Allah(c.c)’a ortak (şirk) etmişsiniz ve yukarıdaki Allah(c.c)’ın tehdidini haketmişsiniz demektir. Ayrıca, Hz. Peygamberimizin (s.a.v) bildirdikleri dışında herhangibir yeri, ölü veya diri herhangibir şeyi/yeri kutsallaştırarak/putlaştırarak ilahlaştırıp, ne amaçla olursa olsun onun ziyaretine gitmek (niçin gidiyorsun? akraban mı, değil; sohbetini mi dinliyorsun, yok; soru mu sorabiliyorsun, yok; yapılan ve söylenen şeylerin İslama, Kur’ana aykırı olup olmadığını hiç sorguluyormusun, yok!.), huşu ile tavaf etmek, himmet, yardım istemek, tevbe almak ve rabıta yapmak gibi şeyler de şirktir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Kim üç mescidin dışında bir yere yükler bağlayıp (sevap kazanmak için) yola çıkarsa Muhammed’e indirileni (Kur’anı) inkar etmiştir. Bu üç mescid ; Mescid-î Haram (Mekke’de Kâ’be), Benim mescidim (Medine’de Mescid-î Nebevî) ve Mescid-î Aksa (Kudüs’te Beytü’l Makdis)’ dir”.
İşte bu sayılan mescitlerde kılınan namazların sevabının fazlalığı sebebiyle oraları ziyaret teşvik edilmiş ve bunun dışında sevap kazanmak maksadıyla bir ziyaretgâh (mescid dahi) şiddetle yasaklanmış ve bu fiilin Kur’anı inkar etmek demek olduğunu bildirmiştir. Çünkü, Kur’an insanların şirk batağına düştüğü, kutsal saydıkları, mübarek saydıkları ve putlaştırdıkları yaşayan-ölü, canlı-cansız herşeyi ve her yeri yasaklamıştır.
Netice itibariyle, şirk öyle bir şeydir ki, aslında o bir günah değildir, o büyük bir küfürdür, dolayısıyle imtihan salonuna bile alınmayıp hükmen ve ta başından kaybetmektir. Tüm günahlar affedilebilir ancak şirk; tevbe ve kesin bir dönüş olmadıkça asla!. Siz bir müslüman (müşrik olana müslüman denemez aslında) olarak, ha Allaha şirk koşmuşsunuz, ha kafir olarak Allahı tümden inkar etmişsiniz, aynı şey. Allah(c.c)’ın indinde bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü, Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah(c.c), kendi yarattığı, rızkını verdiği, doğumundan ölümüne kadar kendisine herşeyde muhtaç olan, öldürüp dirilttiği, kendi yanında hiçbir hükmü olmayan, zavallı ve burnunu bile silmekten aciz olan, onsekizbin alemin içinde bir sinek kadar bile değeri ve ağırlığı olmayan, sonuçta beş para etmeyen kullarının bu kadar büyütülerek, O’nun yanında bir torpili, ağırlığı varmış, elinde bir delili, bir diploması varmış gibi, Kur’ana, onun Peygamberinin sünnetine uyup uymadığına bakmaksızın –tabii Kur’anı ve sünneti iyi bilmek gerekiyor, sorgulamak gerekiyor- onlara itaat edilmesine, fazlaca değer verilerek öteki insanlar tarafından aracı edinilmesine ve bazı sıfatlarında O’na ortak edinilmesine şiddetle karşı çıkmakta, korkunç hiddetlenmekte ve gazaplanmaktadır. Siz olsanız (haşa) gazaplanmazmısınız?
“Allah'ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmalarından dolayı, inkar edenlerin kalplerine korku salacağız. Onların yurtları ateştir. Zalimlerin dönüp varacağı yer ne kötüdür!” Al-i İmran Suresi:151
“Onlar Allah'ı bırakıp da O'nun, haklarında hiçbir delil indirmediği ve kendilerinde de bir bilgi bulunmayan şeylere taparlar(itaat ederler). Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.” Hac Suresi:71
“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir delil (Muhammed) geldi ve size apaçık bir nur indirdik. Allah'a inanıp O'na sımsıkı sarılanları (Allah), kendisinden bir rahmet ve lutfa sokacak ve kendisine varan dosdoğru yola iletecektir.” Nisa Suresi:174-175
Bana göre, bugünkü kendine müslümanım(?) diyenlerin en büyük hatası, bilmeden şirk içinde bulunmaktır. Bilmedikleri gibi, bu konuyu hiç ciddiye de almıyorlar, yüzyıllardır gündemlerinde böyle bir madde bile yok. Bu yüzden, müşrik olmanın acı meyvesi olarak, hem bu dünyada zilletten ve kendi memleketinde parya, köle olmaktan bir türlü kurtulamamakta, hem de ahirette büyük bir azap onları beklemektedir. Ahmaklar için ne bitmez, tükenmez çile yarabbi!.
İnternetten aldığım aşağıdaki yazı benim çok hoşuma gitti ve bazı ilavelerle bunu sizlerle de paylaşmak istiyorum;
KURANI NASIL YAŞAYALIM?
-Kuran varlığımızın biricik şartıdır.Kuransız bir İslam düşünmek cansız bir beden düşünmek gibidir.
-Kuran hayatın kitabıdır. Emir ve yasaklarıyla eksiksiz yaşanmak için inmiştir. Ama asırlardır biz bilerek yada bilmeyerek Kuranı hayatımızdan uzaklaştırmışız.
-Nasıl müslümanlığımız sadece isimden ibaret hale gelmişse, elimizde bulunan Kuran da sadece klasik bir metin haline gelmiş bulunuyor.
-Din bilginlerimiz Kurandan, yaşanan pratik bir hayat nizamı çıkaracaklarına onun yalnızca dil ve uslup özellikleri üzerinde durdular. Tefsirlerimizin büyük bir kısmı, onun metinsel çözümlemesinden ibarettir. Onun hayata uygulanmasından ibaret olan fıkıh, bir müddet sonra, teferruat içinde kaybolup gitti.
-Kısaca elbirliğiyle, Kuranı hayatımızdan uzaklaştırdık. Kurandan uzaklaştıkça da hayattan uzaklaştık.
-Bugün büyük bir uyanış içinde bulunan müslümanların tez elden, yeniden Kurana dönmeleri ve Kuranın ışığında yeniden bir hayat tarzını ortaya koymalıdırlar. Bunun için de Kuranı bir başucu kitabı haline getirmek ve onun buyruklarını sürekli olarak canlı ve gündemde tutmak zorundayız, bunu yapabildiğimiz an, hayatımızın akışı değişeceği gibi, olayların peşinden sürüklenen ve hep üzerine oyun oynanan, plan kurulan bir toplum olmak yerine olayları kendi doğrultumuzda yönlendirip tavır koyan, gündemi tayin eden, yönetilen değil yöneten, hükmedilen değil hükmeden bir toplum olarak ortaya çıkmamız mümkün olacaktır. Değilse, bugünkü gibi zillet altında gayri müslimlerin, zalimlerin, müşriklerin, münafıkların oyuncağı oluruz, onların olmayan insafına kalırız. Maalesef bugüne kadar hiç insaflarının olmadığını yaptıkları katliamlardan, zulümlerden, tecavüzlerden, talanlardan fazlasıyla gördük. Onların gözünde bizim hayvandan hiç farkımız yok. Öldürmenin, yaşatmanın, sömürmenin, süründürmenin ve her türlü tasarrufun kendi ellerinde olduğunu düşünüyorlar. Bu çerçevede, Müslümanlara ne kadar özgürlük, demokrasi verileceğini dahi onlar belirliyorlar.
-Kuran bize bir hayat tarzı takdim etmektedir. Küçük ayrıntıları belirsiz olsada temel noktalar açıktır. Kişi bu çerçevenin dışına çıkamaz.
-Kuran bize kendi özel mantığını verir. Her olaya Kuranın koyduğu temel ölçüler içinde izah tarzı buluruz.
-Kuran bize geniş ufuklar açar. Allahın gerçek gücünü görmemizi temin ederek basit gelişmelerle, günübirlik kolay çözümlere gitmemizi engeller.
-Kuran mantığına sahip olan kişi, maddi değerlerin köleliğinden kurtulur ve gerçek manada özgürlüğe kavuşur.
-Kuranı yaşayan kişi; eşsiz bir direnç kazanır. Baskı ve sıkıntılar onu yıldıramaz. Eğilip bükülmez. Onun için sinir krizleri ve kararsızlık söz konusu değildir. Çünkü herşeyin ardında saklı duran ilahi gücü bilir ve neticeyi ona havale eder.
-Kuranı yaşayanlarda mal, mülk, para, makam, mevki, kadın vb ihtirası olmaz. Çünkü hırs aşırı isteklerin ve tükenmez emellerin sonucudur.
-Kuranı yaşayan kişi; yalnızca Allah’ı razı edecek amelleri işlemede ihtiras sahibidir.
-Kuranı yaşayan kişi; hiçbir şeyin, hiçbir metanın tiryakisi olmaz. Çünkü, tiryakilik zilleti getirir.
-Kuranı yaşayan kişinin değersiz geçen bir anı yoktur. O her anını değerlendirmek zorundadır. Ömrünün her saniyesinden dolayı hesaba çekileceğini bilir.
-Kuranı yaşayan kişi, ölümden korkmaz. Ölüm onun için bir son değil yeni bir başlangıçtır.
-Kuranı yaşayan kişi aşırı bir tutku ile hayata sarılmaz. Dünyanın geçici olduğunu ahirete giden yolda burasının bir durak olduğunu bilir.
-Kuranı yaşayan kişi nimetlerin hepsini iyice değerlendirir. Bunun bir vazife olduğunu bilir.
-Kuranı yaşayan kişi Allahın verdiği nimetleri yersiz şekilde israf edip enerji kaynaklarını boş ve lüzumsuz yere tüketmez. Bilir ki; hepsinin hesabını verecektir.
-Kuranı yaşayan kişi; Allahın kendisine verdiği nimetlerin bir bölümünü başkalarına vermenin kendisi için bir görev olduğunu bilir. Çünkü hepsinin gerçek sahibi Allahtır.
-Kuranı yaşayan kişi çalışır didinir, emek verir, insanlara iyi örnek olabilmek için, her alanda gayret içindedir. Tembellik, miskinlik yapmaz, verimsiz çalışmaz, değersiz şeyler için emek harcamaz. Daima gerçek hayatın içindedir ve aslı astarı olmayan mistik şeylerle, kerametlerle falan uğraşmaz. Bilir ki, böyle boş şeylerle uğraşanlar muhakkak hayatın dışına itilirler ve onların boş bıraktıkları alanlar düşmanları tarafından derhal doldurulur ve ardından da felaketlerin ardı arkası kesilmez. Çünkü, düşmanın imanı da yoktur, insafı da yoktur...
-O kimsenin çalışmasını karşlıksız bırakmaz. Bütün canlılara karşı sevgi besler, onlarla dostluk ve samimiyet içinde olmaya çalışır. Yaratanın Allah olduğunu bilir ve ona göre davranır.
- Kuranı yaşayan kişi; dünya meseleleri konusunda uyanıktır. Zifiri karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedebilir ve karanlık gecede, siyah kaya üzerindeki siyah karıncanın yürüyüşünden daha gizlisini hissedebilir, görebilir.
- Kuranı yaşayan kişi; insanların aynı insanlar oldukları, davanın aynı dava ve savaşın aynı savaş olduğu gerçeğini idrak eder. Bu savaş, öncelikle nefsin derinliğindeki zaaf, eksiklik, cimrilik ve ihtirasa, daha sonra da hayatın içindeki, şer, batıl, sapıklık ve azgınlığa karşı girişilen bir savaştır.
-Kuranı yaşayan kişi; herşeyde hakka riayet eder. Öncelikle yeryüzünde hakkın hakim olmasını ve batılın yok olmasını ister ve bunun için çalışır.
-O bilir ki Hakkın batılı yok etmesi, Hak ehlinin hakka karşı çıkan batıl taraftarlarını yoketmesiyle mümkündür. Hak taraftarları batılın üzerine yürüdüğü zaman zafer hak ehlinin olur.
-Kuranı yaşayan kişi bilir ki; her şeyin hakkını vermek zorundadır. İmkansızlığın da, zaferin de, yenilginin de hakkını vermesini bilir. Bilir ki Batılı yok etmek için cihad etmelidir. Cihad etmeyenlere Allahın gazabı ve yanısıra zillet de vardır.
-Kuranı yaşayan kişi; nefsini ve bedenini her türlü pislikten temizler. Temiz bir nefis ve temiz bir beden peşindedir. Bilir ki beden sağlığı için nefis, nefis sağlığı için beden temizliği şarttır.
-Kuranı yaşayan kişi; yalan söylemez, ikiyüzlülük yapmaz, gıybet etmez, kimseyle alay etmez, iftira etmez, Zulüm yapmaz, Zulmetmediği gibi zulme rıza da göstermez, zalime yardımcı da olmaz.
-Kuranı yaşayan kişi; hakimiyetin Allaha ait olduğunu bilir. Allah ile kul arasına aracılar koymaz, aracıların şirki temsil ettiğini bilir.
-Kuranı yaşayan kişi; fuhuşun, ahlaksızlığın her türlüsünden kaçınır. İnsanlığın kumanda makamına talib olan bir kitlenin, basit, nefsani isteklerinin bile henüz tatmin edilmemiş olmasının utanç verici bir şey olduğunu kabul eder.
-Kuranı yaşayan kişi; hiç bir varlığın canına kıymaz.Haksız yere bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek olduğunu bilir.
-Kuranı yaşayan kişi; yola düşmüş veya tehlike ile yüzyüze gelmiş yardım isteyen bir insanı kurtarmanın vazife olduğunu bilir.
-Kuranı yaşayan kişi; rüşvet almaz, haksız yere başkasının malına göz dikmez. İdareci ve sorumlulara para yedirerek haksız işini gördürmez.
-Kuranı yaşayan kişi; haksız kazanç sağlamaz. Özellikle toplumlar için en büyük felaket kaynaklarından birisi olan ve insanın insanı sömürmesi olan faize kesinlikle karşıdır. Faizin Allaha ve İslama açılmış bir savaş olduğunu bilir.
-Kuranı yaşayan kişi; keyif verici ve uyuşturucu maddeleri kesinlikle kullanmaz. Bunun insan sağlığına ters düşen bir davranış olduğunu, toplumun yücelmesi ve geliştirilmesi için harcanması gereken değerli ömrün boşa gitmesi anlamına geldiğini bilir. İçki ve kumarın sağlığa zararını, toplum yapısı için belirttiği tehlikeyi kabul eder.
-Kuranı yaşayan kişi; bütün davranışlarını Allah ve rasulüne teslim eder. Ve bilir ki bunda hayat vardır. Yaşamak bir bitki yada katı bir madde gibi belirli bir zaman dilimini doldurmak değildir. Bilakis Allah’ın verdiği hilafet görevini yerine getirmektir. Bu şuurla hayatını Allah ve rasulüne adamaktır...
-Kuranı yaşayan insanlar; tarihin her döneminde eşine rastlanmayan örnek davranışlar sergilemişlerdir. İlimde Fende harikalar meydana getirmişlerdir. Daha sonra Kuranı yaşadığını söyleyen ama bunu laftan öteye geçirmeyen nesiller gelmiş ve atalarının yaptıklarıyla övünmekten başka birşey yapmamışlardır. Onlarla bunlar arasında isim benzerliğinden başka ortak bir nokta kalmamıştır.
-Kuranı yaşamak; ne güzel sesli hafızların yanık, davudi, seslerini dinleyerek kendinden geçmektir ve ne de Kur’anı Tevratın kötü bir uyarlamasından ibaret olan İsrail mitlerine dayanan hikayelerle tefsir etmektir.
-Kuranı yaşamak; Onun yolunda olduğunu söyleyip de Kuranı sırf zevk için, ve isteklerinin tatmini için kullanmak değildir.
-Kuranı anlamak ve hayata uygulamak için bir öğrenci,araştırmacı titizliği ile kendimizi ona vererek okumalıyız. Eğer, Arabça olarak okuduğumuz kuranı anlayamıyorsak, kendi dilimize çevrilmiş meallerini okuyalım. Kuran Mealleri orijinal arabça olmadığı ve sadece bir insan çevirisi olduğu için, onu okumak için abdestli olmaya, adaplı vs. olmaya gerek yoktur. Bir iki yer dışında heryerde okuyabilirsiniz. Kendinize hemen bir cep meal edinin. Yanınızda devamlı taşıyabilmek ve yazıları büyük puntolu olması için, içinde arabçası olmasın, sadece türkçesi olsun.
-Kuranı anlayabilmek ve mantığını çözebilmek için tek birine bağlı kalmadan birçok alimin Kur’an merkezli kitaplarını okuyarak öncelikle İLAH, RAB, DİN, İBADET terimlerinin anlamlarını çok iyi öğrenmeliyiz. Eğer bunları öğrenirsek ŞİRK’in ne demek olduğunu, Allaha nasıl şirk koşulduğunu öğrenebiliriz. (Bu terimlerin anlamını ‘Kur’ana Göre Dört Terim’ kitabıyla Mevdudi çok güzel açıklamış). Birbiriyle bağlantılı olan bu kelimeleri tam olarak anladıktan sonra, ancak o zaman Kuranı çok iyi anlayabiliriz, onu okumaya doyamayız, her okumada yeni bir anlam keşfederiz ve ona karşı sonsuz bir hayranlık besleriz. Kuranın mantığını çözdükten sonra, Kuran’da 6236 ayet olmasına rağmen, birisi söylediği bir söz için Kur’andan dediği zaman, anında onun Kuran’dan olup olmadığını tesbit edebilirsiniz. Yani, kül yutmazsınız, yutturamazlar. Hadislerin dahi sahih olup olmadığını anında farkedebilirsiniz.
-Kuranı okuyalım ama sayısız sevab kazanıp cennette kendimize daha iyi bir köşk edinmeyi amaç sayarak değil. Güzel sesli hafızlar tarafından okunan kuranı dinleyelim. Ama musiki zevkimizi gidermek için değil, bahtsız insanlara hidayet iksiri sunmak, hakkı tebliğ etmek için okuyalım. Ne buyurduğundan habersiz okumak yerine; öğrenmek, yaşamak ve yaşatmak için bütün varlığımızla emirlerine katılarak, kendimizi ona vererek okuyalım. Biz Kuran okuyunca yer yerinden oynasın, tüm insanlık sesimize kulak versin.
-Kuran okumalıyız. Evet hem de sürekli olarak okumalıyız. Ama okuduğumuz Kuran insanları kendi içlerine gömülmek yerine cemiyet meydanına sürüklesin. Bizi, bizimle birlikte Kuran okuyanları hayata, azme, çalışmaya, gayrete, dinamizme, atılganlığa, alemlerin keşfine götürsün. Uyutmasın uyandırsın! Oturtmasın koşturtsun. Sömürmeye ve sömürtmeye değil, insanca yaşamaya götürsün. Mala kul etmesin, ama malın hakimi kılsın, Onu Allah yolunda kullanmaya sevketsin. Mücadele azmi versin, Direnmeyi, zorluklara göğüs germeyi, olmaz denilenleri oldurmayı sağlayacak çareleri göstersin.
-Kısacası kuranı okuduktan sonra artık başkalarının kulu ve kölesi, bağlısı, hizmetçisi, müridi ve emir eri olmak yerine, herkesin önderi, rehberi, örneği ve lideri olmalıyız. Başkalarına yalvarmak yerine onların imdadına koşmalıyız. Komplekslerimizi dizginlemeliyiz.
-Birleşmeliyiz! Tek vucud halinde, Allahın kelamını sözlerin en yücesi yapmalıyız.
Namaz Dini;
Namaz, gözümün nuru, göz aydınlığım, varlık sebebim, olmazsa olmazım namaz, hayatımın yeğane anlamı namaz!. Namazsız bir dünya, namazsız bir yaşam düşünmek ne mümkün. Onsuz hayat pusulasız bir gemi, direksiz bir ev, anasız-babasız kalmış, kaybolmuş bir çocukcasına öksüz, yetim, mahsun, garip, zavallı ve yıkık-dökük.
Güzel İslamın olmazsa olmazı namaz, o kadar önemli bir ibadettir ki, adeta tek başına bir dindir/yaşam biçimidir. Herşey onun etrafında şekillenir, onun etrafında döner, yürür ve gelişir. Namaz, bir mü’minin tüm hayatını yönetir ve yönlendirir. Buna namazlı bir yaşam da diyebiliriz. İman, vücud ülkesinin başkentindeki başkomutan ise namaz da ordu komutanı, diğer ibadetler, emirler ve yasaklar da o ordunun subayları, astsubayları ve erleri mesabesindedir. Bunlardan herhangibiri olmazsa vücud ülkesi zayıf kalır ve birgün yıkılır gider.
Bu itibarla namaz, mü’min için bir külfet değil, nimettir. Dolayısıyle, namazla birlikte İslama ait ne kadar ibadet, kural, emir ve yasak varsa hepsi bir insan için, bir mü’min için bir külfet değil, kaçırılmaması gereken nimetlerdir. Çünkü, bu ibadetlerin/itaatlerin hepsi insanı günah işlemekten alıkoyan güçlü birer kalkan olmasının yanında, istemeden işlenen günahlardan, pisliklerden arındıran birer temizleyicidir de. Ne kadar kalabalık ve ileri bir toplum olursak olalım, bizim için gerçekten neyin en hayırlı olacağını kendi başımıza asla bilemeyeceğimiz bu dünya yaşamında bizleri yalnız başımıza/nefsimizle ve şeytanlarla başbaşa bırakmayıp bu güzel nimetleri bizlere verdiği için de Cenab-ı Allah’a binlerce defa şükürler olsun..
Ayrıca namaz, küfür karanlığına karşı sağlam bir duruş ve aynı zamanda bir direniştir. “Her ne yaparsanız yapın, sizler ne kadar kalabalık ve güçlü olursanız olun, ne kadar cazip ve göz alıcı teklifler sunarsanız sunun, yine de sizlere uymayacağım, beni yolumdan asla döndüremezsiniz ve teslim alamazsınız!” demektir.
Namaz aynı zamanda bir zikirdir, yani Allah’ın (c.c) büyüklüğünü sürekli tesbih etmek ve O’nu hiç aklından çıkarmadan ‘bu işe Allah ne der’ diye düşünerek yap dediğini yapmak, yapma dediğini de yapmamaktır, yani tam teslimiyettir.
Namaz, müslümanı bu dine, bu cemaate bağlayan en sağlam ve en güzel bağdır.
Namaz ayrıca imanı da tazeler ve güçlendirir. Namazla ve diğer ibadetlerle cilalanmayan, bakıma alınmayan iman ise, zamanla pas tutar, körelir ve zayıf düşer. İman zayıfladıkça da insan dinden, imandan soğur ve zamanla diğer ibadetleri de terketmeye başlar ve kendi kendine ne kadar müslümanım derse desin, artık kendisini küfür, şirk bataklığının içerisinde bulur, kendisini hiçbir günahtan koruyamaz olur ve en sonunda da savaşı tamamen kaybetmiş olarak asimilasyon tamamlanmış olur.
Bir benzetme de yapacak olursak; Namaz, aynı ekmek gibidir, ekmek olmazsa insanın karnı her ne yerse yesin nasıl hiç doymazsa, bir insanın hayatında da beş vakit namaz olmazsa, o insan dünyanın en iyi insanı bile olsa, bütün ömrünü hayır işleriyle bile geçirse, allame, alem-i cihan bile olsa hiç kıymeti yoktur, Allah indinde de beş para etmez. İlla da namaz, namaz da namaz...
“Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan (günah işlemekten, çirkin işler yapmaktan) ve kötülükten (kötülük yapmaktan) alıkoyar. Allah'ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.” Ankebut Suresi:45
“Dediler ki; "Ey Şu'ayb, atalarımızın taptıklarını terketmemizi veya mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa ki sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın." Hud Suresi:87
“Kul, bir namazı kılıp, diğer namazı gözlediği müddetçe namazdadır” Hadis.
“İman, namaz demektir. Namazı itina ile, vaktine, sünnetine [ve diğer şartlarına] riayet ederek kılan mümindir” Hadis
“Nerede olursa olsun, Allahü teâlâyı unutmayanın imanı kuvvetlidir” Hadis
Bu ayet ve hadislere dikkat ederseniz; Namaz, kendine müslümanım diyen birinin tüm hayatını nasıl kuşatıyor, kontrol ediyor ve nereye giderse gitsin, her ne yaparsa yapsın, hep kapsama alanı içerisinde nasıl da tutuyor. Namaz kılan böyle bir insan beş vakit kıldığı namaz aralarında bile namazda sayıldığına göre ve eğer namazını da huşu içinde kılıyorsa bu insan bilerek hiç günah işleyebilir mi?. İşleyemez. Çünkü, kıldığı her vakit namazı sonrası tazelediği imanıyla hayatında rabbani ölçülerle hareket edeceği yepyeni ve tertemiz bir sayfa açmıştır ve şartlar ne olursa olsun hayatı başkalarından farklı olarak, sadece Allah’ın istediği gibi yaşamak üzere nefsini kudret elinde tutan Cenap-ı Allah’a uzayıp kısalan bir köstekle bağlanmıştır.
Açıkça söylemek gerekirse, bazı namaz kılan insanları ise hiç anlayamıyorum. Her nasıl olursa olsun, namaz kılanı kılmayana göre herzaman tercih ederim ama, niçin namaz kıldığını anlamadan, bilmeden ve hissetmeden düzenli bir şekilde hiç aksatmadan namazlarına nasıl devam edebiliyorlar, hayret ediyorum vallahi!. Zira, namazın faydalarını onların hayatlarında, işlerinde hiç göremiyorsun, adeta namazlarından gafil olarak yaşıyorlar da ondan.
Adam beş vakit namaz kılıyor ama, dükkanında açık saçık gazeteler satıyor, içki satıyor, içkili ortamlarda bulunuyor; her türlü kumar aletlerinin bulunduğu kahvehanelere gidiyor; Toto-loto gibi şans oyunlarına iştirak ediyor; Toplumu uyuşturan, ahireti unutturan, tüm enerjisini ve döviz kaynaklarını heba ettiren, insanların adeta ibadet ettiği boş ve faydasız bir şey olan futbolla ilgileniyor, hayatın yeğane amacı olan Allahın dinini, Kur’anı anlamaya çalışmak yerine gevezelik ederek değerli vaktini böyle boş şeylerle öldürüyor; Allah’ın ölçülerine uyup uymadığına bakmadan körükörüne siyasetle uğraşıyor ve yeri geldiğinde bu siyasetin nimetlerinden de istifade ediyor; kendi işyerlerinde mahremiyete hiç dikkat etmeyip kadınlarla erkekleri birarada çalıştırıyor; karısının, kızlarının, torunlarının tesettürsüzlüğünden hiç rahatsızlık duymuyor; Her türlü çıplaklığın sergilendiği kadın-erkek karışık yerlere tatile gidiyor; bankalarla her türlü ticari ilişkilerini sürdürüyor; fazla tıkınarak müslümana yakışmayacak şekilde göbek büyütüyor; cennetten umudunu kesmiş gibi hayatını her yönüyle lüks içerisinde yaşıyor veya yaşamaya çalışıyor; malının zekatını, infakını vermede çok cimri davranıyor; işinde tembellik, gevşeklik ve kurnazlık gösteriyor, ayrıca nezaketten, incelikten ve temizlikten uzak kaba saba davranışları yüzünden öteki insanların dine ve kendilerine karşı nefret duymalarına da sebep oluyor, v.s. v.s.
Aynı şekilde, kadın da namaz kılıyor, ama çeşitli bahanelerle tesettürsüz dolaşıyor ve mahremiyete de hiç dikkat etmiyor; kendi işine bakmayıp gözü ve kulağı başkalarında olarak sürekli insanları kınıyor, onların dedikodularını yapıyor; kendini başkalarıyla ve hem cinsleriyle kıyas edip elaleme gösteriş yapacağım diye yoksulları da hiç düşünmeden gereksiz alışverişler yapıyor, eşyalar alıyor, israftan hiç sakınmıyor; nefsine hakim olamayıp hem evinde, hem de günlere katılıp oralarda sürekli tıkınıyor, dolayısıyle şişip çıkıyor; kendisi tam veya kısmen tesettürlü olsa bile kızlarının ve kız torunlarının giyimine kuşamına hiç müdahale etmiyor, onların çıplaklıklarından hiç rahatsızlık duymuyor; çocuklarının karşı cinsle olan gayri İslami ilişkilerine hiç karışmadıkları, göz yumdukları gibi bazen onları teşvik bile edebiliyorlar, v.s, v.s.
Bu nasıl iş anlamadım vallahi. Herhalde, İslama aykırı olmasına rağmen dilimizden hiç düşürmediğimiz; “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi de ahiret için!” düsturu gereği; hile-hurdadan, yalandan, tembellikten, haksızlıktan, hayasızlıktan, kötülükten, fenalıktan, dedikodudan, İslama aykırı çirkin işler yapmaktan şiddetle sakınmaksızın, yakınlarına ve öteki insanlara iyiliği emretmeksizin ve onları kötülükten de alıkoymaksızın hem bu dünyanın tatlı nimetlerinden olmak istemiyorlar, hem de namaz kılarak vicdanlarını rahatlatmak ve bu şekilde öbür dünyaya elleri bomboş gitmemiş olup, kısmet olursa cenneti de kazanmak istiyorlar. Buradan da anlıyoruz ki; Onlar, namazın ehemniyetinin, kendilerine yüklediği ağır sorumluluğun farkında ve bilincinde değiller. Namazlarını camide, seccadenin üzerinde öyle bırakıp geliyorlar. Günlük hayata taşınmamış/yansımamış, camide öylece bırakılmış bir namazın kime ne faydası varsa!. Namaz senin hayatını düzeltmedikten, güzelleştirmedikten ve günah işlemekten alıkoymadıktan sonra niye böyle vücuduna eziyet edersin ki, hem de günde beş kere?. Biliyorsunuz müslüman demek, dünyanın en dürüst, en güvenilir, eline, beline ve diline en sağlam, en hayalı, en merhametli, en cömert, en çalışkan, en bilgili, en cesur, en sabırlı ve dolayısıyle dünyanın en güzel ahlaklı insanı demektir. Onu gören biri; ‘Şu adam bana Allah’ı hatırlatıyor!’ veya ‘Şu adam bana Peygamberi hatırlatıyor!’ demelidir aslında. Ancak biz böyle olursak, yaşadığımız dinimiz başkalarına da sevimli gelebilir ve kurtulanlardan olabiliriz, öyle değil mi?
Bazen düşünüyorum da; Eğer namaz kılan insanlar imanlarının gereği olarak namazı hakkıyla kılıp bunu hayata dosdoğru yansıtabilselerdi belki yeryüzünde namaz kılmayan, dolayısıyle İslamı tanımayan, İslamla şereflenmeyen insan kalmazdı herhalde. Bugün şans eseri olarak, ciddi hiçbir çalışma olmadan ve tüm engellemelere rağmen az da olsa meydana gelen İslama katılmalar o zaman çok daha yoğun, hatta gruplar halinde akın/ferc akın/ferc olabilirdi. Ama, yavaşta olsa, sahipsiz de olsa, gayretsiz de olsa ve Allah düşmanlarının tüm bu engellemelerine rağmen yeryüzünde müslümanların sayısı giderek çoğalacak, bindörtyüz yıllık zaman dilimi içinde yaşlanan, yozlaşan, dininden soğuyan ve hurafelere, bi’datlara dalarak gerçek dininden bir hayli uzaklaşarak kokuşmuş ve halen dünya güç arenasında kaybetmiş olmanın verdiği kompleksle aşağılık bir hastalık olan taklitçilik hastalığına tutulan mevcut müslümanların yerine başka coğrafyalarda taptaze, hayat dolu, pisliklerden arınmış, güçlü, kuvvetli yepyeni filizler canlanacak ve İslam bayrağını yeryüzünde dalgalandırmaya onlar devam edeceklerdir. Ve Allah düşmanları tüm çabalarına rağmen bugüne kadar imanı öldüremedikleri gibi, bundan sonra da öldürmeye muktedir olamayacaklardır. Çünkü, onlar kiminle uğraştıklarının, kime karşı savaştıklarının idrakinde ve bilincinde değil zavallılar. Hiç Allah (c.c) ile uğraşılabilir mi? Daha önce yaşamış selefleri gibi dangalakların kalplerinde bulunan kinleri o kadar yoğun ki, adeta ağızlarından taşacak, bu yüzden sağlıklı ve mantıklı düşünemiyorlar bile!. Emirlerine karşı oldukları ve kendisine savaş açtıkları ‘EVREN ve HAYAT’ filminin sahibi, yapımcısı, yaratıcısı, senaristi ve yönetmeni olan Allah (c.c), o kadar büyük ve güçlüdür ki, aynı mantar gibi, bir kapıyı kapatır, başka bir kapıyı da açar, O’nun için zor olan bir şey yoktur, sadece ‘ol’ der ve oluverir. Bu kadar basit!..
Şimdide, bir müslüman için olmazsa olmaz olan beş vakit namazı kılmadan Allah indinde yine de müslüman kalınabileceğine ve müslüman olunabileceğine inanan zavallı insanlara değinmek istiyorum. Böyle düşünen insanlar için en baştan net olarak söylüyorum ki; Namazsız bir insanın cennetin kokusunu bile alabilmesi mümkün değil. Alamaz, alamaz, alamaz. Zira, Hz. Peygamberimiz (sav) buyurmuştur ki; “Kişi ile şirk (müşrik olmak) ve küfür (kafir olmak) arasında beş vakit namazı terketmek vardır”. Bir başka hadisinde de; "Bizimle onlar (kafirler) arasında olan fark namazdadır. Kim onu terk ederse küfretmiş olur".
Bir müslüman için namaz o kadar büyük ve önemli bir ibadettir ki, neredeyse imanla eşdeğerdir. İman nasıl insanın içinde (kalbinde) ise, namaz da insanın dışındadır (amelindedir, hayatındadır). Namaz, imanın tam olarak dışa yansıması, dıştan görünenidir. İmanın nasılsa, namazın ve dolayısıyle hayatın da öyledir. Kısaca, İman eşittir namaz, namaz da hayat demektir. Böyle olunca, namazı güzel olmayanın İslami hayatı da güzel olamaz. Dolayısıyle en başından kaybetmiştir. Zira, namaz kılarak Allah’a (c.c) kayıtsız şartsız itaat etmeyen biri nefsini veya herhangibir şeyi ilah edinerek onlara bir şekilde itaat etmiştir ve kendisinden başka ilah ve rab bulunmayan Allah (c.c)’a şirk koşmuştur, ve bu da affedilmez bir küfürdür. Bazı çok bilmişler gibi bunun açık bir şirk olmadığını ve en baştan kaybedilmediğini kabul etsek bile, bir yaşam biçimi olarak namazın yönlendiriciliğinden, kapsayıcılığından ve koruyuculuğundan mahrum kalan bir insan/nefis freni boşalmış bir araba gibidir ve büyük, küçük her türlü günahı rahatlıkla işleyebilir, hiçbir günahtan sakınamaz, sakınamadığı gibi, yaptıkları çoğu şeyin aslında günah olduğunu bile bilemez. Günde beş vakit huşu içinde namaz kılan ve yaptığının günah olup olmadığını bilerek, yaptığı her işte ‘Bu işe Allah ne der?’ diyerek Allahı bu şekilde sürekli zikreden, aklından hiç çıkarmayan ve adeta ‘Benim hayatım ve ölümüm Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c) içindir’ diyen biri, etrafta kimsecikler olmasa bile, kolay kolay bir günah işleyebilir mi? İşleyemez!. Çünkü böyle bir insan, imanı ve İslamı sırtında iğreti bir yük olarak değil, yüreğinde Allahın bir lütfu, bir nimeti ve bir rahmeti olarak taşımaktadır. İşte iman budur. Yoksa inandım demekle kurtuluvereceğinizi sanıyorsanız, naneyi yediniz demektir. Adama derler ki; ‘İnanıyorsan, seviyorsan, sayıyorsan ve korkuyorsan, o zaman göster arkadaş!’. Allah (c.c)’dan gelenlerin tamamına inanıyorsan, iman ediyorsan, o zaman kayıtsız şartsız teslim olman, uyman ve itaat etmen gerekmez mi?. Sen bütün bunlara uymaz ve itaat etmezsen, Allah (c.c) ile yaptığın antlaşmanın doğruluğuna ve hak olduğuna gönülden inanmamış, o antlaşmayı şerh koyarak, şüpheli, çekinceli olarak kerhen kabul etmiş ve zoraki imzalamış oluyorsun?. Teslimiyete bir örnek olması açısından; Hz. Ayşe (ra) annemiz, Temim kabilesinden kendisini ziyarete gelen ve tesettüre riayet etmeyen bir takım kadınlar görünce onlara demiş ki;“Nur suresine inanan hiçbir mü’min kadın böyle giyinemez!”. Buradan biz de diyoruz ki; ‘Kur’ana inanan, iman eden hiçbir mü’min müslüman Kur’ana aykırı davranamaz!’. İşte iman, ibadet ve itaat budur, gerisi boştur...
“Onlar cennetlerde ağırlanırlar. Sorarlar günahkârlara:
"Sizi Sekar'a (cehenneme) sokan şey nedir?" diye.
Cehennemlikler derler ki; "Biz namaz kılanlardan değildik” Müddessir Suresi: 40-43
Allahın ve Peygamberinin namaz konusundaki emirlerine, sözlerine ve tehditlerine rağmen beş vakit namaz kılmayan insanları Allah indinde ısrarla İslam dairesi içinde tutmaya, ne yaparsa yapsın onları hoş görmeye ve Allahın azabından emin olduklarını gösterir ellerinde kesin bir belge varmış gibi onları kurtarmaya çalışan, avutan, ulufe dağıtan ve hiç korkutmayan hoşgörü tellalı bazı çok bilmiş din adamlarını ise burada Allah’a havale ediyorum. İnsanların gönüllerini hoş edeceğim diye yaklaşan tehlikeyi haber vermeyip onları yanlış yönlendirenler bunun vebalinin altından nasıl kalkacaklar bilmiyorum. Aslında dost acı söyler. Bunlar dost değil o zaman...
“Allah'ın tuzağından emin miydiler? Hüsrana uğrayan topluluktan başkası Allah'ın tuzağından emin olamaz.” A’raf: 99
“Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır.Onlar ki namazlarını sürekli kılarlar. Onların mallarında belli bir hak vardır, Hem isteyen için, hem de istemekten utanan yoksul için. Onlar ki ceza gününü tasdik ederler. Rablerinin azabından korkarlar. Çünkü Rablerinin azabından emin olunmaz.”Mearic:22-28
İslam ile Kara Cahiller Dini;
Ben eskiden, müslüman olmamıza, müslüman bir ülkede yaşamamıza rağmen, Allah neden bizlere torpil geçmez, torpil geçmeyi bırak, başkalarının başına getirmediği veya çoz az getirdiği, hastalıklar, depremler, kazalar, felaketler, savaşlar, işgaller gibi musibetleri, belaları neden hep müslümanların başına getiriyor diye çok kızardım, isyan ederdim. Biz millet olarak müslüman ve iyi kötü O’nun kulu değilmiydik, nüfus cüzdanlarımızda ‘Dini:İslam’ yazmıyormuydu da bütün bunları özellikle bizim başımıza getiriyordu, müslümanız diye bize bir garezi mi var, tabakçı sevdiği deriyi taştan taşa vurur misali, O’da bizi böyle mi seviyor veya acaba millet olarak bizim müslüman değil de başka bir şey olmamızı mı istiyor diye zaman zaman düşünmeden edemezdim ve çoğu zaman da isyan ederdim. İsyan ettiğim böyle zamanlarda ise; ‘keşke hristiyan olsaydık, hiç olmazsa bu dünyada rahat ve huzur yüzü görürdük’ diye söylenir dururdum. Buna benzer şeyleri sizler de düşünüyormusunuz bilmiyorum ama ben ‘neden hep böyle oluyor?’ diye kendi kendime birçok sorular sorar ve cevaplar arardım.
Arayan bulurmuş misali, sizi bilmem ama ben bu soruların hepsinin cevaplarını buldum. Evet, bugün itibariyle düşünüyorum da, biz başımıza gelen bu musibetlerin tamamını eksiksiz olarak hakediyoruz. Eksiği var, fazlası yok. Başımıza gelen bütün sorunların, musibetlerin tek sebebi var, o da cahillik. Başımıza ne geliyorsa, kendisi küçük, anlamı büyük bu kelime yüzünden. Bir millet mensup olduğu dini konusunda ancak bu kadar cahil olabilir. Böyle bir şey nasıl olabiliyor, bu nasıl insanlık, bu nasıl müslümanlık anlayamıyorum. Müslümana ise cahillik hiç yakışmıyor. Öyle ki, bu cahilliğimiz yüzünden bizler ancak kimlik veya marka müslümanı olabiliyoruz. Ne yaşantımız, ne de işlerimiz Hz.Peygamberimizin (sav) ve sahabelerinin yaşantılarına benziyor. Bizler hem vahyi insanlığa taşıma sorumluluğunu üzerimize almışız, hem de bu sorumluluğun gereğini yerine getirmeyerek, “yarım hoca dinden eder, yarım doktor candan eder” misali, öteki insanların da İslamdan uzak kalmalarına sebep oluyoruz ve onların vebalini de üzerimizde taşıyoruz. Mazereti fakirlik olanlara hiç katılmıyorum. Saadet asrında yaşayan müslümanlar çok mu zengindi sanki?. Onlarla bugünki müslümanları karşılaştırmaya kalksan, bugünkilerin en fakirinin bile onlardan çok daha zengin olduğu ortaya çıkacaktır. Onların yokluktan/fakirlikten dolayı çekmiş olduğu sıkıntıları yazmaya kalksan ciltler dolusu kitap olur, ama herşeye rağmen, bu onlar için sorun olmamış ve kıyamete kadar saygı, hürmet ve gıptayla bakılacak insanlığın gelmiş geçmiş en mükemmel medeniyetini kurabilmişlerdir. Bu iş öyle ‘Dostlar alışverişte görsün!’ misali olmaz. Ancak dert etmekle olur, herşey dert etmeye bağlıdır. Derdiniz ne ise, gayretiniz ve çalışmalarınız da o yöndedir. Dert ettiğiniz şeyi de az veya çok başarırsınız. Derdiniz para kazanmak, mal-mülk biriktirmek ise bunu az çok başarabilirsiniz ve derdiniz çocuk büyütmek, okutmak, onları iş-güç sahibi yapmak ise, bunda da az çok başarılı olabilirsiniz. Ama derdiniz İslam olursa, (Allah’ın izniyle) muhakkak başarılı olursunuz.
“Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Bununla beraber Allah yine de çoğunu affeder.” Şura:30
Müslümanlar maalesef dinlerini hiç bilmiyorlar. Dinlerini İlahi kitapları olan Kur’anı Kerim’den öğrenmemişler, Kur’anı hiç bilmiyorlar, farz olmasına rağmen, Kur’anı merak edip de okuyup anlamak için hiçbir gayret sarfetmemişler. Sanki bu Kur’an insanlara süs diye gönderildi. Müslümanların süsü!. Allah(c.c), bu Kur’an sizin için bir uyarıdır, öğüttür, şifadır ve tek doğru yol rehberidir, okuyup anlayabilesiniz diye indirdik ve sizin için kolaylaştırdık demesine rağmen müslümanlar aşağı yukarı bin yıldır bu Kur’anı anlamayı terketmişler, hayatlarını, istikametlerini, hükümlerini bu kitaba göre tayin etmeleri, ellerinden, dillerinden hiç düşürmemeleri gerekirken onu tamamen hayatlarından uzaklaştırmışlar, sanki Allahın; ‘siz anlayamazsınız, ancak büyükleriniz anlayabilir’ diye bir sözü varmış gibi, işi bu büyüklere havale etmişler, onların insafına bırakmışlar, kendileri ise anlamak için en ufak bir gayret sarfetmemişler. Bu anlayış topluma o kadar sirayet etmiş ki, bırakın normal vatandaşı, din adamları, imamlar dahi Kur’anı bilmiyorlar, anlamamışlar, anlamaya çalışmamışlar, vaazlarında, sohbetlerinde insanlara Kur’anı anlatmıyorlar, onun yerine İslam diye geçmiş büyüklerin sözlerinden ne anlamışlarsa onu aktarıyorlar. Böyle olunca, Allah bu milletin durumunu hiç düzeltir mi, daha da kötüye götürmez mi?. İnsanlara doğru yolu bulsunlar ve yollarını şaşırmasınlar diye bin dörtyüz yıldır tek bir harfi bile değiştirilemeyen bir klavuz kitap ve bir peygamber gönderiyorsunuz, fakat insanlar bu kitabı bir kenara atıyor, yada içindekinin tadına hiç bakmadan bal kavanozunu dışından yalayıp duruyor, bu durumda siz olsanız kızmazmısınız, köpürmezmisiniz onların başına hertürlü belayı, musibeti sarmazmısınız ve ne haliniz varsa görün diyerek onlardan hertürlü yardımı kesmezmisiniz?.
“Bu Kur'an, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” Sad Suresi: 29
“And olsun, size öyle bir kitab indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” Enbiya Suresi: 10
Merhum Gazali demiş ki; “Müslümanlar Kur’anı sadece arapça okumak için öğrenirler, dinlerini öğrenmek için okumazlar” . Halbuki dünyanın her yerinde insanlar öğrenmek için okurlar. Müslüman(?) olarak biz kendi kitabımızı okumazken, gayri müslimler bizim kitabımızı bizden daha çok okuyor ve araştırıyorlar. Bunlardan da birçoğu imana geliyor ve müslüman oluyorlar. Kur’anı Fransızca çevirisinden okuyan ve sonra da müslüman olan bir Fransız, müslüman olduktan sonra müslüman Türk işçileriyle tanışınca şunu söylüyor:
“Ben İslamı Kur’an’dan tanıdım ve ona teslim oldum. Eğer önce sizi tanısaydım asla müslüman olmazdım.” “Niçin?” sorusuna verdiği cevap çok ilginç:
“Sizin bir Fransız’dan farkınızı göremiyorum ki, bana sevimli gelsin de dinimi değiştireyim?”
İslâm'a sonradan giren bir başka batılı da şöyle dert yanıyor: "Kitabınıza baktım imrendim. Sözde inananlara baktım iğrendim. Sözde inananlar ki, benim elli sene geç Müslüman olmamın müsebebbibidirler."
İşte, böyle müslümanlara asla kül yutturamazsınız, çünkü İslamı asıl kaynağından öğrenmiş ve mükemmel bir müslüman olmuşlar. Bu arada yeri gelmişken ‘İslam mürşidsiz, şeyhsiz, aracısız öğrenilmez!’ diyenleri yukarıdaki olay ve benim yaşadıklarım ne güzel yalanlıyor. Ben de İslamı şeyhsiz, mürşidsiz, yani aracısız olarak, doğrudan Kur’an’dan öğrendim ve müslüman oldum. Ve yüreğim, benim gibi dünyada sayıları çok az olan diğer müslümanlarla birlikte atıyor. Davranışlarımda, gayretlerimde ve faaliyetlerimde hiçbir aracıya itaat etmiyorum, bağlanmıyorum ve hiç kimsenin yolundan, peşinden gitmiyorum, sadece Allah (c.c)’ın Kur’anı ve Peygamberimizin (sav) sünnetine uyuyorum, itaat ediyorum ve istikametlerimi, tercihlerimi onlara göre belirliyorum. Hem neden İslami anlayışımı başkalarının anlayışıyla kısıtlayayayım ve ipotek altına alayım ki!. Eğer insan İslamı öğrenmek ve yaşamak istiyorsa, arı gibi her çiçekden bal almalı, tek bir çiçekden alınan balın kesin olarak insanı zehirleyeceğini ve öldüreceğini düşünerek herhangibirine bağlanmak yerine bütün alimlerden istifade etme yoluna gitmelidir. Aldığı bilgileri de Kur’ana ve Peygamberimizin (sav) sahih sünnetine vurmalı, doğru ise almalı, yanlış ise atmalıdır. İster büyük zat olsun, ister küçük zat olsun, doğruyu herkes bulacak diye bir kaide yoktur. Ve insanların büyük çoğunluğu bir insan için büyük dedi diye o insan büyük de olamaz. Ancak en yüksek yargı merci olan Yüce Yaradanın seçtiği insanlar, yani peygamberler büyüktür, öteki insanlar ise küçüktür, küçücüktür, yanılabilir, ömrünü boş ve faydasız şeylere inanarak geçirebilir. Netice olarak da, hem kendilerini, hem de müridlerini helak edebilirler. Bu itaat konusunda Said-i Nursi demiş ki; “Ben söyledim diye hemen söylediklerimi kabul etmeyin, mehenge (Kur’ana) vurun. Belki ben de müfsidim (bozguncuyum), veya bilmeden ifsad ediyorum (bozuyorum)”.
“(Ey insanlar) Rabbinizden, size indirilene uyun ve O'ndan başka dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” Araf Suresi:3
“İyi bil ki, halis din ancak Allah'ındır. O'ndan başka birtakım dostlar tutanlar da şöyle demektedirler: "Biz onlara sadece bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." Şüphe yok ki Allah, onların aralarında ihtilaf edip durdukları şeyde hükmünü verecektir. Herhalde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz.” Zümer Suresi:3
Aracılar Dini;
Kim birini dini alanda tutku ile sevip, sayıp bağlanıp da Kur’an’ın ve Allah Resulunün (sav) sahih emirlerini değil de, onun buyruklarını yerine getirir, ona boyun eğerse ve onun yolundan giderse, onu Allah’dan başka rab ve ilah edinmiş demektir. Bu da şirkdir/küfürdür ve bunu yapana da müşrik veya kafir denir.
Allah (c.c) bizleri ayrı ayrı yaratmış, hiçbirimizin göbek bağı birbirine bağlı değil ve her koyun kendi bacağından asılacağına ve hiç kimse kimsenin günahını çekmeyeceğine göre, şahsen ben neden başkaları yüzünden alevli ateşe düşeyim veya neden böyle bir ihtimale kendi ellerimle fırsat vereyim. Ayrıca, onlar yüzünden Allah’ın asla affetmeyeceği şirk tehlikesine neden düşeyim ki!. Peki, burada şirk tehlikesine nasıl düşebilirim?. Tabii ki, Allah’ın yüce (c.c) Kur’anına ve seçkin Peygamberinin (sav) sahih sünnetine rağmen herhangibir konuda aracıya itaat edersem, bağlanırsam, Hz. Peygamberimizin (sav) hiç olmadığı kadar, aracıya itibar ederek onu ve onun bulunduğu mekanı bir şekilde kutsallaştırırsam ve kutsal birini veya kutsal bir yeri ziyaret eder gibi huşu içerisinde ziyaret/tavaf edersem, o zaman kendisi hiçbir şey yaratamayan, esasen beş para etmez ve Allah izin vermedikçe burnunu silmekten bile aciz o zavallı aracıyı Allah’ın yüceler yücesi makamında, hükmünde ve mülkünde ortak etmiş, yani Allah’a (c.c) şirk koşmuş ve Allah’ın gazabını kesin olarak haketmiş oluyorum.
Mesela, Irak savaşında müslümanlara, müslüman kızlara hapishanelerde yapılan insanlık dışı zulümler, tecavüzler televizyonlarda yayınlanınca, bazı müslümancıklar galeyana gelmişler, çoğunlukla internet ortamında ‘cihad cihad’ diye feryat ediyorlardı. Bende onlara gülüyordum ve ‘sizden bir şey çıkmaz, sizden ne köy olur, ne de kasaba olur, düşman olarak sizin nefsiniz size yeter, sizin başka düşmana ihtiyacınız yok, boşuna havalanmayın!’ diyordum. Sonra ne yapmaları gerektiğini şeyhlerine sormuşlar, o da çok akıllıca ve uyanıkça demiş ki; ‘Oturun oturduğunuz yerde, siz önce kendinizi yetiştirin!’. Bunun üzerine bir baktım mücahidlerin(!) hepsinin balonu fos diye sönmüş, süt dökmüş kediye dönmüşler ve konuyu derhal kapatmışlardı. Bir daha o konuyu hiç açmadılar, herşey bir anda unutulup gitmiş, sanki o olay hiç yaşanmamıştı. Tabi burada kayıtsız şartsız bir itaat var. Kime itaat var?. Şeyhe itaat var, Allah (c.c)’a değil. Bu nedir, bir şirktir ve Allah asla affetmez.
“De ki: "Sizin şirk koştuklarınızdan hakka ulaştırabilecek var mıdır? De ki: "Hakka ulaştıracak Allah'tır. Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha layıktır, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?"
Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir.” Yunus Suresi: 35-36
“Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını (diğer günahları) ise, dilediği kimseler için bağışlar ve mağfiret buyurur. Her kim Allah'a şirk koşarsa gerçekten pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur.” Nisa Suresi:48
Halbuki Rasulullah (sav)’ın katıldığı birçok savaşta birçok insan İslami olarak hiç yetiştirilemeden, eğitilemeden, alnı bile daha hiç secdeye değmeden sadece şehadet getirebilip, ardından da şehid olmuşlardı. Daha 15-16 yaşında çocuklar bile henüz olgunlaşamadan mücahid olmuşlar ve şehid düşmüşlerdi. Böyle dramatik yaşanmış hikayeler çok olmuştur ve Rasulullah (sav) onlara hiç engel olmamıştır. Bu arada, ne kadar güzel bir şehadet değil mi?. Şehadet getiriyorsun ve tekrar günaha, küfre düşmeye fırsat kalmadan bir anda şehit oluyorsun.
Eğer anlattığım yukarıdaki olayda, müridler ne yapacaklarını şeyhe danışıp kayıtsız şartsız itaat etmek yerine Allah (c.c)’ın Kur’anına ve Peygamberinin (sav) sahih sünnetine başvurup durumu kendi aralarında müzakere etmiş olsalar çok daha doğru olur, kararları ne olursa olsun en azından şirk tehlikesine düşmemiş olurlardı. Biliyorsunuz, aracılar herzaman şirki temsil ederler.
‘Neden bir aracıya ihtiyaç duyuyorsunuz ve neden onlara taparak, kulluk ederek ve ibadet ederek Allah’a şirk koşuyorsunuz?’ diye müridlere sorduğunuz zaman aranızda ister istemez şöyle bir konuşma geçiyor;
- Biz kesinlikle bu dediklerinin hiçbirini yapmıyoruz, sadece o aracıyı Allah dostu kabul ederek onun ahlakıyla ahlaklanmaya çalışıyoruz.
- Siz onun Allah dostu olduğunu nereden bildiniz, Allahın veli/evliya/dost tayin ettiğine dair elinde Allah’dan gelen bir delili, diploması, mezuniyet belgesi mi var veya cennetle müjdelenenler arasında mı yoksa?.
“Senin Rabbin, evet O'dur kendi yolundan kimin saptığını en iyi bilen. Ve O'dur kimin doğruya ve güzele kılavuzlandığını en iyi bilen.” Kalem Suresi:7
“Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. Hidayette olanları da en iyi O bilir.” En’am Suresi: 117
“Onlar Allah'ı bırakıp da O'nun, haklarında hiçbir delil indirmediği ve kendilerinde de bir bilgi bulunmayan şeylere (aracılara) taparlar. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.” Hac suresi: 71
- Yok!. Ama yine de o mübareği gördüğümüz zaman bize Allah’ı hatırlatıyor.
- Peki siz Allah’ın kitabı ve Peygamberi vasıtasıyla Allah’ı gereği gibi tanıyabildiniz mi, takdir edebildiniz mi ki onun Allah dostu olduğunu, Allah’ı hatırlattığını söyleyebiliyorsunuz?. Ya o bir şeytan veya şeytan dostu ise!. Zira, kalblerden/gönüllerden geçeni ancak Allah bilir.
“Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki bütün yer kıyamet günü O'nun avucundadır. Gökler de kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından münezzeh ve çok yüksektir.” Zümer suresi:67
“Göklerde ve yerde olanları, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri bilir. Allah, göğüslerin özünü bilir.” Teğabun Suresi:4
- Biz bilmesek de bilen abiler var, nice devlet büyükleri, ileri gelenler ve isminin önü kalabalık adamlar var içimizde. Onlar da mı yanılıyorlar?.
“Böylece, her kentte ileri gelenleri, oranın suçluları yaptık ki, orada hileler çevirsinler. Halbuki bunlar, kötülüğü başkasına değil kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar.” Enam suresi:123
- Bunlar hiçbir zaman ölçü olamazlar. Fıtratı gereği zavallı, aciz, aceleci olan, hata yapabilen ve insanlık varolalı beri Allah’dan başkalarına da koyun gibi itaat edebilen insanoğlu, kim olursa olsun, onların sayısı ne kadar çok olursa olsun yanılabilir, şaşabilirler. Bu yüzden, Kur’anın anlattığına göre nice çok büyük adamlar ve çok büyük kalabalıklar b.k yoluna gitmiş, cehennemin dibini boylamışlardır.
- Evet haklısın, ama biz yine de o mübareğe tapmıyoruz, kulluk etmiyoruz ve şirk koşmuyoruz.
- Hayır, ona tapıyorsunuz, kulluk ediyorsunuz ve Allaha şirk koşuyorsunuz, farkında değilsiniz, bilmiyorsunuz.
- Peki bütün bunları nasıl yapmış oluyoruz?.
- Ona karşı aşırı bir sevgi, saygı ve hürmet besleyerek şıh, şeyh, mübarek, hocaefendi, üstad vs gibi üstün sıfatlar vererek onu aşırı yüceltiyorsunuz, ululaştırıyorsunuz, kutsallaştırıyorsunuz ve bazılarınız da onun bulunduğu mekanı/puthaneyi huşu içerisinde tavaf ederek hizmet edip sevap kazanmak ve hristiyanlar gibi el-etek öperek onun himmetine nail olmak için zaman zaman ziyaretine gidip hacı oluyorsunuz ve yine muharref İncil mensubu hristiyanların kiliselere gidip rahiplere günah çıkardıkları gibi, sizler de oraya gidip işlediğiniz günahlar için tevbe alıp, tevbe veriyorsunuz. Halbuki müslüman, kendisi tevvap ve her zaman şah damarımızdan daha yakın olan Allah’a (c.c) tevbesini her zaman ve her yerde yapabilir, bunun özel bir zamanı veya mekanı yoktur. Bu yaptıklarınız, Peygamberimizin (sav) getirdiği İslama aykırı, yanlış şeylerdir. İşte tüm bu yanlışları yapıp gözünüzde bu kadar değer vererek, yücelterek bağlandığınız, sevgisini kaybetmekten ve gazabından da çok korktuğunuz mübareğin(!) Allah’dan olduğunu sandığınız sözlerini aynen Allah kelamı gibi (haşa) dinliyorsunuz ve onlara göre amel ediyorsunuz, dolayısıyle itaat ediyorsunuz. Kur’anı çok araştırdım; Tapmanın, kulluk etmenin ve ibadet etmenin hemen hemen aynı anlama geldiklerini ve hepsinin itaat etmekle, uymakla eş anlamlı olduklarını farkettim. Netice olarak, Kur’ana ve sünnete rağmen dini konuda siz kimin sözünü, hükümlerini, kanunlarını, nizamlarını, kurallarını, emirlerini dinliyor ve itaat ediyorsanız rabbiniz, dolayısıyle ilahınız odur. Bu demektir ki, sadece lafla ‘La İlahe İllAllah’ demekle iş bitmiyor. ‘Kişinin ayinesi iştir, lafa bakılmaz’ hesabı, kişinin ağzından çıkan söze değil, uygulamalarına bakmak gerekiyor. Eğer uygulamada Allah’ın hüküm koyduğu emirlerin hepsinde veya herhangi birinde sadece Allaha itaat etmek yerine başka bir şeye itaat ediyorsanız, o zaman sizin rabbiniz, ilahınız sadece Allah değildir ve bu durumda Allah’a ortak koşuyor, O’na küfrediyor ve kafir oluyorsunuz demektir. Bu sahte rabbleriniz ve ilahlarınız ise; Nefsiniz olabilir, anne babanız olabilir, karınız, kocanız olabilir, şeyhiniz, şıhınız, hocanız, hocaefendiniz, üstadınız, abiniz, lideriniz, önderiniz, patronunuz, devletiniz, milletiniz olabilir, hemen herşey ve herkes olabilir. İşte bütün bunlar sizin Allah’dan başka rabbleriniz, ilahlarınız, yani tağutlarınızdır. Oysa, sadece bir olan Allaha itaat etmekle emrolunmuştuk, eğer müslümansak!.. Müslüman demek, tevhid konusunda azami titizlenen ve şirke düşmekten azami korkan kimse demektir. Çünkü, sebep ne olursa olsun Allah şirki asla affetmemektedir. Çünkü, şirk bir günah değil, büyük bir küfürdür, korkunç bir cinayettir ve insanın kendi nefsine karşı yaptığı en büyük zulümdür. Bu yüzden, günahlar belki affedilebilir, ancak şirk asla affedilmez.
İnsanların Allah (c.c)’dan başka ilahlara itaat ederek nasıl şirke düşebildiklerini Hz. Peygamberimiz (sav)’in şu hadisi ne güzel izah edilmektedir; “Siz mescid dışındaki hayatınızda insanlara tapınmazsınız. Yani Allaha’a namaz kıldığınız gibi insanın karşısına geçip namaz kılmayabilirsiniz; fakat o insanlar Allah’ın irade ve rızası dışında bazı şeyleri emrederler, siz de yaparsınız. Bazı şeyleri yasaklarlar, siz de yapmazsınız; ondan geri durursunuz. Bu emirler ve yasaklar, Allah’ın emirleri ve yasaklarıyla çeliştiği, çatıştığı halde siz onlara itaat edersiniz. İşte bu da en büyük şirktir”
En’am Suresi’nin 121. ayetinde ise Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur; “Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak müşrik olursunuz.”
Yeni farkettiğim bir hususu daha belirtmek istiyorum ki; Bir insanın bir başkasını rab edinip edinmediğini anlamak istiyorsanız, dini alanda onun o şahıs hakkında vermiş olduğu tepkilere bakın derim. Eğer, o şahsa karşı bir söz söylendiği, eleştirildiği zaman hiddetleniyorsa, gözlerinde ve sözlerinde kızgınlık, öfke ve hınç belirtileri görülebiliyorsa ve onun kötülükleri hakkında konuşulmasına da asla müsaade etmiyorsa, o zaman onu kesinlikle rab edinmiştir ve onun Allah’dan başka rabbi olmuştur. Bre cahil, neden bu kadar hiddetlenirsin ki, onun ve onun gittiği yolun doğru olduğuna dair Allah’dan aldığın kesin bir delilin mi var, cehennemden kurtulmayı ve cennete girmeyi kesin olarak garantiledin mi de bu kadar kendinden emin ve rahatsın? Ya bunlar senin helakına ve cehennemin dibine düşmene sebep olacaksa, o zaman seni kim kurtaracak dangalak!. Yoksa o büyük(?) şahsın olağanüstü kerametlerine, marifetlerine ve kahramanlıklarına mı güveniyorsun. Sıkıysa, peygamberimiz (sav) gibi olsun ve Kur’anın dediği gibi, gücü yetiyorsa bir sivrisineğin kanadını bile yaratabilsin, hatta o sineğin aldığını geri alabilsin bakalım. Halbuki, mü’min bir müslüman ancak Allah ve Peygamberi sozkonusu olduğu zaman bu tepkileri vermesi gerekir. Zira, başkası insandır, beşerdir, şaşardır ve hiçbir şekilde böyle bir itibarı da hak etmiyordur.
“Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını (diğer günahları) ise, dilediği kimseler için bağışlar ve mağfiret buyurur. Her kim Allah'a şirk koşarsa gerçekten pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur. “ Nisa Suresi: 48
“Onların çoğu şirk koşmadan Allah'a iman etmezler.” Yusuf Suresi:106
“(Ey insanlar) Rabbinizden, size indirilene uyun ve O'ndan başka dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” Araf Suresi:3
“O kâfirler, beni bırakıp da kullarımı dostlar edineceklerini mi sandılar? Doğrusu biz cehennemi o kâfirlere bir konukluk olarak hazırladık.” Kehf Suresi: 102
Ayrıca, Rasulullah (sav) herhangibir yeri ziyaret etmenin ölçüsünü de şu hadisi ile çok güzel özetlemiştir;
“Kim üç mescidin dışında bir yere yükler bağlayıp (sevap kazanmak için) yola çıkarsa Muhammed’e indirileni (Kur’anı) inkar etmiştir. Bu üç mescid ; Mescid-î Haram (Mekke’de Kâ’be), Benim mescidim (Medine’de Mescid-î Nebevî) ve Mescid-î Aksa (Kudüs’te Beytü’l Makdis)’ dir”. Hadis (Buhari, Müslim.)
Sonuç olarak; Yahudi ve Hristiyanların din adamlarını aracılar edinip Allah’dan başka rabler ve ilahlar edinerek onlara taptıkları, kulluk, ibadet ve itaat ettikleri gibi, sizler de şeyh’inizi, şıh’ınızı, hocaefendinizi, üstadınızı ve bilumum aracılarınızı Allah’la beraber veya Allah’dan başka rabler ve ilahlar ediniyorsunuz. Bu durumu Seyit Kutup Fizilal'il Kur'an’daki Tevbe suresinin 31. Ayetinin tefsirinde çok güzel açıklamış;
“Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı ilah edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti.” Tevbe, 31.
“Okuduğumuz ayet, surenin bu kesitinin doğrusal bir uzantısıdır. Bilindiği gibi surenin bu kesitinde müslümanların vicdanlarında beliren şu tür kuşkular giderilmeye çalışılıyordu; "Bu adamlar, yani yahudiler ile hristiyanlar, Kitap ehlidirler. Buna göre onlar, Allah'ın dinine bağlıdırlar."
Bu kuşkulara karşılık, bu surede şu gerçeklere dikkat çekiliyor: Bu adamlar, yüce Allah'ın dinine bağlı değildirler. Bu gerçeği inançlarından sonra pratik hayatları da kanıtlıyor. Onlara tek olarak yüce Allah'a kulluk etmeleri emredildi. Oysa onlar yüce Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ve rahiplerini ilah edindiler. Tıpkı Meryemoğlu İsa'yı ilah edindikleri gibi. Bu tutumları ise yüce Allah'a ortak koşmaktır, şirktir. Yüce Allah onların bu ortak koşma yakıştırmalarından münezzehtir. Buna göre onlar davranış ve pratik hayat düzeyinde gerçek dini din edinmedikleri gibi inanç ve düşünce düzeyinde de Allah'a inanmış değildirler.
Kitap ehlinin hahamlarını ve rahiplerini nasıl ilah edindiklerini anlatmadan önce Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu ayetin açıklamasına ilişkin sağlam kaynaklı sözlerine başvurmak istiyoruz. Çünkü kesin çözüm O'nun sözlerindedir.
Bu ayette geçen "Ahbar" terimi, "Hebr" ya da "Hıbr" sözcüğünün çoğuludur. Bu terim "Kitap ehlinin bilginleri" -daha çok yahudi bilginleri- anlamına gelir. Yine bu ayette yeralan "Ruhban" terimi ise "rahip" sözcüğünün çoğuludur. Bu terim, "Kendini ibadete adamış, dünyadan el-etek çekmiş kişi" anlamına gelir. Rahipler normal olarak evlenmezler, başkaca bir iş tutmazlar, geçim peşinde koşmazlar.
"Durr-ül Mensur" adlı kitabın bir yerinde şöyle deniyor: Tirmizi'nin, İbn-i Munzır'ın, İbn-i Ebu Hatem'in, Ebu Şeyh'in, İbn-i Murdeveyh'in, Beyhaki'nin ve diğer hadis dergilerinin bildirdiklerine göre, sahabilerden Adiyy b. Hatem şöyle diyor; "Bir gün Peygamberimizin yanına gitmiştim. O sırada Tevbe suresinin `Onlar Allah dışında hahamlarını ve rahiplerini ilah edindiler' cümlesi ile başlayan ayetini okuyordu. Ayeti bitirince bana dönerek şöyle buyurdu:
"Gerçi onlar hahamlarına ve rahiplerine tapınmıyorlar, ibadet etmiyorlar. Fakat bu din adamları kendilerine bir şeyi helal kılınca o şeyi helal sayıyorlar, buna karşılık din adamları bir şeyi yasaklayınca onu haram kabul ediyorlar."
İbn-i Kesir tefsirinde de şöyle deniyor: İmam-ı Ahmed, Tirmizi ve İbn-i Cerir değişik kanallara dayanarak bize bu belgeyi naklediyorlar: Adiyy b. Hatem, Peygamberimizin davetini alınca, çağrısını işitince Şam'a kaçtı. Bu zat cahiliye döneminde hristiyan olmuştu. Bir ara kız kardeşi kabilesinden birkaç kişi ile birlikte müslümanlara esir düşmüş, fakat Peygamberimiz kadını bağışlayarak, serbest bırakmıştı. Kadın kardeşinin yanına dönünce onu müslüman olmaya ve Peygamberimize gidip kendisi ile görüşmeye teşvik etmişti. Bunun üzerine Medine'ye geldi. -Bu zat o sırada Tay kabilesinin şefi idi, babası da cömertliği ile ün salmış bir kişi olan Hatem Tai idi.- Peygamberimizin huzuruna vardığında boynunda gümüş bir haç vardı. O sırada Peygamberimiz `Onlar Allah'ın dışında hahamlarını ve rahiplerini ilah edindiler' cümlesi ile başlayan ayeti okuyordu. Ayet bitince bizzat kendi ifadesine göre Peygamberimize `Onlar, hahamlarına ve rahiplerine tapmıyorlar, kulluk etmiyorlar' dedi. Onun bu sözlerine Peygamberimiz şu karşılığı verdi:
"Evet, ama din adamları onlara helal şeyleri yasakladılar ve haram şeyleri serbest ettiler. Onlar da din adamlarının bu hükümlerine uydular. Bu tutum, onların, din adamlarına kulluk etmeleri anlamına gelir."
Tefsir bilgini Sudey, bu ayeti açıklarken şöyle der; `Onlar yüce Allah'ın kitabını arkalarına atarak din adamlarının hükümlerine başvurdular. Bundan dolayı yüce Allah bu ayetin devamında `Oysa onlara sadece tek ilaha kulluk etmeleri emredilmişti' buyuruyor. Yani o tek ilah bir şeyi haram kılınca, o şey haram sayılacak, O'nun helal ilan ettiği şeyler helal bilinecek, koyduğu yasaya uyulacak ve verdiği hüküm yürürlüğe konacaktır."
Tefsir bilgini Alusi de bu ayeti şöyle açıklıyor; "Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre bu ayetteki ilah edinmekten maksat, Kitap ehlinin din adamlarını evrenin ilahları saydıkları, böyle bir inanç taşıdıkları değildir; buradaki ilah edinmekten maksat, onların din adamlarının kişisel emirlerine ve yasaklarına uymalarıdır."
Gerek bu açık anlamlı ayetten, gerekse Peygamberimizin -son söz niteliğindeki- yorumundan ve gerekse eski-yeni tefsir bilginlerinin sistemine, bu dine ilişkin son derece önemli gerçekler öğreniyoruz. Bu gerçeklere, aşağıda kısaca değinmek istiyoruz:
1- İbadet, yasal hükümlerde Kur'an'ın ayetlerine ve Peygamberimizin bu ayetlere ilişkin açıklamalarına uymak demektir. Yahudiler ile hristiyanlar, hahamları ile rahiplerinin ilah olduklarına inanmak, onlara ibadet amaçlı hareketler sunmak anlamında bu din adamlarını ilah edinmiş değillerdi. Buna rağmen yüce Allah, bu ayette onların müşrik olduklarına, bir sonraki ayette de kâfir olduklarına hükmetmiştir. Bu hükmün tek gerekçesi, onların din adamlarını yasa koyma mercii olarak kabul etmeleri, koydukları yasalara uymaları, boyun eğmeleridir. İlahi hükmün tek sebebi budur. Ayrıca, inançta ve ibadetlerde Allah'tan başkasını ilah edinmiş olmak şart değildir. Sırf bu tutum, sahibini Allah'a ortak koşmuş duruma düşürür. Sırf bu sapıklık, sahibini mü'minlerin safından çıkarıp, kâfirlerin saflarına katmak için yeterlidir.
2- Bu ayet hahamlarına yasa koyma yetkisi tanıyan, onlarca konmuş yasalara uyan ve itaat eden yahudiler ile Hz. İsa'ya ilahlık yakıştıran ve ona ibadet amaçlı davranışlar sunan hristiyanları aynı derecede müşrik sayıyor, aralarında hiçbir fark görmüyor. Yani her iki tutum da sahiplerini Allah'a ortak koşmuş saydırma açısından eşit ağırlıklı suçlardır. Her iki sapıklık da sahiplerini mü'minlerin safından çıkarıp, kâfirlerin saflarına katmak için yeterlidir.
3- İnsanın Allah'a ortak koşan bir müşrik sayılması için yasa koyma yetkisini Allah dışındaki bir mercii, meselâ kullara tanıması yeterlidir. Bu sapıklığın yanısıra sözkonusu kulun ya da kulların ilah olduğuna inanması, onu ya da onlara ibadet amaçlı hareketler sunması şart değildir. Az önceki iki paragrafımız bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Biz burada bu gerçeği bir kere daha vurgulamak istedik.
Gerçi bu ayetlerin içerdikleri gerçeklerin ilk amacı, o günkü islâm toplumuna egemen olan olumsuz şartlara karşı koymaktır, o günkü müslümanların kalplerindeki Bizanslılarla savaşmaya ilişkin tereddütleri ve fobileri silmektir, "Bizanslılar madem ki Kitap ehlidirler, o halde mü’mindirler" şeklindeki ön yargının doğurduğu kuşku bulutlarını dağıtmaktır. Fakat bu gerçekler bu konudaki temel işlevlerinin yanısıra genel-geçerlidirler ve bu nitelikleri ile genel anlamda "dinin özü"nün ne olduğunu belirleme hususunda bize ışık tutarlar.
Gerçek din "islâm"dır. Yüce Allah tüm insanlar için bu dini seçmiştir, bunun dışındaki bir dini hiç kimseler kabul etmez. Müslüman olabilmek için yüce Allah'ın ortaksız ilahlığına inandıktan ve ibadet nitelikli eylemleri sırf O'na sunduktan sonra, yasal hükümlerde de sırf O'na uymak şarttır. Eğer insanlar O'nun yasaları dışında başka yasalara uyarlarsa, yahudiler ve hristiyanlara ilişkin hükmün kapsamına girerler. Yani Allah'a inanmamış "müşrikler" sayılırlar. İstedikleri kadar "Biz müminiz desinler" faydasızdır. Çünkü yüce Allah'ın dışındaki bir merciin, meselâ bazı kulların koydukları yasalara uymaları bu damgayı yemeleri için yeterlidir. Böyle durumlarda insanların bu damgayı yemekten kurtulabilmeleri için kullar tarafından kendilerine empoze edilen yasalara karşı çıkmaları, onlara baskı altında uymak zorunda kaldıklarını kanıtlayan protesto nitelikli bir reaksiyon göstermeleri, yüce Allah'a yönelik bu küstahlıkları onaylamadıklarını, onları bertaraf etmeye güçleri yetmediği için dişlerini sıktıklarını ortaya koymaları gerekir.
Günümüzde "din" kavramının sınırları, insanların kafalarında, alabildiğine daralmıştır. Günümüzün insanları dini sadece vicdanda hapsedilmiş bir inanç ve birtakım ibadet amaçlı eylemler saymaktadırlar. İşte yahudilerin burada kınanan tutumu da böyle idi. Onlar bu anlayışları yüzünden okuduğumuz ayete ve Peygamberimizin bu ayete ilişkin yorumuna göre Allah'a inanmamış, O'na ortak koşmuş, O'nun sadece tek ilaha kulluk etmelerini buyuran emrine ters düşmüş sayılmışlar, ayrıca Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ilah edinmekle suçlanmışlardır.
Dinin başta gelen anlamı "deynunet" yani boyun eğmek, teslim olmak ve uymaktır. Bu tutum da ibadet amaçlı eylemlerin sunuluşunda olduğu kadar yasalara uymada da ortaya çıkar, somutluk kazanır. Bu mesele yüce Allah'dan başkalarının koyduğu yasalara uyanların sergiledikleri pişkinlikle ve cıvıklıkla bağdaşmayacak derecede ciddidir. Böyle kimselerin sırf yüce Allah'ın ilahlığına inanıyorlar ve ibadetlerini sırf yüce Allah'a sunuyorlar diye kendilerini yüce Allah'a inanmış, müslümanlar saymaları en hafif deyimi ile kaba bir vurdumduymazlık, bir kaypaklık örneğidir. Yüce Allah'dan kaynaklanmayan yasaların egemen olduğu toplumlarda yaşayanlar eğer bu ortak suçun sorumluluğundan gerçekten kurtulmak istiyorlarsa, yüce Allah'ın otoritesine yönelik bu küstahlıkları onaylamadıklarını kesinlikle kanıtlayacak, protesto nitelikli bir tavır ortaya koymalıdırlar.
Bu cıvıklık, bu kaypaklık yaşadığımız tarih döneminde bu dinin karşılaştığı en büyük tehlikedir. Düşmanların bu dine yönelttikleri en öldürücü silah budur. Dinimizin bu düşmanları, yüce Allah'ın müşriklikle, gerçek dini din edinmemekle ve "Allah'ı bir yana bırakarak başka ilahlar edinmekle" suçladığı rejimlerin ve insanların günümüzdeki benzerlerine, zamanımızdaki izdaşlarına "islâm" yaftasını yakıştırmak için can atıyorlar. Madem ki, bu dinin düşmanları bu tür rejimlere ve kişilere islâm yaftası yakıştırmaya bu denli özen gösteriyorlar, o halde bu tür yanıltıcı yaftaları yere düşürmek, bu tür maskeleri indirerek arkalarında gizlenen müşrikliği, kâfirliği ve yüce Allah dışında ilah edinme sapıklığını gözler önüne sermek de bu dinin taraftarlarının görevidir. Bu konudaki sözlerimizi incelediğimiz ayetin ikinci cümlesini bir kere daha okuyarak bağlayalım:
"Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti." .”
Mevdudi (r.a) de Tefhimul Kur-an Tefsirinde konuyu şu şekilde izah etmiştir;
“ "...Hahamlar (alimler) ve rahiplerini Rabb'ler edindiler...": Bu kısmın gerçek manasını, bizzat Hz. Peygamber (s.a) kendisi açıkladı. Daha önceleri bir Hıristiyan olan Adiy b. Hatim, İslam'ı kavrayıp anlamak niyetiyle geldiği zaman, taşıdığı şüpheleri gidermek için Hz. Peygamber'e (s.a) birkaç soru sordu. Bu sorulardan biri şu idi: "Bu ayet bizi, alimlerimizi ve rahiplerimizi Rabler edinmekle suçluyor. Bunun gerçek manası nedir? Zira biz onları kendimize Rabler edinmeyiz" dedi. Hz. Peygamber (s.a) cevaben, ona karşı bir soru yönelttiler: "Siz onların gayrı meşru (haram) ilan ettiklerini gayri meşru, onların meşru (helal) kabul ettiklerini meşru sayıp öylece kabul etmiyor muydunuz?" Adiy, "Evet böyledir" diye tasdik etti. Hz. Peygamber (s.a), "İşte bu sizin onları kendinize rabler edinmenizdir" buyurdu. Dolayısıyla bu hadis-i şerif, Allah'ın kitabına yetki tanımaksızın helal ve haramın sınırlarını belirleme yetkisini kendisinde görenlerin nefislerini ilah ve rabb ittihaz ettiklerini ve onlara kanun koyma yetkisi tanıyanların da onları rabbler edindiklerini göstermiş olmaktır.
Onların, a) Allah'a oğullar isnad etmek, b) Kanunları yapma yetkisini Allah'tan başka kimselere vermekle itham edildiklerine ayrıca dikkat edilmesi gerekir. Bu iki husus Allah'ın varlığına inansalar bile, onların O'na inandıklarına dair iddialarının inandırıcı olmadığını ispat eder. Allah hakkındaki böyle yanlış bir kavrayış, mensuplarının Allah'a olan inançlarını anlamsız kılar.”
- .......?
- Ey müridler ve aidiyet sahipleri sizler şirkin ve kafirliğin ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini hiç bilmiyorsunuz ve kendinizden o kadar eminsiniz ki, şirklik ve kafirlik konusunda hiçbir korku ve endişeniz de yok. Şirkle birlikte içiçe, kardeş kardeş yaşanabileceğini ve yine de müslüman olunabileceğini sanıyorsunuz. Halbuki Kur’anda Allah (c.c) şirklikle kafirliği birbirinden hiç de ayırmamakta ve ikisinin de insanı İslam dininden çıkardığını beyan etmektedir. Bu kadar açık bir tehdide rağmen, sizler o kadar kayıtsız ve vurdumduymaz davranıyorsunuz ki, şirkliği ve kafirliği kendinize hiç yakıştıramıyorsunuz, sanki yanılmaz, şaşmaz insanlarsınız. İnsan sadece diliyle ‘ben Allaha şirk koşmuyorum’ diyerek müşriklikten veya kafirlikten kurtulabilir mi?. Yoksa siz, sadece gösteriş için namaz kılmayı mı şirk sayıyorsunuz?. Halbuki zamanımızda bilmemiz gereken o kadar çok şirk çeşidi var ki, yaptığımız ve inandığımız birçok şeyde kesinlikle şirk vardır. Bunu da ancak, kendimizin de bilmeden bir kafir veya müşrik olabileceğimizi düşünerek araştırmamız, öğrenmemiz gerekiyor. Ancak o zaman doğru yolu, hidayeti bulabiliriz ve müslümanların vahdetini Kur’an çerçevesinde Allahın ipine sımsıkı sarılarak gerçekleştirebiliriz. Yoksa şu ayetlerin hükmünden kurtulamayız.
“Derken dinlerini aralarında parça parça böldüler. Her grup kendisininkine güveniyor.” Mü’minun suresi:53
“Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir.” En’am suresi:159
“Ayrıca Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Ve birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” Enfal suresi:46
- .....?. Aracılar da Allah diyor ama!
- Aracının Allah demesi, Allahı temsil ediyor görünmesi (haşa) sizi aldatmasın. Çünkü, keklik keklikle avlanır misali, sizi de Allah ile avlıyorlar. Aynen şu ayetlerde olduğu gibi;
“Ey insanlar! Haberiniz olsun ki, Allah'ın vaadi muhakkak haktır. Sakın bu dünya hayatı sizi aldatmasın, sakın o aldatıcılar da sizi Allah ile aldatmasın.” Fatır Suresi:5
“İyi bil ki, halis din ancak Allah'ındır. O'ndan başka birtakım dostlar tutanlar da şöyle demektedirler: "Biz onlara sadece bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." Şüphe yok ki Allah, onların aralarında ihtilaf edip durdukları şeyde hükmünü verecektir. Herhalde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz.” Zümer Suresi:3
- Peki aracısız biz dinimizi nasıl öğreneceğiz?. Peygamberimiz (sav) de dinini kendisi de bir aracı olan melek Cebrail (a.s)’dan öğrenmemiş mi?. Sahabeleri de dinini Peygamberimiz (sav)’den öğrenmemiş mi? Bak onlar da aracısız öğrenmemişler.
- Dikkatinizi çekerim, burada hem aracı, hem de elçi alemlerin Rabbi olan Allah(c.c) tarafından seçilip gönderilmişlerdir. Dolayısıyle, bunlar içlerinde hiçbir şüphe bulunmayan, doğdoğru aracılardır ve bunlara uyanlar asla hüsrana uğramazlar. Alemlerin rabbi olan Allah (c.c) tarafından seçilmiş bu aracılarla sizin kıytırık aracılarınızı nasıl bir tutabiliyorsunuz?.
Dinimizi öğrenebilmek için; Bizler öncelikle Kur’an merkezli, ilah, rab, din, ibadet ve şirk gibi konuları işleyen kitaplar okuyarak Kur’anı ve Peygamberimizin (sav) sahih sünnetini çok iyi anlayıp, tek bir grup ve tek bir cemaat içinde kalmayarak İslami konuda sözü olan herkesi dinleyeceğiz, özellikle zalimlere boyun eğmeyerek bu yolda büyük zulüm görmüş, şehid olmuş alimlerin kitaplarını okuyacağız, duyduklarımızı, okuduklarımızı da Kur’ana vuracağız, uyuyorsa alacağız, uymuyorsa atacağız ve böyle böyle ilmimizi, hikmetimizi ve dolayısıyle imanımızı ve hidayetimizi arttıracağız. Sizin yaptığınız gibi, hiçkimseye aşırı sevgi, saygı, hürmet, bağlılık ve itaat göstermeyeceğiz. Sizler bunda o kadar aşırıya kaçıyorsunuz ki, kendi özel hayatınızda bile birşey alıp satarken, evlenirken, kız alıp verirken, bir işe girerken, bir yere gidip gelirken, herşeyinizi, hatta o gün evde ne pişireceğinizi dahi hep şeyhinize soruyorsunuz ve tam bir itaatle onun her sözünü aynen uyguluyorsunuz. İşte bu bir rabb –bir anlamıyla çekip çeviren, idare eden, hüküm koyandır- edinme eylemidir ve Allah (c.c)’ın asla affetmeyeceği bir şirkdir.
Bu arada sizlere şunu da sormak istiyorum; Sizin aracılarınız, şeyhleriniz, şıhlarınız, hocaefendileriniz, liderleriniz, önderleriniz, abileriniz ölü mü Allah aşkına?. Müslümanların gördüğü baskılarda, zulümlerde, işkencelerde neden ortaya çıkıp da tek bir laf etmiyorlar, İslama aykırı uygulamalarda neden hiç itiraz etmiyorlar, bunlar hangi dini temsil ediyorlar?. Oturan boğa gibi öyle oturuyorlar, yiyip içip keyiflerine bakıyorlar. İslam adına hiçbir sıkıntıyı göze almıyorlar. Peki, Peygamber varisleri(!) böyle mi olmalı, Peygamberimiz ve sahabileri bu din için az mı sıkıntı çektiler?. Onların çektikleri acıları, zulümleri, işkenceleri bilmeyenimiz, duymayanımız yoktur. Onlar açlık, yokluk ve bütün bu sıkıntıları boşuna mı çektiler, o en seçkin ve en güzel insan olan Peygamberimizin (sav) ömrünün kırk gününe bir savaş boşuna mı düştü, Uhud savaşında boşuna mı yaralandı, O’nun ölümünden sonra sadece onbeş yıl içerisinde ta Çin’den İspanya’ya kadar dünyanın üçte biri boşuna mı müslümanların eline geçti, bütün bunlar kendiliğinden mi oldu, onların derdi neydi?. Peki, eğer münlümansak, bizim örneğimiz Peygamberimiz (sav) ve onun sahabeleri olması gerekmezmiydi?.
"Andolsun ki, Allah'ın elçisinde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah'ı çok anan kimseler için en güzel bir örnek vardır." Ahzab suresi:21
“Andolsun ki biz size açık açık bildiren âyetler, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan örnekler ve takvaya ulaşmış kimseler için öğütler indirdik.” Nur suresi:34
- Peygamberimiz (sav), ‘alimler benim varislerimdir’ dememiş mi?.
- Siz onun gerçekten alim olduğunu nereden biliyorsunuz ve sahip olduğunuz hangi ilme dayanarak onun alim olduğuna karar verebiliyorsunuz?. Hz. Peygamberimizin (sav) kıyamet alametleri ilgili hadislerinden birindeki şu sözüne rağmen, kendisine alim denen birine bu kadar güvenip bağlanabiliyorsunuz; “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektirki, İslamın yalnız ismi, Kur’anın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak. Onların alimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir.”
Askerî, Hz. Ali (r.a.)'den naklediyor: "Fakihler, dünyaya dalmadıkları ve sultana uymadıkları müddetçe peygamberlerin güvenilir (vâris)leridirler. Ancak bunu yaparlarsa o zaman onlardan sakının."
- ????????.
- Sizler umutsuz vakasınız vesselam!..
Aslında insanlar dini olmayan herhangibir konuda aracıları hiç sevmezler, hatta onlardan nefret ederler. Aracılar her zaman alıcı ile satıcı, veren ile alan aransında birer perdedirler ve komisyonlarını alırlar. Artık ne kadar komisyon alacakları ise onların insafına kalmıştır. Satıcı ve alıcı taraflar birbirlerini hiç tanımadıklarından ve biraraya gelmeleri de kolay kolay mümkün olmadığından aracıların ne kadar komisyon aldıklarını Allah’dan başka kimse bilemez. Böyle bir yapılanmada satıcı da alıcı da zarardadır. Çünkü, aracılar olmasa, satıcılar malını yüksek fiyata satabilecek, alıcı da daha ucuza alabilecek. Ama olmuyor, aracılardan bir türlü kurtulamıyorlar. Dini alanda da aracıların nasıl ve ne kadar komisyon aldıklarını Allah’dan başka kimse bilemez. Aracılık sistemi bütün dinlerde aşağı yukarı aynı, aynı vazifeyi yapıyor aslında. Vazifeleri ise; ilk olarak Allah ile kul arasına girerek hakkı perdelemek, insanların direk yaradanına ulaşmasına engel olmak ve bu şekilde insanların suyu (hakkı) tertemiz kaynağından alarak içmek yerine bulanık, kirli ve pahalı suyu içmelerini sağlamaktır. İkinci olarak da; Hristiyanlıkda rahiplere günah çıkararak ve cennetten arsa satarak, bizde ise tevbe alarak ve ahirette şefaat/yardım edeceğini vaadederek insanları kandırmaktır. Aracıların bu işteki komisyonu ise; hiç çalışmadan bol para, güç ve itibarla birlikte her istediğini elde edebilme hakkı ve çok rahat bir yaşamdır. Peki bu aracılar aracılık yetkilerini kimden ve nasıl alıyorlar, bu hakkı onlara kim veriyor?. Başkalarını kurtarmayı vaadedenler kendilerini bile kurtarabilecekler mi acaba?. Şimdi de Rasulullah (sav)’in sünnetine, ölçüsüne bir bakalım;
Peygamberimiz (sav) ölüm döşeğinde iken kızı Fatma (rah) annemize; “Kızım Fatma, sakın babam peygamber diye güvenme. Çünkü, ben bile bana nasıl muamele edeceklerini bilmiyorum.” Bir başka hadisinde ise; “Kızım babam peygamber diye güvenme. Senin için bir şey yapamam. Malımdan istersen veririm. Ama Allah’dan gelecek birşeyi senin üzerinden savamam. Onun için Allah’dan kork ve onu razı etmeye bak!.” Hadis. (Müslim)
Bu aracılık sisteminin bir başka sakıncası daha var. O sakınca da; Tek bir aracıyla binlerce insanı, birkaç tanesiyle de tüm toplumu kontrol edebilirsiniz. Eğer bir de aracılar karargahı düşman tarafından gizli veya açıktan ele geçirilmişse veya aracılar gerçekte kafir, münafık, yanlış ve sapık yoldalar ise o zaman tamamen yandığınızın resmidir. Hem bu dünyada, hem de öbür dünyada naneyi yediniz demektir. Sonuç olarak, böyle vahim durumlara düşmemek için öncelikle tüm aracıları aradan çıkaracağız, sonra da başkalarına bağlanmak yerine, elimizden geldiği kadar kendi çapımızda hepimiz birer şeyh veya mürşid olmaya çalışacağız, bunun başka çaresi yok. Hepimiz birer mürşid veya şeyh olamıyorsak bile hiç olmazsa başkalarına uyarak, itaat ederek şirk batağına düşmemiş oluruz. Allaha olan İbadetlerimizi yaptıktan sonra, Cenab-ı Allah’ın huzuruna günahımızla, sevabımızla ve şirke düşmemiş açık bir alınla, tertemiz bir yüzle çıkmış oluruz. Allah (c.c) da öteki günahlarımızı inşAllah bağışlar.
İslamı araştırma sürecinde nedense, bu aracılar takımına uymak bana hiç sevimli ve akıllıca gelmedi. Zira, ellerinde Allah (c.c)’dan aldıkları hiçbir açık delilleri, belgeleri ve diplomaları yok ki!. Yalnızca Peygamberlerin ve Nebilerin bu konuda bir delilleri var. Zaten Allah (c.c) da, ellerinde böyle delilleri olanlara uyulmasını emrediyor, başka zanlara uymayın, bilmediğiniz yollara düşmeyin, sonra helak olursunuz diyor. Bu demektir ki, sadece içinde haktan küçük bir parça olan ve Allah (c.c)’ın bildirmediği bütün yollar (tarik’ler), ....cu’lar, ....cı’lar, ....çi’ler batıldır ve bu yollara düşenler de helak olurlar.
Hz. Peygamberimiz (sav) : “Size sünnetimi ve hidayet üzere olan Hülefâ-i Râşidîn'in sünnetini hatırlatırım, bunlara uyun ve dört elle sarılın. Sonradan çıkarılan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Zira (sünnette bulunana zıt olarak) her yeni çıkarılan şey bir bid'attır, her bid'at de dalalettir, sapıklıktır." ve “Şüphesiz ki sözün en hayırlısı Allah’ın Kitabı, yolun en hayırlısı Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan uydurulanlarıdır ve her bid’at sapıklıktır.” Müslim
“.... Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir.” Haşr Suresi:7
“O gün yüzleri ateş içinde çevirilirken: "Ah keşke Allah'a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik!" derler.
Yine derler ki: "Ey Rabbimiz! Biz büyüklerimize ve önderlerimize itaat ettik de bizi yanlış yola götürdüler." Ahzab Suresi:66-67
“Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar.” İsra Suresi:36
Sözkonusu aracıların büyük zat olduklarını nereden anladıklarını müridlerine sorduğunuz zaman ise, mürşid edindikleri kimselerin kerametlerini ve müridlerinin sayısal çokluğunu da delil olarak gösterirler.
El cevap: Kerametler bir ölçü değildir. Çünkü, kerametler Allah (c.c)’dan da olabilir, mel’un şeytandan da olabilir. Kafir ve fasıklarda görülen harikulade, olağanüstü hallere/kerametlere ise dini literatürde istidrac denmektedir. Dolayısıyle, kerametleri anlatılan insanlar sadece müslümanlar değil ki. Allah (c.c)’ın kafir oldular dediği diğer din mensupları ile hindularda da keramet hikayeleri çok vardır, hem de müslümanlardan çok daha fazla. Ve bugün İslami sohbetlerde anlatılan keramet hikayelerinin, menkıbelerin büyük çoğunluğu da Hristiyanlardan ve Yahudilerden alınmadır. Hatta atalarımızın eski dini şamanizmde bile şamanlar için uydurulan birçok keramet hikayeleri varmış. Atalarımızın İslamla tanışmasından sonra zamanla bu hikayelerin tamamı unutulsa da, şamanizmden kalma birçok inanış terkedilmeyerek İslama dahil edilmiş, hurafe olduğu bilinmeden bugüne kadar getirilmiş ve halen de sürdürülmektedir. Sizin hak keramet sandığınız şey, ya istidrac ise, o zaman ne olacak?.
Aslında keramet, sihirbazların yaptığı gibi, uçuk-kaçık, olağanüstü şeyler göstermek değildir. Asıl keramet, Allah’ın hududlarına, helalına, haramına riayet etmek ve Allah’ın ve Peygamberinin emirlerine harfiyen uymak, yasakladığı şeylerden şiddetle kaçınmak ve bu uğurda başına gelebilecek her türlü sıkıntıya katlanarak taviz vermeden yaşamak ve ömrünü bu şekilde tamamlamaktır. Gerisi boştur, neticesi de fosstur, ateştir!..
Mucize kabilinden kerametlerden bahsetmek aslında çok da tehlikelidir. İnsanları kerametlerle iman etmeye zorlamak, onların dinin aslından uzaklaşmasına, hurafelere, bid’atlere düşmesine, inançlarında ve amellerinde samimiyetsizliklere, ibadetlerinde bazen aşırıya kaçmak, bazen de tamamen terketmek gibi tutarsız davranışlar sergilemesine, dolayısıyle ayaklarının kaymasına sebep olmaktadır. Belki de bu yüzden, yani müridlerin imanları böyle çürük bir yapıda oluştuğu için, Allaha olduğunu sandıkları imanlarını tazelemek için Allah’a hüküm koymada (mülkünde) ortak olan aracıları, yani şeyhlerini, mürşidlerini ve efendilerini zaman zaman huşu içinde ziyaret/tavaf etme, görme ve dinlemeye ihtiyaç duyuyorlar. Değilse bu işten soğuyorlar, zamanla terkediyorlar. Bazıları da, aracısını canlı olarak göremese de ibadet ederken, özellikle namazdaki secde halinde hayalini gözlerinin önüne getirerek bu şirk ihtiyaçlarını karşılıyorlar, işlediği günahlardan ve şeyhine –Allah’a değil- itaatsizliğinden dolayı kendi kendilerini cezalandırmak için de şeyhiyle rabıta (bağ) kurarak hayali olarak şeyhini altın bir koltuğa oturtup önüne diz çökerek kendini kırbaçlattırarak psikolojik olarak rahatlıyorlar. Ayrıca bu gruplar içinde, nefis terbiyesi yapacağım diye eşiyle ayrı yatanları, güzel karısını şeyhine hibe eden veya kaptıran kocaları, şeyhin dokunduğu vücuda ateş dokunmaz diyerek kendini şeyhe hediye edenleri, sayısı belli olmayan hanım anneleri üst katta oturup kral tv seyrederken sevap kazanacağım diye aç susuz, sevap tokluğuna şeyhin evinde hizmet eden, onların donlarını yıkayan kadınları, kızları, Allah rızası için verdiğini sanarak malını vakıflarına bağışlayanları, daha çok ibadet edeceğim diye ailesini terkedenleri, vs. etraftan neler duyuyoruz neler. Görünen o ki, aracıları ile, müridler ile, bu insanlar kendilerine göre bir din/hayat tarzı ve bir dünya kurmuşlar, oyalanıp gidiyorlar. Aslında onlara acıyorum, çok zavallılar. Çünkü, aracılarına o kadar bağlanmışlar ki, herhangibir sebeple aracısız kalsalar öyle ortada cascavlak, cıscıbıdıldak kalacaklar. Sırf bu sebepten, ‘Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’ diyerek Allah’dan (c.c) korkmadan Peygamberimiz (sav) adına hadis bile uydurabilmişlerdir.
Ayrıca, duyduğum kadarıyla bu işlerde çok büyük paralar dönüyormuş, esnaf olan müridler aylık vergisini, çiftçi olan mahsulünü daha tarladayken ve hatta pazarda maydonoz satan gariban mürid bile ayda otuz-kırk YTL vermekle yükümlü kılınmışlar. Ve şeyhler müridlerini kendilerine bağlı cinlerini kullanarak kontrol ediyorlarmış. Müridler de görünmeyen cinler yüzünden karşılaştıkları garip olayları şeyhlerinin kerametine ve büyüklüğüne bağlıyorlarmış. Anlayacağınız, işin içinde hile var yani.
İşte bütün bunlar ilahlaştırma, rab edinme ve Allaha şirk koşma yolları olup, böyle sapık ve garip şeyler de insanlara din diye yutturuluyor. Bütün bunları duyan ve henüz paçasını kaptırmayan mantık sahibi öteki insanlar da dinin aslının böyle olduğunu sanarak korkuyor ve dinden uzak duruyorlar. Çok iyi hatırlıyorum; benim eşim de ilk ibadete başladığım sıralarda benim de böyle olacağımı sanarak çok korkmuştu, hatta bu yüzden beni aile büyüklerine bile şikayet etmiş ve benim için bizim evde toplanmışlardı. Ancak, eşim daha sonraları benim onlar gibi olmadığımı ve onlara da çok karşı olduğumu gördükçe rahatlamıştı.
Halbuki güzel örneğimiz Peygamberimiz (sav) ve sahabeleri hiç böyle yollara tevessül etmemişler, Allah’ın emrine istinaden insanlara Kur’an’la öğüt vermişler, dini tebliğ etmişler ve yaşayarak örnek olmuşlardır. Ve kendilerinin kutsanarak ziyaret edilmesine şiddetle karşı çıkmışlardır.
“Biz onların söylediklerini daha iyi biliriz. Sen onlara karşı zor kullanacak değilsin. O halde sen, benim tehdidimden korkanlara bu Kur'ân ile öğüt ver.” Kaf Suresi:45
“Bu Kur'ân, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara gönderilmiş bir tebliğdir.” İbrahim Suresi:52
“Sana indirdiğimiz ve onlara okunmakta olan bu kitap, kendilerine yetmedi mi? Bunda iman edecek bir kavim için elbette bir rahmet ve öğüt vardır.” Ankebut Suresi:51
Şimdi de gelelim müridlerin çokluğu meselesine. Doğru yolu bulmada sayısal çokluğun hiç önemi yoktur ve sayısal çokluk doğruluğun delili değildir. Eğer öyle olsaydı, Hristiyanlar sayıca bizden fazla olduğuna göre onların gittiği yolun daha doğru olması gerekmezmiydi?. Ama değil işte!. Bu örnekler çoğaltılabilir. Sizin müridlerinizin, cemaatinizin sayısından binlerce kat fazlası olan yollar, akımlar, dinler, felsefeler vardır dünyada. Bu geçmişte de vardı, şimdi de var ve gelecekte de olacak. Tabi bütün bunlar onların doğru yolda olduğunu göstermez. Bazı müridler de, isminin önü kalabalık akıllı(!?) insanları, devlet büyüklerini öne sürerler, onlar da bizden derler. Eğer bütün mesele ünvansa, öteki dinlerde, yollarda da isminin önü çok daha kalabalık insanlar var. Hem de onlarınki bizimkiler gibi hormonlu da değildir, o ünvanları bileklerinin hakkıyla almışlardır. Peki, buna rağmen onların daha doğru yolda olduğunu söyleyebiliyormuyuz?. Hayır!. Sonra, ben şunu da gördüm ki; insanlar hangi ortamda yetişmişlerse profesör de olsalar o ortamdan kendilerini soyutlayamıyorlar, kabuklarını kırıp dışarı çıkamıyorlar ve dolayısıyle özgür ve bağımsız düşünemiyorlar. Mesela tasavvuf çevresinde yetişmiş ve dini sahada profesör olmuş bir zat bile Kur’anı ve Peygamberimizin (sav) sahih sünnetini baz alarak tasavvuf felsefesinde İslama göre yanlış olan birçok şeyi reddedemiyor ve terkedemiyor. Belki menfaatini, geleceğini düşünüyor, belki hala İslamın özünü anlayamamış oluyor. Kolay değil tabi. Allah hidayet etmeyince olmuyor, ne yaparsan yap, ne olursan ol!. İnsanları gözünüzde çok fazla büyütmemeniz lazım. Netekim, ölümlüdür, acizdir, zavallıdır.
“Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan çoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” A’raf suresi:179
Bir Avrupalı düşünür, bir İslam alimine; ‘Siz niye böyle oldunuz, biz niye böyle olduk?’ diye sormuş. İslam alimi de iki kelimeyle demiş ki; ‘Terkettik, terkettiniz.’ Yani, biz ilimi, bilimi, okumayı, öğrenmeyi emreden dinimizi terkettik ve geriledik, siz de bütün bunlara engel olan dininizi kiliselere hapsederek terkettiniz ve ilerlediniz.’
Tabi buna ilerlemek denirse. Teknolojik ve bilimsel ilerlemeyle birlikte insanların yalnızlığı, mutsuzluğu ve huzursuzluğu da o oranda artmıştır. İnsanlar maddi olarak çok şey kazanmışlar fakat, manevi olarak da çok şey kaybetmişlerdir. Adeta herşeyin varlık sebebi olan insanlığını kaybederek yaşayan bir ölü haline gelmiştir. Peki, insan en değerli varlığı olan insanlığını kaybettikten sonra bu işten kim ne kazanmıştır?. Ben insanlığın bugünkü durumunu, son teknolojiyle donatılmış süper lüks bir tabutun içerisinde mezarlığa doğru götürülen bir ölüye benzetiyorum. Tabi düşünürseniz bir ölü için tabutun nasıl olduğu hiç önemli değildir. İsterlerse tabutsuz götürsünler. Peki insanlık nasıl ve neden bu hale geldi?. İslam alimi Mustafa İslamoğlu’nun da değiği gibi; ‘Bizimki ilimsiz iman, onlarınki ise imansız ilim’. Yani, bizler müslüman olarak dinimiz tarafından ilim öğrenilmesi emredilmesine rağmen ilimsiz olarak, bilmeden, anadan doğma, ana-babadan kalma taklidi ve babadan oğula bölüne bölüne azalıp yok olan veya emek verilmeden sahip olunan ve kolayca elden çıkabilen bir mal gibi iman ettik ve bu hale, bu rezil duruma düştük. Gayri müslimler de tam tersini yaparak, imanı terkedip sadece bilimsel ilerlemeyi ön plana alarak bu hale geldiler. Bugünkü gelinen sonuç itibariyle insanlığın durumuna bakacak olursak, omurgasız bir gemi nasıl iyi bir gemi olamazsa, içinde ilim olmayan zayıf ve cılız bir imanın da, imansız bir ilmin de sonu insanlık için felaket olmuştur. İlahi terazide kaybetmiş ve rezil durumdaki bu iki kesim arasında bir kıyaslama yapacak olursak da, imansız ilimciler, ilimsiz imanlılara göre bir sıfır önde görülüyor. İmansızlar daha çok çalışmakla, üretmekle, daha çok yemekle ve bunun için ilimsizleri kontrol etmek ve sömürmekle meşgulken, ilimsizler içerisindeki özellikle bazı uyanıklar da herşeyiyle çalınan ve sömürülen kendi ülkesinin içinde hırsla daha çok tüketme, daha iyisine sahip olma, daha güzel olma, daha zayıf görünme, daha çok mal biriktirme ve uçkurunun derdine düşmüş gidiyorlar. Netice itibariyle her iki kesimde cehennemin dibine doğru toptan yuvarlanıp gidiyorlar. Zalimler için yaşasın cehennem!.
Müslümanların İlgi Alanları ve Sohbet Konuları
İslamla tanışalı üç sene oldu ve bu süre zarfında özellikle kendilerini iyi müslüman zanneden, öteki insanların da onları öyle sandığı, daha çok şehirde yaşayan insanların rağbet ettiği tarikat ve cemaat mensubu müslümanları(!) gözlemliyorum. Ne yapıyorlar, ne ediyorlar, ne konuşuyorlar diye. Maalesef üzülerek söylüyorum ki, bunda da hayal kırıklığına uğradım. Zira, sanki Kur’andaki 6236 ayet onlara yetmemiş gibi, konuştukları konuların ortak özelliği, Kur’anda anlatılan çok önemli konulardan ya hiç bahsedilmemiş olması, ya da çok az, belli belirsiz şekilde değinilmiş olması. Halbuki, bizler müslüman olarak Allah (c.c)’ın Kur’an’da hangi konuya ne kadar değer vermişse, 6236 ayet içinde ne kadar bahsetmişse, o kadar değer vermek ve verilen o değer ölçüsünde konuları konuşmak, tartışmak ve değerli mesaimizi harcamakla mükellef değilmiyiz?. Allahın çokça bahsettiği, üzerinde ısrarla durduğu ana konular dururken, Allahın hiç bildirmediği veya üzerinde çok az konuşulmasını ve düşünülmesini istediği tali konular üzerinde bu kadar durmak ne kadar akıllıca bir davranış?. Şeytanın teferruatla ilgili telkinleriyle oyalanıp, asıl okumamız, konuşmamız ve anlamamız gereken çok önemli konuları atlamış, kısacık ömrümüzü boş ve faydasız şeylerle harcamış, dolayısıyle hüsrana uğrayanlardan olmuş olmazmıyız maazAllah?. Biliyorsunuz şeytan teferruatta gizlidir. Tabiidir ki, benim bu sözlerim, insanları böyle boş ve faydasız şeylerle oyalayarak bu işten ekmek yiyen baronları kızdıracaktır. Çünkü, adamlar kendilerine göre öyle bir dünya kurmuşlar ki; İslam’da aslı astarı olmayan, ya da çok az bahsedilen konulardan uzun uzadıya ballandıra ballandıra, hatta canını çıkarırcasına bahsederek insanları onlarla korkutuyorlar ve iktidarlarını öttürüyorlar, keyifle tüttürüyorlar ve çalışmadan bir eli yağda bir eli de balda tatlı tatlı yaşayıp gidiyorlar. Şimdi hatırladığım, yaşadığım bir olayı size anlatmak istiyorum. Bir zaman bir arkadaşın yakınının cenazesine gitmiştim. Cenazeyi mezara defnettikten sonra mezar başında dua etme faslına geçilmişti. Sözü dinlenen bir zat olduğunu sonradan öğrendiğim birisi sazı (sözü) eline bir aldı pir aldı. Aman yarabbi, adam tam bir saate yakın çoğu arapça olmak üzere bir sürü dua etti. Ben adama çok yakındım ve o dua ederken adamın yüzüne bakıyordum ve onu inceliyordum. Ve şunu farkettim ki; dua uzadıkça, insanlar anlamadığı duadan sıkılmaya başladıkça adamın yüzündeki mutluluk artıyor, keyiflendikçe keyifleniyor ve duayı uzattıkça uzatıyor, genişlettikçe genişleştiriyordu. Dua bu, sonu yok ki, isteyen istediği kadar uzatabilir. Bu vesileyle tanımış olduğum bu adamı toplum içinde birkaç defa allame gibi mağrur, mağrur yürürken gördüm. Sanki, küçük dağları ve tepeleri kendisi yaratmış mübarek (haşa) !..
Evet şimdi de müslümanların kahir çoğunluğunun genel olarak ilgilendikleri konulara bir bir bakalım. Düşünün ve haklı olup olmadığıma siz karar verin!.
1- Kurallar, illa da Kurallar Dini;
Daha önce, müslümanların dinlerinin ilahi kitabı olan Kur’anı-ı Kerimi hiç bilmediklerini, din adamlarının(?) dahi bilmediğini, dolayısıyle kendisine iyi müslümanım diyenlerin bile İslamı Kur’ana göre yaşamadıklarını, dini sadece namaz, oruç, zekat, hac vs gibi temel ibadetleri yapmak olarak algıladıklarını ve bütün dertlerinin bu ibadetlerle ilgili kuralları öğrenmek olduğunu, adeta bu kurallar içinde nasıl boğulduklarını, İslamın, ibadetin ve ibadetlerin özünü hiç anlamadıklarını, hak mezheplerin uygulamaları ve islamı anlayışları insanların karşılaştıkları yeni sorunlara çözüm olması açısından bir zenginlik olarak algılanması gerekirken, mezheplerin ayrı birer dinmiş yada İslamın şartlarından biriymiş gibi kabul edilerek nasıl ayrılık, gayrılık ve düşmanlık meydana getirildiğini söylemiştik. Halbuki İmam-ı Azam Ebu Hanife(ra)’ın şu sözleri ne kadar ibret vericidir;
"Nereden aldığımızı bilmedikçe, hiç kimseye bizim görüşümüz ile amel etmek helâl olmaz."
"Dayandığım delili bilmeden benim görüşüm ile fetva vermek haramdır. Çünkü, biz birer insanız. Bugün bir söz söyleriz, yarın ise ondan vazgeçeriz."
"Ey Yâkûb! (Ebû Yusuf), Benden her duyduğunu yazma. Çünkü ben bugün bir görüşü benimseyip, yarın onu terk edebilirim. Yarın bir görüş sahibi olurum, öbür gün ise onu da terk edebilirim."
"Allah'ın Kitabına ve Resûlu'nün Sünnetine ters düşen bir söz söylediğim zaman benim görüşümü terk edin."
Ne kadar kuralcı bir toplum olduğumuzu, yazılı ve görsel basında çıkan dini sohbetlerde bile insanların sorduğu soruların genel durumuna baktığınız zaman, bunların tamamının dinin kuralları/ilmihal ile ilgili olduğunu ve insanların adeta ayrıntılar içinde nasıl boğulduklarını görebiliyorsunuz. Nedense hiçkimse tevhid nedir, iman nedir, şirk nedir, rabb nedir, ilah nedir, din nedir, ibadet nedir diye sormuyor. Halbuki, asıl sorulması gereken temel sorular bunlardır, ibadet kuralları değildir. Çünkü bu kavramların gerçek anlamını hiç kimse bilmiyor, sağdan soldan duyduklarını yeterli görüyor ve araştırma gereği duymuyor. Kendine müslümanım diyen veya müslüman olmak isteyen bir insanın öncelikle bu kavramların anlamlarını iyice öğrenmesi, daha sonra da eğer işine geliyorsa, aklına yatıyorsa inanıp iman ettikten sonra dinin kurallarını, teferruatlarını öğrenmeye geçmesi gerekmez mi, mantıklı olan da bu değil mi? Böyle dini kurallarla ilgili sorulara muhatap olmaktan esasen ben de bıktım. Müslüman olmak, ihaleye girmek demektir. Adam bir ihaleye giriyor ama, patronunu bilmeden, tanımadan, ne iş yapacağını sormadan, onun için karlı mı kazançlı mı olduğunu iyice düşünmeden ihalenin şartlarını, kurallarını sormaya başlıyor. Böyle olunca da hep zarar ediyor ve zarar ediyoruz. Çünkü, ne iş yaptığımızı, taşıdığımız yükün ağırlığını, sorumluluğunu ve neyi temsil ettiğimizi bilmiyoruz. Kişinin sorusuna bak, seviyesini anla!.
“Rabblerini tanımayanların durumu tıpkı fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İşte asıl uzak sapıklık budur.” İbrahim Suresi:18
Herkes gibi ben de eskiden dini; Sadece ibadetlerin nasıl yapılacağını anlatan bir kurallar bütünü olarak algılıyordum. O yüzden bana çok kuru, tatsız, tutsuz, sevimsiz ve çok sıkıcı geliyordu. Sonra bu işin aslının böyle olmayabileceğini düşünerek araştırmaya koyuldum ve gördüm ki, kurallar o kadar da önemli değil, asıl önemli olan imandır. Çünkü, neye, neden ve nasıl iman ettiğini bilmedikten sonra bütün ibadet kurallarını; abdesti, namazı, orucu bozan şeyleri en ince ayrıntısına kadar bilsen n’olacak, bilmesen n’olacak!. İmanın bozulduktan sonra abdestin, namazın, orucun ne önemi var ki? Sen zaten ta başından kaybetmişsin arkadaş!..
“Allahı tanımakla az bir amel fayda verir, Allahı tanımamakla çok amel de fayda vermez” (Hadis).
Aslında, kuralların o kadar önemli olmadığı mezheplerden de anlaşılabilir. Dört hak mezhebin de ibadetler konusundaki uygulamaları farklı farklı olmasına rağmen Allah hepsinin de amellerini kabul ediyor. Bu da gösteriyor ki; asıl önemli olan nasıl yaptığın değil, neden yaptığındır. Neden yaptığını anlayabilmek için de bu işi, yani İslamı kendine dert edinmen gerekiyor. Hem de dünyadaki herşeyden daha çok. Bu geçici dünya yaşamında alacağından, satacağından, kazanacağından, yiyeceğinden, giyeceğinden, tuttuğun takımdan, çocuğundan ve bu dünyadaki geleceğini düşünmekten çok daha fazla olarak maksimum düzeyde bu olayı dert etmek, işin aslını doğru öğrenebilmek için deli danalar ve etekleri tutuşmuş gibi koşturmak, kapı kapı dolaşmak, harıl harıl kitap okumak ve sadece bir ayeti bile doğru anlayabilmek için gerekirse fizana kadar gidilmesi gerekiyor. Başka türlü, doğru yolu bulabilmek ve kurtulanlardan olabilmek asla mümkün değildir.
"Hıristiyanlar alim oldukça, Müslümanlar cahil oldukça dinlerinden uzaklaşırlar." (Charles Mismar)
“Tanrı anlayışı çarpık bir toplumun devleti de, hükümeti de, kanunları da çarpık olur” Hegel.
Peki, böyle kuralcı bir mantık müslümanlarda nasıl ve neden oluştu?. Bu, belki insanların tembelliğinden, kolaycılığından, uyuşukluğundan, belki alimlerin, din adamlarının uyanıklığından, halkın kendi durumlarını sorgulamasını istemediğinden, belki de zalim yöneticilerin baskısıyla bu yola gidildi. Ama netice olarak bu hale gelindi. Kim veya kimler istediyse kesin olarak başardığı görülüyor. Sırf bu kara kuru cahilliği yüzünden yüzyıllardır müslümanların başına gelmedik zillet, neredeyse tatmadığı acı, musibet ve aşağılık kompleksi kalmadı. Zamanımızda da daha açık ve acımasız olarak, geçmişin intikamını alırcasına müslümanlar gayri müslimler tarafından istenildiği zaman sömürülüyorlar, istenildiği zaman ülkeleri işgal edilerek, her türlü tecavüz, işkence ve toplu katliamlara maruz kalıyorlar. Ben iddia ediyorum ki, eğer bugün müslümanlar gerçekten müslüman olsalardı ve İslamı Peygamberimiz (sav) ve O’nun sahabeleri gibi, hatta onların yarısı kadar doğru anlasalar ve yaşasalardı; Müslümana zayıflık asla yakışmaz ama, yine de müslümanların en zayıf, gayri müslimlerin de en süper güçlü oldukları anlarda bile hiçbir zorba ülke müslümanlardan izin almadıkça ne müslümanlara, ne de mazlum başka hiçbir ülkeye saldırmaya cesaret edemezlerdi. İnsanlığın ve mazlumların dünyada başına her ne geliyorsa, hep müslümanların cahilliğinden, dinlerini, imanlarını doğru bilmediklerinden ve üzerlerine aldıkları ağır sorumluluğun idrakinde olmadıklarındandır. Müslümanlar aslına bir dönsün, gör bakalım o zaman savaş nasıl kızışacak!..
“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten iman etmişseniz, muhakkak üstün olan sizsinizdir.” Al-i İmran:139
“O öyle bir Allah'dır ki, Resulünü hidayetle ve hak dinle bütün dinlere üstün kılmak için göndermiştir. Müşrikler hoşlanmasalar da.” Tevbe:33
2- Mehdi ve Mesih Dini;
Özellikle son zamanlarda, belli merkezlerin bilinçli olarak sürekli gündemde tutmasıyla, pasif insanların gönlünde bir umut olarak bir mehdinin veya mesih İsa (as)’nın tekrar gelmesi dört gözle beklenmeye başlanmıştır. Ha geldi, gelecek!. Tabi bu beklenti yeni değil, eskiden beri vardı. İnsanlık varolalı beri başları her çok sıkıştığında insanlar hep bir kurtarıcı beklentisi içine girmişler. Bugün de dünyada meydana gelen üzücü olaylar yüzünden insanların ilahi güçlerle donatılmış bir kurtarıcı –mehdi,mesih- beklemeye başladıklarını görüyoruz. Bu üzücü olaylara asıl sebebiyet veren şeytan ve şeytan dostları da bu beklentiye doğru körük çekerek insanları bir kurtarıcı geleceği konusunda avutmaya, teselli etmeye çalışıyorlar. Demek istedikleri aslında; ‘Sakın kendi kendinize birşeyler yapmaya kalkışmayın ha, siz sadece gelmeyecek olan kurtarıcıyı bekleyin durun ve biz bu arada işimize bakalım, sizin yuvanızı yapalım (ocağınızı söndürelim)!’. Bekleyin ve sabredin bakalım, babanız mama getirecek!.
Kurtarıcı bekleyenlere derim ki; boşuna beklemeyin o kurtarıcılar gelmeyecek. Neden gelmeyecek?. İki sebepten gelmeyecek. Birincisi; İçinde hiçbirşey eksik bırakılmamış olan temel kaynağımız Kur’an’da ne Mehdi’nin, ne de Mesih İsa(as)’nın tekrar geleceği yönünde en ufak bir işaret yok. Peygamberimizin (sav)’in bu yönde hadisleri var ama, bunların daha sonra uydurulup uydurulmadığı hiç belli değil. Bir hadisinde: ‘Bendendir diye size bir söz geldiğinde Kur’ana vurunuz, uyuyorsa alınız, uymuyorsa atınız’. buyuruyor. Bu sahih hadisini işlettiğimizde ise, Mehdi ve Mesih’le ilgili hadislerin sonradan uydurma veya tamamen şüpheli olduğu ortaya çıkıyor. Bugüne kadar hiç bozulmamış olan Kur’an dururken, şüpheli hadislerle amel etmek hiç doğru değil, öyle değil mi?. Bu konuda bilir bilmez ağzı olan herkes konuşuyor. Kimisi cahilliğinden, kimisi menfaatinden ve kimisi de kötü niyetliliğinden dolayı konuşuyor. Bu öyle ballı kaymaklı, tatlı bir konu ki; ister müslim olsun, isterse gayri müslim olsun bu işten nemalanmayacak kimse yoktur. Hele ekmeğini dinden kazananlar için bulunmaz bir nimet. Siz okumayın, araştırmayın, sorgulamayın, sadece bekleyin, o gelecek ve sizi kurtaracak!.. Bekleyin gelecek, gelecek!..
“Allah, kuluna kâfi değil midir? Durmuşlar da seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Her kimi ki Allah şaşırtırsa, artık ona hidayet edecek yoktur.” Zümer Suresi:36
“İnsanlar onlara: "Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun." dediklerinde, bu, onların imanını artırdı ve şöyle dediler: "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir". Al-i İmran:173
“Allah sizin düşmanlarınızı çok iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter. Ve yardımcı olarak da Allah yeter.” Nisa Suresi:45
İkinci sebep de; Hidayet üzere olacak olan bu kurtarıcılar –mehdi yada mesih- gelse bile yeni bir kitapla mı gelecek, insanların önüne yine Kur’anı sürecek, Kur’anla hükmedecek ve insanların Kur’an’a uymalarını isteyecekler. Peki, Kur’an hala inmedi mi, öteki kitaplar gibi bozuldu mu, insanlar evrimleşti de onların ihtiyaçlarına cevap mı vermiyor artık ve en önemlisi Kur’ana, ilahi kitaplara ve peygamberlere uymak herzaman olduğu gibi, müslüman(!) da olsa insanların bu defa işine gelecek mi?. İlahi emirlere uyulmasını istediği için öldürülmeye teşebbüs edilen Hz. İsa(as) tekrar dünyaya gelse bile başına yine aynı şeyler gelmeyecek mi ve mehdi de gelse onun akibeti de Hz. İsa(as) gibi olmayacak mı?. Olacak. Çünkü, kullandığı aletler dışında insanoğlu özünde hiç değişmediğine göre, ilahi emirlere uymak onlara yine ağır gelecek ve kendilerine o emirleri dayatanlara da düşman olacaktır. En fazla düşmanlığı da kendine iyi müslümanım veya iyi Hristiyanım diyenler yapacaktır. Zira, Hz. İsa(as) veya Mehdi geldiği zaman insanların itaat ederek, boyun eğerek, peşinden giderek, şefaat umarak rableştirdiği ölü-diri ve bu işten maddi veya manevi olarak tatmin olan bütün sahte ilahları, ruhbanları, şeyhleri, şıhları, hocaefendileri ve bilumum din adamlarının topunu reddedecektir, onların en büyük düşmanı olacaktır. Düşmanlık düşmanlığı doğurduğu gibi, bu ilahi kurtarıcılara düşman olacak olan o sahte ilahlar/rabler ve onların sadık kulları selefleri gibi ‘Sen ne dersen de, biz babalarımızın, atalarımızın dinine uyarız’ diyerek bu seçkin insanları yıpratmaya ve en sonunda da öldürmeye teşebbüs edeceklerdir. Hatta iddia ediyorum ki, bugün Peygamberimiz Hz.Muhammed (sav) bile dünyaya tekrar gelse başına yine aynı şeyler gelecek ve en büyük düşmanlığı da onun yolunda olduğunu söyleyen, dini onun anladığı gibi anlamayan, onun yaşadığı gibi yaşamayan, dine sonradan kattığı uydurmalarla/hurafelerle dindar olduğunu sanan geleneksel ve atalar dinine mensup müslümanlardan görecektir. Burada, Hz. Ali (ra) efendimizin şöyle bir tabirini bu insanlar için de rahatlıkla kullanabiliriz;
“Bunlar da din elbisesi giyiyorlar, ama ters çevirerek giyiyorlar.”
Hz. İsa (as)’nın tekrar dünyaya gelişiyle ilgili olarak çok önemli bulduğum bir hususu daha sizlerle paylaşmak istiyorum. O da; Kur’anı okurken, araştırırken ve anlamaya çalışırken, Kur’anın mealini, tefsirini yapan alimlerin düştükleri korkunç bir hatayı farkettim. Böyle bir hatayı ağız birliği etmişçesine nasıl yapabiliyorlar, bu kadar basit bir şeyi bugüne kadar nasıl görememişler hayret ediyorum. Herhangibir iddiası olmayan ben bile bunu farkedebildiğime göre onlar nasıl farkedememişler, görememişler, hayret! Bu ilginç durumu; Büyüklerin göremediği bir şeyi, bir ayrıntıyı veya gelmekte olan bir tehlikeyi, felaketi kendisinden hiç umulmayan küçücük bir çocuğun görmesine veya farketmesine de benzetebilirsiniz. Bu da öyle bir şey herhalde...
Korkunç bir hata ile meal ve tefsiri yanlış yapılan, bu yüzden bizleri Hristiyanların bozuk inancına toptan yaklaştıran, onlar gibi düşünmemize ve onlar gibi sapık beklentiler içerisine girmemize sebep olan, (bu konuda herhangibir yorumda bulunmayanlar hariç) genel olarak alimlerin yanlış anladıkları ve yanlış yorumladıkları Zuhruf Suresinin sözkonusu ayet yada ayetleri ise şunlardır;
“59- İsa, ancak kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.
60- Eğer biz dileseydik, sizden yeryüzünde yerinize geçecek melekler yaratırdık.
61- Gerçekten o, (İsa'nın yere inişi) kıyametin yaklaştığını gösteren bir bilgidir. Sakın kıyamet hakkında şüpheye düşmeyip, bana uyun, bu doğru yoldur.
62- Sakın şeytan sizi doğru yoldan alıkoymasın. Gerçekten o sizin için apaçık bir düşmandır.” Zuhruf Suresi.
Allah aşkına söylermisiniz, yukarıdaki ayetlere sırasıyla iyi bakın ve 61. ayette belirtilen kıyametin yaklaşması bilgisinin Hz. İsa (as) ile veya O’nun tekrar yeryüzüne gelişiyle, inişiyle(!) ne alakası var?. Görünen o ki, bizler Hristiyanların bozuk ve sapık inançlarını ne kadar reddedersek edelim, onların israiliyatından, sonradan uydurmalarından ve üfürmelerinden bir türlü etkilenmeden edemiyoruz, ‘kelin ilacı olsa kendi başına sürerdi’ demeden, çok ihtiyacımız varmış gibi, kıyısından, köşesinden muhakkak bir şeyler kapıyoruz. Aslında alimlerimiz yukarıdaki ayetlerde zor olanı değil de kolay olanı tercih ederek iki önceki ayet olan 59. Ayete gitmek yerine, bir önceki ayet olan 60. Ayete baksalar bütün mesele çözülecek, konuyu şak diye anlayacaklar. Ama olmuyor, Allah (c.c)’ın 62. Ayetteki bütün uyarılarına rağmen, şu mel’un şeytana uyularak yapılan hatalı ve yanlış bir tercih yüzünden doğru yoldan apaçık sapılıyor.
Altmışbirinci ayeti doğru ve doyurucu anlayabilmek için ise, ayetten önce ve sonra zikredilen yalnızca iki üç ayetle yetinmeyip, Allah (c.c)’ın yüce kitabı Kur’an-ı Kerim’inde, yarattığı kulların elzem olarak dünyada ve ahirette ihtiyaç duyacakları hiçbir konunun gizli, kapaklı ve anlaşılmadık bırakılmadığını ve bunun açıkça birçok ayette beyan edildiğini de hesaba katarak, bu ayeti Kur’anın bütünlüğü içerisinde ve bu konuyla ilgili ayetlerle birlikte değerlendirmek en doğrusu olurdu, herhalde. O zaman herşey çok kolay ve apaçık anlaşılabilirdi. Zira dikkat edilirse, Kur’anın birçok yerinde, peygamberlere ve seçkin insanlara bir uyarı ve müjde getirmesi dışında, meleklerin yeryüzüne gelişi/inişi muhakkak kıyamet alameti/bilgisi ile ilişkilendirilmektdedir. İsterseniz meleklerle ilgili ayetleri bir daha inceleyin!. Kolaylık olması için, ben bu ayetlerden birkaç tanesini sizin için aşağıya çıkardım;
“Onlar sadece gözetiyorlar ki, Allah, buluttan gölgelikler içinde meleklerle birlikte geliversin de iş bitiriliversin. Halbuki bütün işler Allah'a döndürülüp götürülür.” Bakara: 210
"O'na bir melek indirilmeli değil miydi?" dediler. Eğer bir melek indirseydik, iş bitirilmiş olurdu, sonra kendilerine hiç göz açtırılmazdı.”
“(İnanmak için) illa meleklerin gelmesini, yahut Rabbinin gelmesini, ya da Rabbinin bazı ayetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ama Rabbinin (azab) işaretlerinin geldiği gün, daha önce iman etmemiş, yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki: "Bekleyin; biz de beklemekteyiz." En’am: 8,158
"Eğer peygamberlik davanda doğru kimselerdensen, bize melekleri getirmeliydin. Biz o melekleri ancak, hak ile indiririz. Ve indirildikleri vakit de onlara hiç mühlet verilmez.” Hicr:7-8
“Bununla beraber, bize kavuşmayı ummayanlar "Bize ya melekler indirilmeliydi, ya da Rabbimizi görmeliydik" dediler. Andolsun ki, doğrusu nefislerinde kendilerini büyük gördüler ve büyük azgınlık ettiler. Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkarlara hiçbir sevinç haberi yoktur. Ve yasak yasak, diyeceklerdir.”, “O gün gökyüzü beyaz bulutlar halinde yarılacak ve melekler bölük bölük indirileceklerdir.” Furkan:21,22,25
“Hayır hayır, yer birbiri ardınca sarsılıp dümdüz olduğu zaman,
Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman,
Ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insan anlar. Fakat bu anlamanın ona ne yararı var?” Fecr:21-23
Yanlış anlaşılmasın, benim dini konularda yeni bir şey icad etmek gibi bir düşüncem yoktur. Haşa!. Benim bütün derdim, yüce İslamın sapmalardan uzak, aslına uygun, dosdoğru olarak anlaşılması ve yaşanması üzerinedir. Bunu da, Allah’dan bir mani olmazsa, ölünceye kadar elimden geldiği kadar yapmaya çalışacağım inşAllah. Ancak, bu konuda benim anlamadığım bir şey var; Koca koca alimler (yine de Allah onlardan razı olsun) anlaşılması çok kolay, basit bir konuda nasıl böyle bir hata yapabiliyorlar?. Hayret vallahi!.. Ya, bunun gibi yanlış anladıkları daha başka konular da varsa? Vay o zaman onlara uyanların haline. Çıra gibi yandıklarının resmidir. İnsan, beşerdir ve şaşardır. Böyle çürük bir tahtanın üzerinden sıratı geçmeye çalışanlar gibi olmamak ve kurtulanlardan olmak istiyorsak, bizler hata yapmaktan münezzeh olmayan kullara, kim olursa olsun, ister alim, isterse zalim olsun, kayıtsız, şartsız itaat etmek yerine, her çiçekten bal alır gibi, dinimiz için bunların hepsinden istifade etme yoluna gitmeliyiz. Uymak, itaat etmek ve bağlanmak için ise, tercihimiz her zaman, hata yapmaktan münezzeh olan Alemlerin Rabbi olan Yüce Yaratıcımız Allah (c.c) ve O’nun kulları arasında en az hata yapanı olan son peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’dan yana olmalıdır.
Aslına bakarsanız, Mehdi yada Mesih’in gelmesini ben de isterim, mantığım kabul etmese de gönlüm onların gelmelerinden yana, ama maalesef gelmeyecek. Ayrıca, Mehdi ya da Mesih gelmeden önce yaşayıp ölen ve bu kurtarıcılar sayesinde kendilerini düzeltme, kurtarma şansı bulamayan insanların ne kabahati vardı ve bu onlara haksızlık olmazmıydı?. Allah(c.c) asla haksızlık yapmaz. Netice olarak, Mehdi, Mesih vs. hiçbir kurtarıcı gelmeyecek, herkes kendi çapında birer mehdi yada mesih olmaya çalışmadıkça da Allah bu milletin, bu insanlığın durumunu düzeltmeyecektir ve daha da kötüye götürecektir.
“Sana indirdiğimiz ve onlara okunmakta olan kitap, kendilerine yetmedi mi? Bunda iman edecek bir kavim için elbette bir rahmet ve öğüt vardır.” Ankebut Suresi:51
“..... Şüphesiz bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez!. .....” Ra’d Suresi:11
3- Kabir Azabı ve Ruh Dini;
Tüm insanlar gibi günümüz müslümanlarının da dinin kurallarından, teferruatından sonra ikinci olarak en çok merak ettikleri şey mutlaka öteki dünyadır ve öteki dünyaya ait sorulardır. Sanki bu dünyayı bitirmişler, imtihanı öğrenmişler, gereğini yapmışlar ve işi garantilemişler gibi, herkes için gayb olan, Allah’ın (c.c) Kur’an’da ve Peygamberi’nin (sav) bildirdiğinden başka mahiyeti tam olarak bilinemeyen bir alem/öteki dünya için bu kadar merak niye hiç anlamıyorum?. İnsanın başına ne gelirse, gayba olan aşırı merakından gelecek herhalde. Sizler böyle haddiniz olmayarak aşırı merak ederseniz, bazı dini vaazeden insanlar da kesin olarak bilemeyecekleri böyle bir konuda kendi işkembe-i kübralarından birşeyler de uydurmak zorunda kalacaklardır, bilesiniz. Değilse onun ilmine itibar etmezsiniz, adam yerine koymazsınız!.. Ben derim ki; öteki dünyayı çok merak etmeyin ve öteki dünyayla ilgili hikayelere de fazla itibar etmeyin, işinize bakın, kendinizi cehennem azabından kurtarmaya bakın! Zira, insanların aşırı merakı yüzünden, Peygamberimiz (sav) adına bugüne kadar en çok öteki dünya konusunda hadis uydurulmuştur. Zira, ispatı, tecrübesi mümkün değildir. At atabildiğin kadar!.. Ne kadar çok atabilirsen, insanlar arasındaki itibarın da o kadar yüksek olur!..
Neyse konumuza dönecek olursak, Kur’anı çok inceledim ve 6236 ayet içinde kabir azabından açık ve net olarak bahseden hiçbir ayet bulamadım. Bulan varsa beri gelsin, yok valla!. Bazı alimler(!) bir iki tane ayetten ısrarla ve zorla Kabir Azabını çıkarmaya çalışsalar da maalesef yok!.. Sanki illa öyle bir anlam çıkaracaklar veya çıkarmak zorundalar. Peki, insanlar hiç düşünmezler mi ki, eğer çok lazım olan birşey olsaydı Cenab-ı Allah bu kadar çok ayet içinde en az bir ayette açık ve net olarak bahsetmez miydi?. Demek ki; bu, müslümanlar için hiç önemli olmayan, üzerinde hiç konuşulmaması ve düşünülmemesi gereken lüzumsuz bir konu. Allah(c.c)’ın indinde ise kabir; İnsanların öldükten sonra azap göreceği bir yer değil, cesedinin ortalıkta kalıp da kokmaması, çevreyi rahatsız etmemesi için gömüldüğü bir yerdir sadece. Zaten ceset orada zamanla toza, toprağa karışıp yok olup gidiyor ve bütün bunlar olup biterken de aynı uyku hali gibi, ölü için zaman, kıyamete, tekrar diriltilinceye kadar tamamen duruyor, çünkü ölü için zaman mevhumu diye birşey kalmıyor.
İnsanların görüp göreceği asıl azap ise bir tanedir, cehennemdedir, korkunç, ürkünç ve süreklidir. Ve Allah’ın (c.c) bildirdiğine göre cehennem öyle bir yerdir ki; Dünya yaşamında verilen hapis cezalarını küçümseyerek suç işlemekten çekinmeyen ve pervasız davranan çok pişkin ve bıçkın birinin ‘yatarım ve çıkarım’ diyebileceği kadar kolay bir yer değil ve ayrıca kendimize göre -ben aslında çok sevimli bir kulum, kalbim temiz, başkaları gibi kötülük etmedim, kul hakkı yemedim v.s. gibi- hafifletici sebepleri de gözönüne alarak kendimiz için uygun gördüğümüz cüz’i bir cezayı cehennemde çekip de doğruca güle oynaya cennete giriliverecek ucuz bir yer de değildir. Said-i Nursi’nin dediği gibi; “Zaman gösterdi ki, cennet kolay değil, cehennem de lüzumsuz değil.!.” Yine de itiraz edenler varsa, cehennem ayetlerine bir daha baksın derim!.. Eğer okuduğunuz cehennem ayetlerine inanıyorsanız, olayın ciddiyetinin farkında iseniz ve oraya düşmekten gerçekten korkuyorsanız, nefsinizi/kendinizi herhangibir şekilde temize çıkarmak yerine, siz bir yetişkin olarak hangi yüzle Allahın huzuruna varacaksınız onu düşünün!.. Zira, siz bir mü’min olarak ve azami gayreti göstererek başkalarına bakmadan Allahın Kur’anda belirttiği gibi bir hayat yaşadınız mı, kayıtsız şartsız O’na itaat ettiniz mi, yeryüzünde din sadece Allah’ın oluncaya kadar bir dava adamı gibi malınızla ve canınızla mücadele ettiniz mi, Allah yolunda hangi sıkıntıya katlandınız, söyleyin Allah için ne yaptınız?. Özetle, bizim için yaşanmış bir örnek olan Peygamberimiz (sav)’in şu sözlerinde belirtilen prensiplere göre bir hayat yaşadınız mı? “1-Peygamber olduğum halde ben bile nasıl karşılanacağımı, başıma ne geleceğini vallahi bilmiyorum. 2-Hiçbir mü’min son nefesini verinceye kadar hiçbir hayra doymaz. 3)Güç yetirebildiğiniz işleri sonuna kadar yapın. Çünkü sizler usanmadıkça Allah usanmaz. 4)Sizlere hangi şeyi yasaklamışsam ondan kaçının, neyi de emretmişsem onu da gücünüz yettiği/sonuna kadar yapın!..”
Kabir Azabı meselesine dönecek olursak, aşağıdaki kabirle ilgili ayetlere baktığınızda söylermisiniz hangisinde kabirde azap çekmiş birinin ifadeleri vardır?.
“Onlar: "Eyvah başımıza gelenlere! Mezarımızdan bizi kim kaldırdı? O Rahman'ın vaad buyurduğu işte bu imiş. Gönderilen peygamberler de doğru söylemişler" derler.” Yasin Suresi:52
“(Allah) sizi çağıracağı gün, tam bir hürmetle onun emrine koşacaksınız ve zannedeceksiniz ki, kabirlerinizde pek az bir müddet kaldınız.” İsra:52
Hz. Peygamberimiz’in (sav) kabir azabından bahseden hadisleri var ama, bunların ne kadar sahih/gerçek oldukları veya sonradan uydurulup uydurulmadıkları hiç belli değil. Zira, büyük hadis alimlerinin çoğu, piyasada bulunan hadislerin ancak binde birine sahihtir diyebiliyorlar. Bindörtyüz yıldır kimileri iyi niyetten, kimileri de kötü niyetten Peygamberimiz (sav) adına birsürü hadis uydurmuşlar ve bugün bu sayı birmilyonikiyüzbin olmuş. Mesela İbn Ebi’l Auca adlı bir zındık boynu vurulmak üzere götürülürken yüreklilikle “İçinde haramı helal, helali haram kıldığım 4000 hadis uydurdum.” diyebilmiştir. Ve Rasulullah’ın (sav) ;”Kim benim söylemediğim bir sözü sarfederse cehennemdeki yerini hazır etsin” demesine rağmen, pek çok müslüman din adamı da, özellikle tasavvuf büyükleri insanları irşad edebilmek ve kendi sözlerini daha etkili kılabilmek için Hz. Peygamberimiz (sav) adına aslı astarı olmayan sözler söylemekten asla çekinmemişlerdir. Dolayısıyle, iyi niyetten maraz doğar sözünün bir tecellisi olarak, Hz. Peygamberimiz’den (sav) gelen temiz bir kaynağın kirlenmesinde çok büyük pay sahibi olmuşlardır. Genel olarak hadis uydurma sebeplerini aşağıda sıralayacak olursak;
1) Kasten dini bozmak, dejenere etmek için,
2) Siyasi ayrılıktan dolayı,
3) Dini eksik zannedip, kendince dini kurataranların uydurmaları,
4) Dini sevdirmek için,
5) Mezheplerini, cemaatlerini, tarikatlarını/yollarını, fikirlerini doğru çıkarmak için,
6) Zorlama altında uyduranlar,
7) Maddi çıkar sağlamak için,
8) Manevi çıkar sağlamak, itibar kazanmak için,
9) Gelenek ve göreneklerini dinselleştirmek için,
10) Diğer dinlerdeki uydurmaların dinimize taşınmasıyla oluşan uydurmalar.
Bu kadar hadis içinden hangilerinin sahih olduğunu tesbit edebilmek için muazzez Peygamberimizin (sav) şu hadisini işletmek gerekiyor herhalde!. “Bendendir diye size bir söz geldiğinde Kur’ana vurunuz, uyuyorsa alınız, uymuyorsa atınız!.”
Şimdi de gelelim Ruh meselesine, yani en önemli, zurnanın zırt dediği meseleye!. Ne ilginçtir ki, yine içinde hiç eksik bir şey bırakılmayan ve müslümansak uymaktan başka seçeneğimiz olmayan tek ilahi kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Allah (c.c) insana bir ruh verdiğinden, insanın bir ruhu olduğundan nedense hiç bahsetmez. İnsanın neredeyse bütün organlarını ve özelliklerini sayar, ancak ruhundan hiç bahsetmez. Bunun yerine insana bir can verildiğinden, o canın da ölümle birlikte alınacağından ve sur’a üflendiğinde ise insanın tekrar diriltileceğinden, yani ona can verileceğinden, canlandırılacağından bahseder durur. Daha önce yaratılmış bir şeyin diriltilmesinin ise ilk yaratılışından çok daha kolay olacağı özellikle vurgulanır.
“Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında ....” Nisa Suresi:97,
“Hayır hayır, ne zaman ki can köprücük kemiklerine dayanır” Kıyamet Suresi:26
“Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vura vura ve "Tadın bakalım cehennem azabını!" diye diye canlarını alırken hallerini bir görmeliydin.” Enfal Suresi:50 ,
“Takva sahipleri o kimselerdir ki, melekler, canlarını hoş ve rahat halde alırlar. "Selam size, yapmış olduğunuz güzel işlerin mükafatı olarak girin cennet'e..." derler. Ancak kendilerine, canlarını alacak meleklerin gelmesini veya Rabbinin azab emrinin (kıyametin) gelip çatmasını bekliyorlar! Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmetmişlerdi.” Nahl Suresi:32-33,
“Melekler onların yüzlerine ve arkalarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?” Muhammed Suresi:27,
“Nefisler (canlar) eşleştirildiği/birleştirildiği zaman ...” Tekvir Suresi:7.
Görüldüğü gibi, ayetlerin hiçbirinde insan ruhundan bahsedilmiyor, isterseniz tüm Kur’anı inceleyin, hodri meydan, bulamazsınız!. Çünkü, kabir azabı gibi, bu ruh meselesi de ilahi dinlerin ilk zamanlarında olmayıp, sonradan batıllaşan öteki dinlerden alınma veya din dışı batıl yollarda faaliyet gösteren ve her gelen daha önce gelenlerin fikirlerini çürüttüğü, kendilerine filozof denen çok bilmiş insanlar tarafından sonradan uydurulan lüzumsuz şeylerdendir. Her yeni fikir ve inanış yeni fikirler, inanışlar ve sonuçlar doğurduğu gibi, aslında kabir azabı konusu da bu Ruh meselesinden doğmuştur. Birbirinin devamı olan bu iki kavramın yoğrulmasıyla ortaya çıkan bu yeni inanışa göre; Ölümden sonra bedenin ölüp ruhun ölmediği varsayılarak ve cehennem azabı insan için yeterli görülmeyerek, ayrıca hafife de alınarak, zavallı bu ruha önce kabirde korkunç azaplar, çileler ve sıkıntılar çektirilmiş, ardından da ruhların toplandığı berzah alemine, yani bekleme odasına alınarak orada tekrar dirilmeye kadar bekletilmişlerdir. Kimi sapık inanışlara göre de; bu ruhları bekleme odasında boşu boşuna, tembel tembel bekletmek uygun görülmeyerek, onları oradan alıp başka başka bedenlere tekrar tekrar sokmuşlar ve tekrar tekrar yaşatmışlardır (Reenkarnasyon). Bazıları da hızını alamayarak, Kur’an-ı Kerim’de cehennem azabının tüm vücutla olacağı ısrarla vurgulanmasına rağmen, azabın bedenle değil ruh’la olacağını bile iddia edebilmişlerdir. Tutan olmadığına göre, yumurtla yumurtlayabildiğin kadar!..
Halbuki aşağıda verilen farklı konulardaki ayetler de incelendiği zaman görülecektir ki, berzah sadece mecazi anlamda bir perde veya aşılmaz bir engel olup, sanıldığı gibi ruhların toplandığı ve tekrar dirilmeyi beklediği bir alan/alem değildir. Burada açıkça insanın tekrar dünyaya dönmesinin asla mümkün olamayacağı özellikle anlatılmak istenmektedir aslında. Zira, iş işten geçmiştir, iş bitmiştir, hesap kesilmiştir, bize emanet olarak verilen imtihan kağıtları, yani can toplanmıştır ve asıl sahibine de iade edilmiştir. Daha önce çeşitli bahanelerle yapmadıklarımızı yapmak için tekrar canlanıp/imtihan kağıdını alıp da dünyaya geri dönme şansımız yoktur artık!.. Esasen, anlayana olay bu kadar basit!..
“Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında, "Rabbim, der, lütfen beni (dünyaya) geri gönder,Ta ki, boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ameller) yapayım." Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar bir berzah (engel, perde) vardır.” Mü’minun:100
“İki denizi birbiri üstüne salan O'dur. Bu, tatlı ve yürek ferahlatıcı; şu, tuzlu ve acı. Ve ikisinin arasında bir berzah, geçişi engelleyen bir perde koymuştur.” Furkan: 53
Diğer tarftan da düşünecek olursak, ölümle yaşam arasında ince bir çizgiden başka ne var ki!. Anında çizginin öbür tarafına da geçebilirsin, son anda kefeni yırtıp bu tarafta da kalabilirsin. Bu Allah (c.c) için o kadar kolaydır ki, ne olduğunu bile anlamayabilirsin. Birden bir varmışsın, bir yok olmuşsun, bu kadar basit!.. Merhumu nasıl bilirdiniz?. Tabii ki, ‘iyi bilirdik!!!’. Bunun ne önemi varsa!.. Gider ayak bir torpil herhalde!..
Bu kadar basit ve sade bir konuyu, yani bu Ruh mevzusunu insanların bugüne kadar anlayamamış, çözememiş veya yanlış anlamış olmaları beni çoğu zaman çok şaşırtıyor vallahi!. Yüzlerce yıldır çok büyük alimler böyle basit bir meseleyi nasıl anlayamamışlar, çözememişler hayret ediyorum! Bilemiyorum, belki bu konuyu hiç düşünmediler veya düşünecek kadar önemli görmediler. Yada aynı yemek tarifinde olduğu gibi, daha öncekilerin yapmış olduğu yemek tarifinin yanlış olabileceğini hiç düşünmeden, tarifin doğruluğunu baştan kabul ederek, aslında din yemeği malzemeleri arasında hiç olmaması gereken bir malzemenin de var olduğunu farkedememiş, düşünememiş, görememiş olabilirler. Fakat şundan eminim ki, eğer geçmiş düşünen ve doğru yolu arayan insanların kulağına bu konuda bir kar suyu kaçmış olsaydı, belki bir çoğu ‘bu tarifin içinde bu malzemenin ne işi var kardeşim?’ diyerek itiraz edebilirlerdi.
Ayrıca, bir taraftan da, insanları gözümüzde çok fazla büyütmememiz gerekir. Zira, öteki insanlar ne kadar büyük derse desin, vahiyle desteklenmeyen, düzeltilmeyen Peygamberler –aslında onlar da beşerdir- dışındaki bütün insanlar beşerdir, yanılıp şaşabilir, yanlış bir düşüncenin peşinde ömrünü pisi pisine harcayabilir, kendini ve peşine takılanları cehennemin dibine doğru sürükleyebilir. Ve insanların kahir çoğunluğu ‘büyük insan’ dedi diye de büyük olunmaz. Peki, bu büyük denen insanların büyüklüğünü kabul etmeyince, o zaman biz ne yacacağız, yolumuzu nasıl bulacağız, kimi rehber edineneceğiz?. Belki bizler farkında değiliz ama, çok değerli olan yaşamımız için en doğrusunu bulabilmek için, sorumlu bir insan gibi, böyle düşünen ve yazan büyük insanların görüşlerini toptan reddetmek veya toptan kabul etmek yerine seçici bir kafa ile içinden sadece ilahi vahye uygun, doğru ve faydalı olanları almamız gerekir. Zaten müslüman biri fıtri olarak toptancı olamaz, seçici olmak zorundadır. Bilir ki; bir insanın toptan kabul edilmesi insanı bilmeden cehenneme sürükleyebilir. Müslüman ayrıca, insanları olsun, olayları olsun, eşyayı olsun herşeyi ilahi vahye göre ölçer ve değerlendirir. ‘Neme lazım, neden başkaları yüzünden cehenneme düşeyim’ diye düşünür. Hz.Peygamberimizin (sav) en yakın ve en bilgili sahabelerinden biri olan Abdullah ibn Mesud’un dediği gibi; “Hiç biriniz dinini bir insana bağlamasın. O iman edince inanıp, küfre düşüp reddedince münkir hale gelmesin”
“Yarattığı her şeyi güzel yaratan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayan O'dur. Sonra da onun soyunu süzülmüş bir özden, değersiz bir sudan yaratmıştır. Sonra onu düzenli bir şekle sokup, içine kendi ruhundan üfürdü. Ve sizin için (işiten) kulaklar, (gören) gözler ve (hisseden) gönüller var etti. Siz pek az şükrediyorsunuz!” Secde:7-9
Asıl konumuza dönecek olursak, özellikle dikkat ederseniz bu ayette de Allah(c.c) insana kendi ruhundan üfürdü deniyor sadece, asla insana bir ruh verdi denmiyor. Peki, size soruyorum; Mesela, bir insan bir şeye ciğerinden üfürse, ciğer mi vermiş olur yoksa nefes mi vermiş olur?. Tabi ki nefes vermiş olur, ciğer değil. Bu benzetmeden yola çıkacak olursak, Allah(c.c) da ruhundan üfleyerek insana bir ruh vermiyor, nefes/can vererek canlandırıyor ve canlanan bu bedenle beraber maddi-manevi ihtiyaçları ile istek ve arzuları olan bir nefis meydana geliyor. Canlanmış ve yaşamak için maddi- manevi birçok ihtiyaçları ve talepleri olan insan bedenine kısaca insan nefsi de denilebilir, aralarında hiçbir fark yoktur. İnsan denilen bu mükemmel makinanın işleyişi ise bana göre şöyle olmaktadır; Allah (c.c) tarafından yaratılıp canlandırılan ve yaşaması gerektiği ilham edilen insan bedeninin/nefsinin maddi ve manevi ihtiyaçları doğrultusunda gelişen istek ve arzuları öncelikle beyne iletilmekte, beyin tarafından yapılan değerlendirmeler, yorumlar ve üretilen çözümler kalp tarafından -kalp hangi inanışa/kabule göre şekillenmişse ona göre- kabul veya reddedilmekte ve beyinle kalp arasındaki bu iletişim/gidip gelmeler sürekli ve çok hızlı bir şekilde olmakta ve en sonunda kalbin onayından geçen sonuç ise vücut azalarıyla eyleme dönüşmektedir. İnsan nefsinin iki yakasından birini oluşturan maddi/bedeni ihtiyaçtan doğan istek ve arzular insanın daha çok hayvani tarafını, manevi/duygusal ihtiyaçtan doğan istek ve arzular ise insanın daha çok insani tarafını göstermektedir.
Böyle bir yapı içerisinde beynin vazifesi ise; nefsin/vücudun maddi ve manevi talepleri doğrultusunda geçmiş tecrübelerden de yararlanarak çözüm üretmek, durum değelendirmesi yapmak ve ileride ihtiyaç duyulabilecek bilgileri saklamaktır. En önemli organ ise, vücud azalarını yönlendiren karar merci ve hayatın, canlılığın gerçek merkezi olan hisseden kalpdir. Bilgi her nekadar beyinde üretilse, işlense ve saklansa da, o bilgi kalp tarafından tasdik edilmedikçe, hissedilmedikçe hiçbir şeye yaramaz. Kısaca diyebiliriz ki; Hissedilmeyen bilgi, bilgi değildir. Bilginin kalıcı ve işe yarar olabilmesi için onun doğruluğunun veya yanlışlığının muhakkak kalp tarafından hissedilmesi gerekir. İnsan bilgiyi yüreğinde hissetmişse, konuştuğu zaman da yüreğinden hissederek konuşur. Böyle olan biri konuşurken duygularına hakim olamayarak gözlerinden bazen yaş bile geldiği olur. Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki; Vücutta diğer organlar olmasa, yatalak da olsa hayat bir şekilde sürdürülebilir, ama kalpsiz asla!.
Tüm vücudun hayatiyetini sağlayan bir kan temizleme ve pompalama fabrikası olması yanında, kalbin dini alanda da çok önemli bir fonksiyonu daha vardır. O da, dinin ve imanın mekanı olarak vücudun komuta merkezi olmasındandır. Zira, bütün dinler imanla kalbe yerleşir, orada kök salar, hayat bulur ve orada yaşar. Tabi bu yaşanılan dinin doğruluğuna inanmakla, hissetmekle ve misafirliğini canı gönülden kabul ederek, severek iman etmekle olur. O yüzden, kişi kendi tabiriyle ister dinli olsun, isterse dinsiz olsun, ancak inandığı ve iman ettiği gibi yaşar. Dolayısıyle, dünyada dinsiz insan yoktur, ilahi, beşeri veya ikisinin karışımı bir din kalbinde muhakkak vardır ve iman etmiştir birine farkında olmadan. Yaşam varsa din de vardır, yaşam yoksa din de yoktur. Çünkü, insan hangi dine/yaşam tarzına nasıl iman etmişse ona göre yaşar. Buna; ‘İnsan, kabulleriyle yaşar!’ da diyebiliriz. Bir insan, her nekadar ilahi bir dine mensup olduğunu söylese de o dini yine her şeyiyle değil, ancak kabul edebildiği, sindirebildiği, sevebildiği ve işine geldiği kadarıyla yaşar. Daha fazlası ona ters gelir ve bu yüzden çok şiddetli tepkiler de verebilir. Bugünün küfür dünyasında yaşanması ve herşeyiyle kabul edilmesi çok zor olan özellikle İslam dini konusundaki insanların tepkisi ise korkunçtur. Zira, bu dini her şeyiyle kabul etmesiyle birlikte reddetmesi ve terketmesi gereken o kadar çok şey vardır ki, bunun da neredeyse haddi hesabı yoktur. Böyle bir şeyi de pek azı hariç insanların çoğunun kabullenmesi çok zordur, zira bu, onların nefislerine çok çok ağır gelen bir şeydir. Kalbinde hiçbir sıkıntı duymadan her türlü fedakarlığa razı olanların sayısı ise azında azıdır. Bu durumda Allah(c.c) da buyuruyor ki; “Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde iman edenler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allah'ın yardımı yakındır.”
Sözkonusu olan şey din/yaşam şekli ise, o zaman başka bir dine benzememek de çok önemlidir. Eğer dininiz/yaşamınız başka bir din mensubunun yaşam şekline az veya çok benziyorsa, o zaman siz şirk içindesiniz demektir ve Allah bunu asla affetmez. Zira, her dinin kendine göre helalleri, haramları, nafileleri ve kendine göre örf, adetleri vardır. Siz herhangibir dinin bağlısı olduğunuzu iddia ediyorsanız ve ergeç bir gün başka bir din içinde asimile olarak yok olup gitmek istemiyorsanız, ucundan, kıyısından da olsa başka bir dinin en küçük adetlerinden bile şiddetle sakınmanız ve bu konuda adeta kemik gibi olmak zorundasınızdır. Yoksa, taviz tavizi getirir misali, ait olduğunuz din birsüre sonra size yabancı ve çok zor gelmeye başlar, yeni dininiz ise daha sevimli ve kolay gelmeye başlar. Bu demektir ki, insan müslümansa müslüman gibi, hristiyansa hristiyan gibi olmalıdır. Bu ikisi veya bir üçüncüsü arasında kalarak ve başkalarının yaşamını taklid ederek şahsiyet sahibi olamayan insanlar ise, ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar benzemeye çalışırsa çalışsınlar, gerçek manada benzeyemedikleri gibi her iki taraftan da dışlanırlar, ait olduğunu iddia ettikleri din tarartarları tarafından bedduaya maruz kalırlarken, öteki din taraftarları tarafından ise hiçbir saygı ve hürmet görmedikleri gibi, aşağılık, dönek, güvenilmez ve herşeyi yapabilecek tehlikeli ayak takımı insanlar olarak görülürler. Bulunduğu konumdan şikayetçi olmayan, sahip olduğu değerlerle barışık ve bundan hiçbir şekilde gocunmayan insanlar böyle ikiyüzlü ve aşağılık insanlardan nefretle uzak dururlarken; öteki din taraftarları ise, kendi konumlarını yükseltmek, alay etmek, sömürmek ve pis işlerini yaptırmak üzere onlara herzaman ihtiyaç duyarlar, dolayısıyle onları hiçbir şekilde içlerine almadıkları gibi, ihtiyaca binaen herzaman yedekte tutarlar ve kimseye de kaptırmak istemezler.
Toplumların karekteri ile o toplumları oluşturan insanların karekterleri arasında çok büyük benzerlikler vardır. Yanlış olan bir şey toplum için de yanlıştır, tek bir insan için de yanlıştır. Aralarında hiçbir fark yoktur. Dolayısıyle, daha anlaşılır olması için yukarıdaki aşağılık duruma çevremizde çokça rastladığımız insan tiplerinden birini gözümüzde canlandıralım; O öyle bir insan ki, kendisi alt sınıftan olmasına rağmen, arasında doğduğu ve büyüdüğü toplumu, insanları beğenmeyerek statü atlamak için üst sınıftan insanlarla birlikte olmaya, onlarla arkadaşlık yapmaya, imkanı olmamasına rağmen onlar gibi yaşamaya çalışan ve bunun için her haltı işlemeye de hazır olan yavşak bir insan tipi düşünün!. İğrenç ve ne kadar aşağılık bir insan tipi değil mi?. Buna insan bile denilemez aslında, ancak maymun yada şebek denilebilir. Böyle iki arada bir derede kalmış biri, ne yaparsa yapsın şebeklikten insanlığa birtürlü terfi edemediği gibi, kendi içinde de huzuru asla bulamaz ve kimlik bunalımı ile, aşağılık kompleksi ile sıkıntılı bir hayat sürer gider. Bu kadar sıkıntı çekmesine ve taklid edebilmek için nefsini de ayaklar altına alarak bu kadar özveride bulunmasına rağmen, yine de hiç kimseye yaranamadığı gibi, kimseden saygı ve hürmet de göremez. Her zaman hor, hakir görülür ve dalga geçilir.
Bu arada şahid olduğum bir olayı sizlere aktarmak istiyorum; O zamanlar ben daha onsekiz-ondokuz yaşlarında idim ve yaz tatili için memlekete gitmiştim. Kendisini ve fakir, gariban olan ailesini de çok iyi tanıdığım benden bir iki yaş küçük bir gençte garip davranışlar olduğunu farketmeye başladım. Kendisine hiç yakışmayan şımarıklıklar yapmaya ve haddi olmayarak kendisinden daha büyük ve zengin gençlerle arkadaşlık etmeye, onlarla düşüp kalkmaya başlamıştı. Birgün yine böyle şen şakrak, şımarık şımarık konuşarak bizim evin yanındaki yoldan geçerken, o anda yanımda olan anneme dedim ki; ‘Anne, bu oğlanın başına bir gelecek varya, bakalım ne olacak!’ dedim. Yanılmış olmayı tercih ederdim ama, aradan bir yada iki ay geçmeden bu oğlanın da içinde olduğu çok üzücü bir olay meydana geldi. Olayda küçük bir kız çocuğu öldürülüp cesedi bir kuyuya atılmıştı. Bu gençle beraber tüm suçlular yakalandı ve hapse atıldı. Ancak, bir süre sonra zengin ve güçlü olan herkes bu suçtan beraat etti, paçayı yırttı, bir tek bu gariban oğlan suçlu bulundu, ceza aldı ve tam yirmi yıl hapis yattı. Ne kadar üzücü bir olay değil mi?. Ne oldum delisi olan herkesin yapabileceği bir akılsızlık yüzünden bütün gençliği hapiste geçmişti. Daha önce uyarılsa dinlermiydi, yada tehlikeyi farkedip de hiç uyaran oldumu onu da bilmiyorum. Zavallı, başkasına benzeyeceğim diye bütün bir ömrünü heba etti. Tabii, son pişmanlığın kimseye bir faydası da yoktur.
Netice itibariyle şunu asla unutmamak gerekir ki; Başkalarını taklid eden insanlar/toplumlar muhakkak aşağılık veya aşağılık kompleksli insanlardır/toplumlardır ve hayatları boyunca başkaları tarafından da aşağılanmaktan asla kurtulamadıkları gibi, en sonunda yok ve zayi olup gitmeye de mahkumdurlar. Zira, tarih boyunca kaybeden toplumların kahir çoğunluğu kendi özlerini korumak yerine muhakkak kazananları taklid etmişlerdir ve bu yüzden bir daha bellerini doğrultamayarak yok olup gitmişlerdir. Tarih tekerrürden ibarettir.
Ne yapılırsa yapılsın, bakır asla altın olamadığı gibi, kendisine ve ne kadar basit de olsa kendi değerlerine saygısı olmayana başkasının da saygısı olmaz. Zira, sen kendine saygı duymazsan, sana da kimse saygı duymaz. Eğer, bir insanda aşağılık kompleksi olup olmadığını anlamak istiyorsanız, onun aslında aynı şeyi yapan farklı sınıftan insanların davranışlarına gösterdiği farklı tepkilerden de çok kolaylıkla anlayabilirsiniz. Herhangibir şeyi, mesela dini bir ibadeti içinden çıktığı ve hor gördüğü bir toplumdan biri yaptığı zaman ondan şiddetle iğrenirken ve ona hertürlü zorluğu çıkartırken, aynı şeyi imrendiği, benzemeye çalıştığı farklı bir toplumdan yabancı birisi yaptığı zaman da ona hoşgorü gösteriyorsa, ona hürmet ve saygı besliyorsa, o insanda muhakkak aşağılık kompleksi vardır. Çok garip değil mi?. Yapılan şey aslında aynı şey, fakat birbirinden çok farklı tepkiler!. İmama ayrı, papaza ayrı anlayacağınız!.
Şu anda toplum olarak bizim durumumuz da aynen yukarıda izah ettiğim örnek gibi olmuştur. Batılılara göre teknolojik olarak geri kalmış bir toplum olmamızın verdiği sıkıntı ve aşağılık kompleksi ile yaklaşık iki yüz yıldır onları taklid etmeye, görünüş itibariyle onlar gibi olmaya çalışırken, geri kalmış olmamızın müsebbibi olarak gördüğümüz değer yargılarımıza, yaşam şeklimize, dinimize ve hatta zaman zaman da ırkımıza, ırkımızdan gelen görünüşümüze bile şiddetle düşman olmaya başlamışız. Bugün gelinen nokta itibariyle, görünüş ve yaşam şekli olarak batılılar gibi olmuşuz, evet bunu başarmışız, hatta bazı konularda onları bile sollamışız (Avrupaya gidenler anlatıyor; Bizim kadınların çıplaklığı Avrupalı kadınlardan daha fazla imiş, biliyormusunuz?) , fakat asıl bize lazım olan bilim ve teknoloji ile insanların sahip olmaları gereken insani, demokratik haklar konularında ise hep güdük kalmışız, halkımıza bu hakları hep çok görmüşüz, onlara hiç layık görmemişiz. Sanki, Avrupalılar insan biz hayvan, veya onlar efendi biz köle!. Sonuç olarak; Karganın, kekliğin yürüyüşünü taklid edeceğim diye kendi yürüyüşünü unuttuğu gibi, bizler de kendi değerlerimizden o kadar uzaklaşmışız ki, ne tam olarak batılılar gibi olabilmişiz,ne de kendi kendimiz olabilmişiz ve idüğü belirsiz hilkat garibesi bir millet olmuşuz. Böyle olunca da, ne imama, ne de papaza yaranabilmişiz. Hem ait olduğumuzu iddia ettiğimiz İslam dininden yaşam ve kültür olarak iyice uzaklaştığımız ve yabancılaşlaştığımız için hem diğer geri kalan İslam alemi tarafından dışlanıyoruz, garipseniyoruz ve şüpheyle bakılıyoruz; hem de bu yetmezmiş gibi, kendi değerleri ve kendine güveni olmayan, kompleksli ve kimlik bunalımları olan ne idüğü belirsiz, yamuk yumuk bir toplum haline gelmemiz hasebiyle de taklid ettiğimiz milletler tarafından da dışlanıyoruz ve ne yaparsak yapalım hiçbir zaman onlara yaranamadığımız ve kabul görmediğimiz gibi, bu yüzden bizleri ne aralarına almak istiyorlar, ne de eskiden mensubu olduğumuz İslam alemine kaptırmak istiyorlar ve bizleri bu şekilde hep iki arada bir derede bırakmak istiyorlar. Arebesk bir tabirle; ‘Ne benimsin, ne de toprağın!’ diyorlar. Basit bir taklid hastalığı yüzünden Fatih’lerin, Kanuni’lerin ve Yavuz Sultan Selim’lerin torunlarının düştüğü zavallı, acıklı duruma bakın hele!. Bu taklit hastalığı yüzünden, Kur’ani tabirle, maymunlaşarak insanlığını, şerefini, şahsiyetini, özgüvenini, dolayısıyle herşeyini kaybetmiş olan zavallı ve acınacak durumdaki biraz zenginde olsak bizim gibi bir milletin yerinde, dünyada hiçbir millet ne kadar fakir olursa olsun, olmak istemezdi herhalde!. Bu öyle acıklı bir durum ki, sanki varlık içinde yokluk çekmek gibi bir şey!.
“Türkiye’yi küçük görmekte haklıyız. Bizi taklit edene niye saygı duyalım ki?. Ben ancak medeniyetime kendisi olarak katkıda bulunabilene saygı saygı duyarım.” Tonybee
En son ilahi din olması itibariyle, kendisi arı-duru, saf, tam ve eksiksiz bir din olan İslam’da da, yaşam şekli olarak ilahi veya beşeri başka bir dine benzememek de çok ama çok önemlidir. İnsan fıtratı ve yaşamı için en uygun ve en mükemmel bir din olan İslam, kendisinden herhangi birşey eksiltilmesine ve ilave edilmesine asla müsaade etmediği gibi, kendisine gönül verenlerin de başka herhangibir dinin kültürüne, adetine ve yaşamına uymasından da asla razı olmaz ve bunu şirk olarak kabul eder. Mesela, eğer siz ‘İslam dinine iman ettim ve müslümanım’ demenize rağmen, hayatı tam bir müslüman gibi, Allah’ın (c.c) ve Peygamberinin (sav) emrettiği şekilde birebir yaşamıyorsanız ve hayatın tamamında veya bir kısmında az veya çok başka bir milletin yaşadığı gibi hayatı yaşıyorsanız siz kesinlikle müslüman/teslimolan değilsiniz, ya ne idüğü belirsiz karmakarışık bir dindensiniz veyahut da yaşamına uyduğunuz karşı millettensiniz demektir. Bu durumda, benim dinim kağıt üstünde İslamdır demenin hiçbir anlamı da yoktur artık. ‘Kişinin ayinesi iştir, lafa bakılmaz!’ hesabı, siz biriyle karı-koca gibi hayatı birlikte yaşamaya başlamışsanız, artık nikaha, resmiyete gerek kalmamıştır, baştan kaybetmişsinizdir. Bu konuda Hz. Peygamberimiz (sav)’in hükmü de kesindir; “Kim bir kavme benzerse onlardandır”. Mesela, hem bir müslüman olarak namaz, oruç, zekat, hac vs. gibi ibadetlerin birini veya tamamını yapıyorsanız, hem de bir gayri müslim gibi, onların modasına uyarak onlar gibi giyiniyorsanız, saçınızı onlar gibi kestirip tarıyorsanız, bir kadın olarak onlar gibi tesettürsüz dolaşıyorsanız ve en basitinden, İslam’da ve Hz. Peygamberimizin (sav) sünnetinde hiç olmayan, yılbaşı, doğum günü, ölüm günü, anneler-babalar günü, sevgililer günü, vb. gibi günler kutluyorsanız ve bu şekilde onların adetlerine uyuyorsanız, siz o zaman kesinlikle müslüman/teslimolan değilsiniz demektir. Çünkü, Allah (c.c) gayurdur, yani kıskançtır. Kendisine tabi olanların O’nun kurallarından ve adetlerinden başka kurallarla ve adetlerle yaşamalarından asla razı olmaz. O yüzden, Hz. Peygamberimiz (sav) de özellikle bu konuya çok dikkat etmiş ve yahudilere, hristiyanlara ve müşriklere benzememek için en küçük şeyde dahi ısrarla onlara mualefet etmiştir. O kadar ki, saçını tararken bile onlara benzememe kuralına riayet etmiştir.
Nereden nereye geldik. Asıl konumuz aslında ruh kavramıydı. İslam o kadar zengin bir dindir ki, konular hep birbirine sımsıkı bağlıdır ve herzaman konu konuyu açıyor.
İşte Allah(c.c) ruh yerine, can vererek hayat verdiği insana, aynı Adem(as) kıssasında belirtildiği gibi, maddi ve manevi/duygusal istek ve arzuları bitmek bilmeyen, herzaman ucu açık, doymak bilmeyen, arzusu isteği çok olan, şeytanın kandırmasına ve tahrikine son derece açık ve gevşek olan, yanlış yapabilen, sapık yollara düşebilen ve kendi kendine büyük zararlar verebilen bir nefis vermiş ve buna mukabil, bu nefsin kendi kendini kontrol edebilmesi, yanlış yapmaması, kaza yaparak ziyan olmaması, helak olmaması için trafik kuralları gibi ilahi kitapları ve öğretici usta şoförler gibi peygamberleri göndermiştir.
Sonuç olarak; Alemlerin Rabbi olan Allah(c.c), insanoğluna elle tutulmayan, gözle görülmeyen, varlığı ancak hissedilebilen bir can/nefs vermiştir, ancak ona bir ruh vermemiştir. Peki, bu ruh kavramı İslama nasıl ve ne şekilde girmiştir?. Bilindiği gibi, İslam ve müslümanlar zamanla geniş bir coğrafyaya yayıldıkça, öteki kültürlerle, düşüncelerle ve felsefelerle tanıştıkça, onlardan çok büyük oranda etkilenmişler ve İslama aykırı olup olmadığı hiç düşünülmeden birçok sapık düşünceyi kabul etmişlerdir. Adeta, tüm ömrü boyunca öteki dinlere ve onların mensuplarına benzemekten ümmetini şiddetle sakındırmaya çalışmasına rağmen yinede Hz.Peygamberimizin (sav) şu hadisi gerçek olmuştur;
"Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: "Sizler, kendinizden önce gelen ümmetlerin sünnetine kulacı kulacına, arşını arşınına ve karışı karışına muhakkak tıpa tıp uyacaksınız. Hatta onlar, daracık bir keler (küçük kertenkele) deliğine girseler oraya siz de gireceksiniz." Oradakiler, "Ey Allah'ın Resulü! (Onlar) yahudiler ve hıristiyanlar mı?" diye sordular. Aleyhissalâtu vesselâm: "Bunlar değilse kimler olur?" buyurdular."
İşte İslama giren bu sapık düşüncelerden biri, belki de en önemlisi bu ruh kavramıdır. Çünkü, bu o kadar etkili olmuştur ki, İslam gibi sapasağlam ve dosdoğru bir dini kökünden sarsabilmiş, temel inanışları değiştirmiş ve bir sürü yeni inanışların, hurafelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ruh kavramını ilk ortaya atan ise, eski yunan filozofu Platon (Eflatun)’dur. Platon, Phaidon adlı diyaloğunda; “Bir filozofun ölmekten mutlu olacağını, çünkü ruh ideasının ölümsüz olduğunu” söylemiştir. Vay sen misin bunu söyleyen? İnsanlar sanki dört gözle böyle bir şey bekliyorlarmış gibi, balıklama atlamışlar bu düşüncenin üstüne. Bu anlayış insanların düşüncelerinde o kadar etkili olmuş ki, sonraları iyice yaygınlaşarak insanı anlamlandırmaya çalışan bütün düşüncelerin merkezine oturmuştur. Müslüman filozoflar da, insanın maddi/manevi özelliğini anlamada, çözmede o kadar çok zorlanmışlar ki, kendilerine ilaç gibi gelen bu düşünceden çok hoşlanmışlar ve İslama aykırı olup olmamasına bakmaksızın onu kabullenmişler ve bu yönde birçok düşünceler üreterek, eserler vererek müslümanlar arasında da kabul görmesini sağlamışlardır. Ve daha sonra gelen nesiller de hiç boş durmamışlar, öteki dinlerde bulunan bu konuyla ilgili zengin hurafe malzemelerinden de istifade ederek nice hikayeler, inanışlar ve ibadetler uydurmuşlar ve bu konuyu içinden çıkılmaz bir hale getirmişlerdir. Sonuç itibariyle, ruh kavramı aynı ayrık otu gibi nerdeyse bütün bir dini kaplamıştır. Yeni haliyle bu dine artık İslam değil, ruh dini de denilebilir. Bu zengin malzemeden etkilenen bazı sivri akıllı insanlar da hızlarını alamayarak ruh kavramını o kadar ileriye götürmüşler ki, sadece insana değil, hayvanlara bile ruh vermekte bir sakınca görmemişlerdir. İnsanoğlunun eline yeterki bir malzeme verin, zamanla onu süsler, büyütür, geliştirir, zenginleştirir ve bazen de olayın ıcığını-cıcığını çıkararak en sonunda gözünü de çıkarabilir. Aynı ruh kavramında olduğu gibi...
Bu konuyla ilgili şöyle bir soru da sorulabir, zira ben kendi kendime sordum;; İslamda, dolayısıyle Kur’an-ı Kerim’de insana ait bir ruh kavramı var olsa n’olur, olmasa n’olur, bunun ne sakıncası vardır veya bunun kime ne zararı vardır?. Evet, konuyu yüzeysel düşündüğünüz zaman bunun herhangibir sakıncası yokmuş gibi görülebilir. Ancak, bana göre iki sebepten dolayı bu çok sakıncalıdır: 1-) İçinde hiçbirşeyin eksik bırakılmadığı yüce kitabımız Kur’an-ı Kerimde Allah (c.c)’in hiç değinmediği bir konuyu icad ederek, Allah’ın bizim için tastamam ettiği İslam dinini bozduğu, kirlettiği ve anlamayı zorlaştırdığı için çok sakıncalıdır. 2-) Yine Allah’ın (c.c) hiç bildirmediği bir bid’at/hurafe üzerinde hiç durulmaması, konuşulmaması ve düşünülmemesi gerekirken, bu konu üzerinde insanların gereksiz yere oyalandığı ve tüm değerli zamanlarını harcadıkları, israf ettikleri için de çok sakıncalıdır. Biliyorsunuz; Müslüman, konulara ve olaylara ancak Allah’ın değer verdiği kadar değer vermek zorundadır. Bundan sonrası lüzumsuzluktur, haddini bilmemektir, caiz değildir ve haramdır. Bu ruh kavramının din üzerindeki etkisini anlamak istiyorsanız, bu kavramı İslam dini içinden çekip alın, bakın bakalım İslam dini ne kadar sade, anlaşılır ve kolay bir din haline geliyor. Ne ruh çağırma kalır, ne ölmüşlerin ruhu kalır, ne ölülerin arkasından Kur’an okuma kalır (ölülerin arkasından Kur’an okuma adeti sonradan çıkmıştır ve özellikle Allah (c.c)’ın diriler için olduğunu özellikle belirttiği Yasin Suresi okunur, giderayak bir torpil herhalde ) , ne alt-üst edilen, verdim-aldım şeklinde helalleşilen defin merasimleri kalır, ne kabir azabı mevzusu kalır, ne mezarları yükseltme kalır ve ne de ölü birinin mezarından medet umma kalır. Lüzumsuz olan ve insanları oyalayan hiçbir şey kalmaz. O zaman İslam dini, sahibi tarafından çöplüğe çevrilen bir evin belediye elemanlarınca temizlenmesinden sonraki hali gibi sade, temiz, güzel ve hoş görünür. Öyle değil mi?.
“... Bugün kafirler, dininize karşı ümitsizliğe düşmüşlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din olarak İslamı beğendim ......” Maide Suresi: 3
4- Kul Hakkı Dini;
Evet, geldik yine çok önemli bir meseleye. Müslümanların(!) kahir çoğunluğunun din üzerine yapmış oldukları konuşmalarına, sohbetlerine baktığınız zaman; hayatın her alanına nüfuz eden, yönlendiren ve neredeyse hayatın tamamı demek olan koskoca İslam dininin sadece kul hakkı boyutuna indirgenerek ne kadar hafilemiş, kolaylaşmış ve yıkanan bir çamaşırın çekerek küçüldüğü gibi, ne kadar küçülmüş olduğuna şahid oluyorsunuz. Kendilerine elhamdülillah müslümanım diyen bu insanlarda böyle kolaycı bir mantık nasıl oluştu bilemiyorum, ama netice itibariyle İslam’dan bihaber olan ve Allah’ın Kur’an’da “...bu din müşriklere ağır geldi...” dediği gibi, İslam dinini Allah’ın emrettiği ve Peygamberinin yaşadığı gibi yaşamak bu devirde kendilerine çok ağır gelen bütün müslümancıklar için bu parola ilaç gibi gelmiş valla!. İstisnasız hepimizin çok hoşuna giden ve yediden yetmişe herkesin hiç ağzından düşürmediği bu indirgemeci mantığa göre, İslam dini sadece kul hakkından ibaret. Öyle ibadet etmeye, itaat etmeye, helalmiş, harammış bunlara uymaya hiç gerek yok, sadece kul hakkı yeme yeter. Hepimizin dilinde sanki şöyle bir ifade var gibi; ‘İbadetmiş, itaatmiş, bunları bu devirde yapmak çok zor, zaten bu benimle Allah arasında olan bir şey ve Allah da benim kalbimin ne kadar temiz olduğunu biliyor, kul hakkı da yemediğime göre, herşeye rağmen benim gibi sevimli bir kulunu da affedecektir!.’
Gerçek İslama göre çok eksik, yanlış ve sapıkça olan bu inanış halk arasında o kadar kabul görmüş ki, yılların da birikimiyle Allah adına iftira edilerek (Allah’a iftira edene kafir denir biliyorsunuz) şöyle bir ayet bile uydurulmakta hiçbir sakınca görülmemiş, güya bu ayette Allah (c.c) diyormuş ki; “Benim yanıma kul hakkıyla gelmeyin. Bütün günahlarınızı affedebilirim, ancak kul hakkını asla affetmem!." Meçhul Sure: Meçhul Ayet. Allah’ın (c.c) gerçek ayetlerinden hiçbirini bilmezken, istisnasız hepimizin bildiği bu uydurma ayete dayanarak, ‘Valla ben başkaları gibi kul hakkı yemiyorum’ diyerek kendi kendimizi aklayıp-paklayıp nefsimizi tertemize çıkarıveriyoruz. Bunu da kendimiz adına gaipten iyi bir haber almış gibi o kadar içten, inanarak ve böbürlenerek söyleriz ki, başkalarına da ima yoluyla şöyle der gibiyiz; ‘valla ben şahsen kendimi kurtardım, siz kendi derdinize yanın, siz de benim gibi olsaydınız da kul hakkı yemeseydiniz ya, oh olsun!..’
Kendine müslümanım diyen insanlar böyle saçma sapan fikirlerle oyalanırken ve bu şekilde kendi kendilerini kandırırken, bugüne kadar ister toplum içinde olsun, ister medyada olsun, hiçbir din adamının böyle Allah adına uydurma şeyler söyleyen kimseleri uyardıklarına bugüne kadar hiç şahit olmadım desem yeridir. İnsanları uyarmamalarının, insanların düştüğü bu indirgemeci sapmayı düzeltmemelerinin bana göre iki sebebi olabilir; 1) Bazı din adamları ya böyle bir ayetin olup olmadığını gerçekten kendileri de bilmiyorlar, ya da böyle bir uydurma ayetin varlığına onlar da kendilerini inandırmışlar. 2) Bazı din adamları da, işin aslını çok iyi bilmesine rağmen, ya doğruyu söyleyip de insanların kalbini kırmamak, onları yattıkları tatlı uykularından uyandırmamak için ‘varsın öyle olsun bakalım, böyle gelmiş, böyle gider’ diyerek bu konuyu hiç açmıyorlar ve çok fazla da umursamıyorlar. Çok nadir olanların haricinde, özellikle medyada görünen din adamlarının genel durumuna baktığınız zaman da; sanki hepsi aynı merkezden, aynı kalıptan çıkmış gibi, tek tip ve sanki hepsi iyilik meleği. Her ne yaparlarsa yapsınlar insanları hoş gören, hiç kortkutmayan, kimseyi ürkütmeyen, çok tatlı ve çok sevimliler. Ve ellerinde bir yetkileri varmış gibi, insanları kurtarmaya, gönüllerini hoş etmeye, büyük-küçük ne günah işlerlerse işlesinler, insanları ısrarla İslam’dan çıkarmamaya, İslam dairesi içerisinde tutmaya özellikle çok gayretliler. ‘Elhamdülillah müslümanım’ dedikten sonra, İslama göre haram olan; içki içmek, kumar oynamak, faiz almak-vermek, haram yemek, tesettürsüz olmak ve ibadetleri yapmamak gibi ne kadar çirkin işler yaparsan yap, dinden çıkmazsın’ diye fetva vererek insanları teselli etmeye, avutmaya ve salih bir kul olarak Allah’a bir ömür boyu ibadet etmeden, itaat etmeden, bu ömür içinde yapılacak küçücük bir iyilikle nasıl kolayca kurtulunabileceği müjdesini ve formülünü vermeye çalışıyorlar. Özellikle tv proğramlarında çok dikkat ediyorum; Bir hoca ve karşısında bir veya birden çok kadın var ve hoca kadınların dini sorularına cevap vermeye çalışıyor. Burada garip olansa; Bir-iki istisna hariç, kadınların hepsi İslama ve namahrem erkeklere göre tesettürsüzler ve dolayısıyle çıplaklar. Netekim, o proğramı seyredenlerin bir kısmı ile hoca da bir erkek olmasına ve bir kadın için tesettür müslüman olmanın en temel şartlarından biri olmasına rağmen bu konu hiç mi hiç gündeme gelmiyor ve bu konuyu kimse açmıyor. Netice itibariyle, oraya gelenler ve ekran başındakiler çoğu kıytırık sorularına almış oldukları cavaplarla yaşamlarında hiçbir değişiklik yapma gereği duymadan vicdanen rahatlamış olarak eski yaşamlarına kaldıkları yerden güle oynaya devam etmek üzere oradan ayrılıyorlar. Hocalarımız o kadar tatlı ve sevimliler ki, adeta ağızlarından bal damlıyor, ileride cehennem halkı olacak insanlara bu işin acı tarafını, acı gerçeği hiç açıklamıyorlar, imtihanın çetin, hesabın çetin olduğundan, kurtuluşun bugünkü şartlarda çok zor, hatta imkansız gibi olduğu gerçeğini insanlara hiç söylemiyorlar. Ve ben bu din adamlarına soruyorum; İnsanları temize çıkarmaya, vicdanlarını rahatlatmaya, imtihanın/hesabın kolay olduğu yönünde imalarda bulunarak insanları kandırmaya, insanların hala müslüman kalıp kalmadıkları yönünde fikir beyan etmeye ve insanların Allah hakkında yanlış kanaatte bulunmalarına sebep olmaya ne hakkınız var ve bu yetkiyi nereden alıyorsunuz?.
Evet, şunu da kabul etmek gerekir ki, insanları her ne yaparlarsa yapsınlar, her ne günah işlerlerse işlesinler, İslam dairesi içinde tutma mantığı bir zorunluluktan doğmuştur. Zira, geçmişte Hz.Peygamberimizin (sav) ölümünden bir süre sonra Hariciler diye aşırı bir grup çıkmış ve ‘amel imandan bir parçadır’ diyerek kendileri gibi olmayanları, düşünmeyenleri İslam dairesi dışında tutup onları kafir ilan etmişler ve onların mallarının, canlarının ve kanlarının helal olduğunu iddia etmişlerdir. Kendilerinin farklı olduklarını ve sadece kendilerinin müslüman olduklarını kabul eden bu grup yüzünden müslümanlar arasında fitne doğmuş, kan dökülmesine ve pekçok üzücü olayların meydana gelmesine sebebiyet verilmiştir.
Ancak, geçmişte müslümanlar arasında yaşanan bu acı ve üzücü olaylar yüzünden zorunluluktan doğan ve soruna çözüm olması açısından o günün şartlarına göre varılan böyle bir içtihat, Allah’ın (c.c) kesin bir emri imiş gibi, nasıl İslamın evrensel bir mesajı olabilir ve her döneme nasıl tatbik edilebilir. Müslüman şartların insanıdır ve gelişen yeni şartlara göre İslama uygun yeni çözümler üretmelidir. Ancak maalesef, en az bin yıldır müslümanlar ve özel olarak da müslüman alimlerin birçoğu, istisnalar hariç, sanki beyinlerini buzdolabına koymuşlar gibi, hiç düşünmüyorlar, hiç içtihad yapmıyorlar ve sanki hayat imam-ı azam ve diğer imamların yaşadığı o eski zaman diliminde takılı kalmış gibi hep geçmişte yaşıyorlar. Adeta, bedenleri burada yaşıyor, kafaları ise geçmişte!..
Sadece belli bir dönem için ihtiyaç duyulan böyle bir İslami mantığı/içtihadı terkedemeyen bu İslam alimleri, sadece sözle ‘La ilahe İllallah’ demeyi insanlar için yeterli görüyorlar ve Allah’dan başka ilah olmadığının tezahürü olan ameller o kişinin hayatında görülmese de onu yine iman etmiş sayıyorlar ve cehennemde bir miktar ceza gördükten sonra ısrarla cennete sokmaya çalışıyorlar. Bir kafir bile dalga geçercesine; ‘Sadece sözle La ilahe illAllah demekle iş bitiyorsa, ben de derim, bunda ne var ki!.’ diyebiliyor. Şimdi kendisi esasen kafir olan bu insan, sadece sözle ‘la ilaheillAllah’ dedikten sonra; bütün ilahlarıyla, tağutlarıyla, bel’amlarıyla, rejimleriyle, sistemleriyle ve kurumlarıyla tüm dünyayı tek başına karşısına almak, onlar tarafından dışlanmak ve gerektiğinde bu yolda her türlü zulmü göze almak demek olan bu kadar ağır bir sözün içini doldurmadan ve amelle gereğini yapmadan müslüman mı oldu, Allah indinde onu müslüman mı kabul etmek lazım?. Peki bu durumda, amel olmadıktan sonra, kişinin yaşamı toptan herşeyiyle değişmedikten sonra, bu kafirle bir müslüman arasında ne fark kalıyor ki?.
Cahiliye zamanımda nefsimin çok hoşuna giden, İslamlaşma sürecinde ise Kur’anı anlamaya başladıktan sonra ise bana ters gelmeye başlayan “Amel, imandan bir parça değildir” tezi üzerinde, İslam alimlerinin(!) kahir çoğunluğunun sanki ağız ve düşünce birliği etmişçesine veya kendilerine böyle bir vazife de verilmişçesine, bu kadar önem vererek durmalarını, çaba sarfetmelerini, bu tezi ispat etmek için, yani amelle imanın arasını ısrarla ayırmak için her türlü laf cambazlığı da dahil, taklalar atmalarının sebeb-i hikmetini bugüne kadar hala tam olarak çözebilmiş, anlayabilmiş değilim. Belki, işin aslını gerçekten bildiklerinden, yani İslam dini bugünkü haliyle, amelle iman birbirinden ayrı olarak yaşandığı zaman öbür tarafta kurtulmanın, yırtmanın imkansız olduğunu kendileri de gördüklerinden, bildiklerinden dolayı, hem kendi vicdanlarını, hem de dini ancak bu şekliyle kabul ve yaşamayı arzu eden diğer müslümanların(!) vicdanlarını da rahatlatabilmek için eskilerin bulduğu bu formüle can simidi gibi sımsıkı yapışarak ve kafalarını da kuma sokarak köstebek gibi karanlık derinliklere doğru kendilerine bir çıkış yolu, bir kaçış yolu arıyorlar herhalde. Sıkıntı o kadar büyük ki, belki de bu yüzden buldukları formülü canhıraş bir şekilde ölümüne savunuyorlar. Bilmiyorum, herşey olabilir... Kolay değil tabii ki; Hem kendi nefsini, hem de başkalarının nefsini rahatlatacak formüller bulmak zorundasın. Yoksa, adama ekmek vermezler. Bence siz en iyisi üç maymunu oynayın!..
Eskiden böylesi işime daha iyi geldiği için, amelle imanın birbirinden ayrılması herkes gibi benim de çok hoşuma gidiyordu. Zira bu durmda, Allahın varlığına ve birliğine iman ettikten(!) sonra, Allah (c.c)’ın istediği gibi değil de, kafana göre istediğin gibi yaşayabiliyorsun ve her ne yaparsan yap hala yine müslüman olarak kalabiliyorsun ve cehennemde bir miktar ceza gördükten sonra hala yine cennete güle oynaya gidebiliyorsun. Oh ne güzel, bundan iyisi can sağlığı. İman et ve istediğin gibi yaşa!.
Ancak, bunun böyle olmayabileceğini düşünerek Kur’ana müracaat ettiğiniz zaman kazın ayağının hiç de öyle olmadığını farkediyorsunuz. İşte o zaman içinizde bir huzursuzluk, bir sıkıntı başlıyor, eğer imanınızda gerçekten samimi iseniz hayatınızda bu defa hak-batıl savaşı başlıyor ve bu savaş ölünceye kadar da hiç bitmiyor. Zira, İman etmenin ölçüsü Kur’ana göre o kadar çok zor ve şartları o kadar ağır ki, kendisine her ‘müslümanım!’ diyenin sahip olabileceği bir özellik de değil. Zira şu ayetlere bir bakın Allah aşkına; “Gerçek müminler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” Hucurat Suresi:15
“Asra yemin olsun ki, İnsan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel (Allah (c.c)’ın razı olacağı tüm ibadetleri ve ilave iyi işleri) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden (İslamı tebliğ eden) ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.” Asr Suresi: 1-3
Bu ayetlerden ve Kur’anın tamamından da anlaşılan o ki; İman etmiş olabilmek için öncelikle şartları yerine getirmek gerekiyor. Allah (c.c) ile bir antlaşma yapabilmek ve bunun nimetlerinden yararlanabilmek için tek taraflı olarak sadece O’nun ileri sürdüğü şartları, antlaşma maddelerini itirazsız kabul etmek ve bu istenen şartları/maddeleri de büyük bir titizlikle icraata dökmek gerekiyor. Bu iş öyle lafla lavgarlıkla, zanla, tahminle, hüsnü kuruntu ile falan olmuyor. Ampulde/kalpte elektrik/iman varsa ışık/amel vardır, yoksa yoktur. Siz bir insanın imanının derecesini anlamak istiyorsanız, onun ameline bakın yeter. Bunun için uzman olmaya da hiç gerek yok...
Bu dini bugüne kadar gelen herkesten daha iyi anlayan, hatta en iyi anlayan sevgili peygamberimiz hz. Muhammed Mustafa (sav) de sahih sözlerinde ve hayatında amelle imanın arasını nedense hiç ayırmamış, ayırmak için yırtınmamış, bu iki kavramı bir elmanın iki yarısı gibi değerlendirerek ikisini bir bütün olarak ele almıştır. Şimdi de şu hadislere bakarak siz karar verin, ayırmış mı, ayırmamış mı?.
(İman yetmiş küsur şubedir. En üstünü “La ilahe illallah”, en aşağısı da, yolda sıkıntı veren bir şeyi kaldırmaktır. Haya da imandan bir şubedir.) [Tirmizi]
(Amellerin kıymetlisi La ilahe illallah demektir.) [Hakim]
(Kim kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse, kalben karşı koysun. Bu da imanın en zayıf derecesidir.) [Müslim, Ebû Dâvûd]
(İyilik edince sevinen, günah işleyince üzülen imanlıdır.) [Taberani]
(İmanı en kuvvetli mümin, güzel ahlaklı olandır. Yanına herkes kolayca yaklaşır, geleni gideni çok olur. Herkesle iyi geçinir. çevresi ile iyi geçinemeyen de hayır yoktur.) [Taberani]
(Nerede olursa olsun, Allahü teâlâyı unutmayanın imanı kuvvetlidir.) [Beyheki]
(Allah ve Resulünü her şeyden çok seven, sevdiğini yalnız Allah rızası için seven ve ateşe düşmekten çok, küfre düşmekten korkan imanın tadını bulur.) [Buhari]
(Temizlik imanın yarısıdır.) [Müslim]
(Ahde vefa [sözünde durmak] imandandır.) [Hâkim]
(Kendi aleyhine de olsa âdil davranmak imandandır.) [Bezzar]
(Musibete sabretmek imandandır.) [Bezzar]
(Kalbinde imanı olan kimse, Allahü teâlâyı sever.) [Deylemi]
(İman çıplaktır. Elbisesi takva, süsü hayadır, sermayesi fıkıh, meyvesi ise ameldir.) [Deylemi]
(İman, namaz demektir. Namazı itina ile, vaktine, sünnetine [ve diğer şartlarına] riayet ederek kılan mümindir.) [İ. Neccar]
(İmandan olan üç şey: Darlıkta infak etmek [Hayra harcamak], rastladığı müslümana selam vermek ve kendi aleyhine de olsa adaletli davranmak.) [Nesai]
(Şu kimsenin imanı kuvvetlidir: Allah için yaptığı işlerde tanınmaktan hiç korkmaz, gösterişten uzak amel işler, iki işten biri ahirete, diğeri de dünyaya faydalı olsa, ahirete faydalı olanı tercih eder.) [Deylemi]
(Kötüleyen, lanet eden, fuhuş konuşan ve hayasız olan mümin-i kâmil değildir.) (Beni evladından, ana-babasından ve bütün insanlardan daha fazla sevmeyen, iman etmiş olmaz.) [Buhari]
(Kendi istediğini insanlar için de istemeyen, imana kavuşamaz.) [Ebu Ya'la]
(Haya imandan, hayasızlık nifaktandır.) [Tirmizi]
(İbadetlerini ihlas ile yapanlara müjdeler olsun! Bunlar hidayet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler.) [Ebu Nuaym]
(Duymuyor musunuz, işitmiyor musunuz? Mütevâzi giyinmek Îmandandır, mütevâzi giyinmek imandandır!) [Ebü Dâvud]
(Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz.) [Buhârî]
(İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız.) [Müslim]
“İman yetmiş küsur şubedir.....” Evet, ben saymadım ama, Allah (c.c)’ın yap dediklerini ve yapma dediklerini saymaya kalkarsanız sanıyorum bu sayıya ulaşabilirsiniz. Günlük yaşamınızda bu sayıya uymaya, riayet etmeye çalıştığınız zaman ise iman-ı kamil, mü’min-i kamil ve güzel ahlaklı biri olabilirsiniz. İmanla amelin arasını ayırarak değil tabii ki. Zaten, bu iki kelimenin arasını ayırmak da aslında çok mantıksız olurdu. Ayırmak için, öyle çabalamaya, yırtınmaya da hiç gerek yok. Eğer, kişi müslüman/teslimolan olduğunu iddia ediyorsa, iman eder ve hiç itiraz etmeden kendisini kurtarmak için elinden gelenin en iyisini yaparak kayıtsız şartsız ibadet ve itaat eder. Tabii, bunun bir sonu yok, Allah rızası için ne kadar çok amel işlersen, o kadar çok ecir toplarsın, dolayısıyle kurtuluşun kolay olur ve cennetin üst mertebelerine doğru tırmanabilirsin.
Şimdi gel de çık işin içinden!. Bir tarafta alimleri dinlediğin zaman yaşaması çok kolay, cehennemden kurtulması çok kolay, ayrıca çok sıkıcı ve çok yavan bir din, Kur’ana ve Peygamberimizin sahih sözleri ile O’nun ve sahabelerinin yaşantılarına baktığınız zaman ise heyecan verici, cehennemden kurtulup cennete girmesi çok zor ve bayağı zorlu bir din. Bugünün şartlarında ise bu dini yaşamak neredeyse imkansız gibi bir şey. Böyle olunca, bu dini böyle zor şartlarda yaşamanın mükafatının da tabiidir ki daha fazla olacağı söyleniyor. En doğrusunu Allah bilir...
Bizim müslümanlığımız hep anadan-babadan kalma müslümanlık. Fakat, müslümanlık kan bağı veya miras değil ki, anadan, babadan kalsın. Müslüman doğulmaz, müslüman olunur. Aksi halde bu Allah’ın (c.c) adl/adil sıfatına yakışmazdı ve Allah asla haksızlık yapmaz. Müslüman olabilme şansı açısından, bir müslüman çocuğu ile bir kafir çocuğu arasında hiçbir fark yoktur. Aşağıdaki ayette de belirtildiği gibi, ikisi de İslamı önce talep ve merak edip, sonra da emek sarfederek doğruları kendisi keşfedip iman etmedikçe olmaz ve kendisinin müslüman olduğunu kabul etse bile, hiçbir zaman Allah’ın (c.c) indinde ve O’nun hoşnut olacağı gerçek bir müslüman olamazlar. Dolayısıyle cennetin kokusunu bile alamazlar. İslam öyle bir dindir ki, hücrelerine kadar yaşanmadıkça, bizim gibi sadece müslüman markasını taşımakla olmuyor. Evet, bana göre de yukarıdaki söz çok doğrudur, yani amel imandan bir parçadır, fakat böyle olmayanı kafir diye damgalamamak ve ona karşı herhangibir düşmanlık beslememek kaydıyla!.
“Doğrusu içimizde müslüman olanlar da var, olmayanlar da var! Müslüman olanlar, işte onlar doğru yolu arayıp bulanlardır” Cinn Suresi:14
Bu arada, bazı zavallı çok bilmişler de, geçmiş atalarının müslümanlığıyla, hacılığıyla, hocalığıyla, imamlığıyla falan övünür, durur. Kendileri her ne kadar Allahın emirlerine ve peygamberinin sünnetine harfiyen riayet eden müslümanlar(?) olmasalar da, hatta işlerine gelmediği zaman bu emirlere ve bu emirlere uyanlara her türlü düşmanlığı yapmakta bir sakınca görmeseler de, sanki atalarının dindarlığı onların da dindarlığının garantisi imiş gibi karşı tarafa saldırmak için bunu bir koz olarak kullanmakta hiçbir sakınca görmezler. Halbuki, İslamda herkesin yaptığı kendinedir ve her koyun kendi bacağından asılacaktır. Hesap gününde kendilerini bile kurtarıp kurtaramayacağı belli olmayan, bunun için herhangibir garantileri de bulunmayan geçmiş atalarımızdan bizlere torpil gelmesi asla sözkonusu bile olmayacaktır. Çünkü, Allah (c.c) Kur’an-ı Keriminde buyuruyor ki; “....Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir....” Bakara Suresi: 286
Amelsiz iman olmaz, imansız da amel olmaz, olursa da kabul olmaz. Aynı bir ampül gibi!. Ampülde/kalpte elektirik/iman varsa ampül yanar ve etrafına ışık/amel verir. Bu itibarla, Amel imanın tezahürü, dışa vurumudur ve amelsiz, hayata yansımamış belli belirsiz iman(?) da çok kısa zamanda yok olmaya da mahkumdur. Kurtulanlardan olabilmek için de, kalpteki imanı/ampuldeki elektriği sürekli canlı ve kuvvetli tutmamız gerekir ki, etrafını iyi aydınlatabilsin. Başka bir ifadeyle, İman ağacını ibadetle, itaatle, Allah yolunda infakla ve diğer hayırlı amellerle sürekli sularsak ve ilahi iksirimiz olan Kur’an’la ve Hz. Peygamberimizin (sav) hayatı ile onu sürekli gübrelersek, ilaçlarsak ve yabancı otlardan temizlersek, o iman ağacı şartlar ne olursa olsun sonsuza kadar o kalpte yaşayabilir, etrafında gür dallar, yapraklar biter ve çeşit çeşit meyveler verir ve kökü de asla çürümez?.
Tam teşekküllü bir İman içerisinde mutlaka olması gereken sevgi boyutuyla da olaya bakacak olursak; Amelsiz olmak burada da hiç geçerli ve makbul bir davranış değildir. Mesela, birine ben seni seviyorum diyorsun, fakat onun için hiçbirşey yapmıyorsun, hiçbir fedakarlık göstermiyorsun ve onun hoşuna giden hiçbir şey almıyorsun, ne bir hediye veriyorsun, ne bir sevgi-şefkat gösteriyorsun, ne de sevdiğinin hoşlanmadığı, nefret ettiği hiçbir kötü alışkanlıktan vazgeçmiyorsun. Allah aşkına, böyle güdük bir sevgi olur mu, muhatabın böyle bir sevgiye inanır mı ve buna bir çocuğu bile inandırabilir misin acaba?. Sevdiğinin hoşuna giden, onu sevdiğini gösteren şeyler yapmak ve hoşlanmadığı şeyleri de yapmamak nasıl aradaki sevgiyi, muhabbeti ve dostluğu arttırıyorsa, Allah’ın (c.c) razı olduğu, hoşnut olduğu amelleri yapıp, hoşlanmadığı amelleri de yapmamak Allah’a olan imanı, sevgiyi, saygıyı, güveni ve haşyeti (hürmetle karışık korkuyu) o oranda attırır.
Hz. Peygamberimiz (sav)’a : “La İlahe İllAllah cennetin anahtarı değil mi?” dendi de: “Evet öyledir, ama dişsiz anahtar olur mu?. Dişleri olan anahtarın varsa kapın açılır, yoksa kapalı kalır, açılmaz" cevabını verdi. (Buhari).
Anlaşılacağı üzere, burada dişlerle kastedilen şey amellerdir. Yoksa, sadece sözle ‘La ilahe illallah’ diyerek kurtulunacak olsa, bu kadar helala, harama, dine, ibadete ne gerek vardı ki?. Bakın bu konuda Allah’ın (c.c) ne diyor;
“Asra yemin olsun ki, İnsan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel (ibadet, itaat edenler ve hayırlı ameller) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır” Asr:1-3
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” Zariyat:56
“Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını (diğer günahları) ise, dilediği kimseler için bağışlar ve mağfiret buyurur. Her kim Allah'a şirk koşarsa gerçekten pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur.Kendi nefislerini temize çıkaranları görmüyor musun? Hayır! Ancak Allah, dilediğini temize çıkarır. Onlara kıl kadar zulmedilmez.” Nisa:48-49
“Ey İnsanlar! Rabbinizden sakının; şüphesiz o kıyamet gününün sarsıntısı çok büyük bir şeydir.Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden geçer. Ve her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları hep sarhoş görürsün, halbuki sarhoş değillerdir. Fakat Allah'ın azabı çok şiddetlidir.” Hac:1-2
“Ey insanlar! Rabbinizden sakının ve bir günden korkun ki, baba çocuğuna hiçbir fayda veremez. Çocuk da babasına hiçbir şeyle fayda sağlayacak değildir. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir. O halde dünya hayatı sizi aldatmasın, sakın o çok aldatıcı şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek aldatmasın.” Lokman:33
Kendisini kurtarıcı ve yargıç makamında gören bazı din adamlarına gıyaplarında sormaya devam etmek istiyorum; Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi, Allah (c.c), kul hakkını değil, “Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez....” buyuruyorken ve neredeyse Kur’anın tamamında ısrarla bunu vurgularken, siz nasıl oluyor da hala ‘kul hakkını affetmez’ sözüne müdahale etmezsiniz ve Allah (c.c), “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” derken, siz nasıl ibadet ve itaat etmeyenleri kurtarmaya, temize çıkarmaya, vicdanlarını rahatlatmaya ve ısrarla onları müslüman tutmaya çalışıyorsunuz. Size o yetkiyi, mührü kim verdi ve sizi kim seçip gönderdi?. Eğer bu insanların gerçekten dostu iseniz ve onların iyiliğini düşünüyorsanız ‘dost acı söyler’ misali, insanlara sadece gerçekleri söyleyin ki, sonra insanlar kıyamet günü acı gerçekle yüzyüze gelince ve korkunç azabı görünce ‘bize böyle söylenmemişti’ diyerek derin bir hayal kırıklığıyla şaşırıp kalmasın zavallıcıklar!.. Bu konuda söylenebilecek en doğru ve en güzel söz bence şu olmalıdır; “Kardeşlerim ben sizi yaptıklarınıza karşılık mü’min veya müslüman olarak kabul edebilirim ve İslam dairesi dışına da çıkarmayabilirim, zaten siz elhamdülillah müslümanım dedikten sonra sizin canınız da, malınız da, namusunuz da ben dahil diğer müslümanların hepsine haramdır, ancak şunu da iyi bilin ki, benim sizin hakkınızdaki hükümlerimin çok fazla önemi yoktur, hatta hiç önemi yoktur, çünkü hüküm ancak Allah’ındır ve imtihanın ve kurtuluşun azami zorluğundan, olayın vahametinden dolayı ben sizi temize de çıkaramam, çünkü kalplerden geçeni, sizdeki imanın, ibadetin ve itaatin boyutunu ancak Allah (c.c) bilir, ben ancak gördüğüm kadarıyla sizi bilebilirim, sizin sonunuzun ne olacağını da bilemediğim gibi, Hz. Peygamberimizin (sav) de özellikle belirttiği gibi, ben kendi sonumun bile nasıl olacağını bilmiyorum vallahi!. Size ancak hakkı, doğruyu, iyiyi, güzeli anlatabilirim, öğüt verebilirim, sakındırabilirim ve cennetle müjdeleyip cehennemle de korkurtabilirim, bunun dışında sizin vebalinizi hiçbir şekilde alamam, benim kendi derdim kendime yeter zaten!.” Hz. Ali (r.a) efendimiz bu konuda ne güzel demiş: “Size mükemmel bir fakihi haber vereyim mi? Allah'ın rahmetinden insanların ümidini kesmeyen ve merhametinden onları ümitsizliğe götürmeyen, Allah'ın tuzağından onları emin kılmayan ve dünyaya rağbet için Kur'ân'ı bırakmayan kimsedir. Haberiniz olsun ki, ne anlaşılmayan bir ibadette, ne de üzerinde düşünülmeyen ilimde hayır yoktur. Fakihler, dünyaya dalmadıkları ve sultana uymadıkları müddetçe peygamberlerin güvenilir (vâris)leridirler. Ancak bunu yaparlarsa o zaman onlardan sakının.”
Şimdi de gelelim asıl konumuz olan kul hakkı meselesine. İslam dinini sadece kul hakkı boyutuna indirgemiş ve iyi bir müslüman olmak için kul hakkı yememeyi kendileri için yeterli görenler bilmiyorlar ki, kul hakkı çok geniş bir kavram ve derinlemesine düşündüğünüz zaman işin içinden çıkabilmeniz mükün bile değil aslında. İslam toplumsal bir dindir. Dolayısıyle, İslami emirlerin hem kişisel, hemde toplumsal bir tarafı vardır. Bu emirlerden herhangi birine uyduğunuz zaman hem siz, hem de başkaları fayda görmekte, uymadığınız zaman da, bundan sadece siz değil başkaları da zarar görmektedir. Mesela, içki içiyorsanız, uyuşturucu alıyorsanız, kumar oynuyorsanız, faiz alıp veriyorsanız, haram yiyorsanız, malınızın zekatını doğru dürüst vermiyorsanız, yeteri kadar infak etmiyorsanız, israf ediyorsanız, tesettürsüz dolaşıyorsanız, gıybet/dedikodu yapıyorsanız, falcılık, büyücülük, sihirbazlık yapıyorsanız, insanlarla evlilik dışı anormal ilişkiler yaşıyorsanız ve İslami olarak iyiliği emredip kötülükten de alıkoymuyorsanız, siz o zaman muhakkak topluma, toplum ahlakına zarar veriyorsunuz, onların hakkına tecavüz ediyorsunuz ve en nihayet kul hakkı yiyorsunuz demektir. Bu demektir ki, İslamın emirlerine uymamak, aynen bir ormana bir kıvılcım atılması, bir kazan temiz suyun içine bir damla pislik düşmesi kadar felaket birşey.
Bizler genel olarak kul hakkını sadece ön planda çok açık görünen maddi boyutuyla biliyoruz, arka planda kalan, görünmeyen maddi ve manevi boyutuyla, yani arka planda ne çamlar devirdiğimizi hiç bilmiyoruz ve hiç de düşünmüyoruz. Yukarda saydığımız ve yapılmaması gereken maddelerden bazılarının muhteviyatı içerisinde saklı duran kul haklarını irdeleyecek olursak; Mesela, içki içiyorsanız, kumar oynuyorsanız çoluğun çocuğun hakkını yiyorsunuzdur; yeteri kadar zekat vermiyorsanız, infak etmiyorsanız fakirlerin hakkını yiyorsunuzdur; İsraf ediyorsanız hem bugünki hem de gelecek nesillerin hakkını yiyorsunuzdur ve çevreye de zarar veriyorsunuzdur; İşlerinizde faiz varsa ve haram da yiyorsanız, başkalarının hakkını gaspediyor, kendinize veya başkalarına da zulmediyorsunuzdur; Kıyafetiniz İslami değilse ve sokakta tesettürsüz dolaşıyorsanız namahrem erkeklerin göz zinası yapmasına sebep oluyorsunuzdur; Gıybet etmeyi seven dedikoducu bir toplum olmamız hasebiyle, eğer duydukları zaman hoşlarına gitmeyecek sözleri insanların gıyabında söylüyorsanız, o söz doğru bile olsa gıybettir ve bu durumda da kul hakkı yiyorsunuzdur, hem de ölmüş kardeşinizin çiğ etini yiyerek; işlerinizde hile, kopya, torpil, rüşvet, adam kayırma varsa ve aldığınız paranın hakkını son kuruşuna kadar da vermiyorsanız, muhakkak birilerinin hakkını yiyorsunuz ve haksız kazanç temin ediyorsunuzdur; Eğer insanlara, gençlere, çocuklara İslami iyi bir örnek olmuyorsanız ve iyiliği emredip kötülükten de alıkoymuyorsanız ve eşinizle, çocuklarınızla, yakınlarınızla, komşularınızla yeteri kadar ilgilenmiyorsanız, onlara sevgi, şefkat, merhamet göstermiyorsanız, yardımlarına koşmuyorsanız ve anne-babanız yaşlandıklarında onlara bakmıyorsanız onların hakkını da bal gibi yiyorsunuzdur . Bu örnekler daha da çoğaltılabilir, şimdilik benim aklıma gelenler ancak bu kadar.
Şimdi sizlere yaşanmış, ibretlik, bir o kadar da gülünç bir ‘kul hakkı’ örneği vermek istiyorum; İnternette gezerken karşılaştığım bir magazin haberinde; Mankenlik yaparak vücudunu sergileyen ve özellikle transparan kıyafetlerle ve nikahsız beraberlikleriyle gündeme gelen bir manken kızımız, (kul hakkından ne anlıyorsa); ‘Ben kul hakkı yemekten çok korkarım’ diyordu...
Şimdi, gel de gülme, hem de bilmem neyinle!. Kızım sen zaten bu gayri İslami, yamuk yumuk yaşantınla ta baştan kaybetmişsin, adeta kaybedeceğin bir şey kalmamış, boğazına kadar günaha, kul hakkına batmışsın ve sen sonra kalkmışsın bir de ‘kul hakkı yemekten korkarım’ falan diyorsun. Zira, sen en başından böyle tesettürsüz ve İslama aykırı çırılçıplak kıyafetinle İslami hassasiyeti olan namahrem erkeklerin göz zinasına düşerek günaha girmelerine sebep oluyorsun ve dolayısıyle onların kul hakkına tecavüz ediyorsun, bu bir; Yine namahrem erkeklerin bazıları da seni öyle çıplak görünce canları çekti, nefisleri arzuladı ise senin üzerinde onların kul hakları kaldı, bu iki; İslama aykırı yaşamınla, insanlar ve özellikle gençler için çok kötü bir örnek olarak onların da cehenneme sürüklenmelerine vesile oluyorsun ve onların vebalini de taşıyarak kul hakkına giriyorsun, bu üç!. Şimdi söyle bakalım, sen bu hakları nasıl ödeyeceksin?. Bu iş öyle senin bildiğin gibi çocuk oyuncağı değil ve sen bu işten öyle kolayca sıyrılıp çıkamazsın, a cahil kızım!.
Bir tarafta yamuk yumuk, ne idüğü belirsiz bir yaşam; diğer taraftan da ağızdan çıkan hakk olan dini sözler. Gel de şaşma!. Bu hastalıklı durum genel olarak toplumun tüm kesimlerinde çok açık ve net olarak görülüyor. Zira İslami olmayan, hatta hiç İslama benzemeyen yaşam tarzlarına rağmen, insanlar çaresiz olduklarını düşündükleri, kaybetmekten korktukları ve beklentilerinin gerçekleşmesini umdukları durumlarda ‘Allah korusun!, Allah bağışlasın!, Allah ıslah etsin!, Allah sağlık, sıhhat versin!, İnşallah!, Maaşallah, hayırlısı olsun, vs.’ gibi sözlerle huşu içinde Allah adını hiç ağızlarından düşürmüyorlar. Kendisinden böyle korkulan, umulan ve dua edilen Allah’ın dinini O’nun emrettiği şekilde yaşamaya gelince ise hiçbiri yok. İstiyorlar ki, zahmetsiz, külfetsiz ve onların kendi dünya işlerine asla karışmayan, müdahele etmeyen, tüm yetkileri elinden alınmış iktidarsız bir Allah olsun istiyorlar (haşa). O’nun istediği gibi değil, bizim istediğimiz gibi bir Allah olsun!. Hep seven, hiç kızmayan, kullarından hiç isteği olmayan, sadece kullarının isteklerini yerine getiren emir kulu bir Allah!. Ve bunları tamamen karşılıksız yapan bir Allah!. Karşılıksız seven, karşılıksız istediklerimizi karşılayan, karşılıksız bağışlayan ve karşılıksız sağlık, sıhhat ve rızık veren bir Allah!. Oh ne ala Mualla!. Varmı üç kuruşa beş köfte?.
Buradan bir sonuç daha çıkıyor ki, o da; Ne olursa olsun, nasıl bir yaşam sürerse sürsün, bir şekilde herkesin bir dine ve inanmaya ihtiyacı var ve bu neredeyse olmazsa olmaz bir zorunluluk. Fakat, bizim müslümanlar için de adına İslam denen bir tek din/hayat tarzı olmasına ve inancıyla olsun, yaşamıyla olsun ve en güzel örnekliğiyle olsun bir tek peygamber/örnek öğretmen olmasına rağmen, herkesin kendine göre uydurduğu, iman ettiği, yaşadığı ve adına İslam dediği birçok din anlayışı var. Gel de çık işin içinden!. Bu karma karışıklık içinde de, kime sorarsan sor, istisnasız herkes ‘Elhamdülillah müslümanım’ diyor. Bu durumda, Allah indinde herkes müslüman/teslim olan olamayacağına göre, Kur’ani bir ifadeyle; “Pez azı hariç, çoğu müslüman değiller ve onlar cehennemliktirler.”
Sonuç olarak ve bugün gelinen nokta itibariyle, koskoca İslam dini, içinde sadece bir cüz olan kul hakkı boyutuna indirgenerek, müslümanların(?) kafasında ve hayatında hiçbir maliyeti, yükümlülüğü, helali-haramı olmayan güdük bir din haline getirilmiştir. Adeta, helali-haramı olmayan ve özellikle hiç haramı olmayan bir din!. Biz İslama uyacağımıza, İslamı kendimize uydurmaya çalışıyoruz. Sloganımız, yani uydurma ayetimiz de hazır; “Zaman sana uymuyorsa, sen zamana uy!”
Şimdi de, Kur’an’da kul hakkıyla ilgili açık ve net bir ayet olmamasına rağmen, kul hakkını anımsatacak bir ayet ile bu konudaki hadisleri sizlere sunmak istiyorum;
“Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” Hucurat Suresi:12
Resûlü Ekrem'e (sav) gene bir insandan bahsetmiştim. Bana şöyle dedi:
-Bana dünyalıktan bir çok şey verilse de, kimseyi kötülükle anmayı sevmem!.. (Ebû Davud, Tırmızî)
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?"
"Allah ve Resûlü daha iyi bilir!" dediler. Bunun üzerine:
"Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!" açıklamasını yaptı. Orada bulunan bir adam:
"Ya benim söylediğim onda varsa, (Bu da mı gıybettir?)" dedi. Aleyhissalatu vesselam:
"Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun. Eğer söylediğin onda yoksa bir de bühtanda (iftirada) bulundun demektir."
Ebu Davud, Tirmizi, Müslim
Hz.Rasulullah buyuruyor ki; “Kim kardeşinin kulağına gittiği zaman üzüleceği bir şeyi bir başkasına söylerse, bu, gıybettir” Kurân‘daki anlatımla “ölmüş kardeşinin çiğ etini yemek”tir!
Abdullah b. Amr hergün oruç tutar, geceleri de Kur’an’ı hatmederdi. Zevcesini ve akrabalarını sürekli ihmal ediyordu. Onun bu halini, hanımı kayınpederine şikayet etti. O da Resulullah’a bildirdi. Peygamber efendimiz, onu huzuruna çağırarak, durumu bizzat tahkik etti. Ve neticede Abdullah’a şu tavsiyeyi yaptı: “Şüphe yok ki eşinin senin üzerinde hakkı vardır. Ziyaretçilerinin, akrabalarının da senin üzerinde hakları vardır. Kendi nefsinin de senin üzerinde hakları vardır. O halde bütün bu hakları eda et!”
Her ne olursa olsun, şunu tekrar, ısrarla ve özellikle hatırlatmakta yarar ki; Nisa Suresinin 48. ve 116. ayetinde de çok açık bir şekilde belirtildiği gibi, Allah (c.c) kul hakkını değil, sadece kedisine şirk koşulmasını asla affetmiyor, diğer günahlardan ise dilediklerini affediyor. Tabii, şirkin ne demek olduğunu, nasıl bir pislik ve ne büyük bir bela olduğunu acil olarak bilmeye ihtiyaç vardır. Şirkin ne demek olduğunu ve şirke nasıl düşüldüğünü bilerek bu konuda azami titizlenen biri, yeğane rabbi olan Allah (c.c)’ı razı etmek için öncelikle tüm temel ibadetleri yapmalı ve sonra da bu ibadetlerin arasını kul hakkını da gözeterek hayırlı amellerle doldurmalıdır. Temel ibadetler bir binanın kolonları ise, kolonlar arasındaki tuğlalar da hayırlı amellerdir, yani diğer ibadetlerdir. Ancak, arada sırada istemeden de olsa yapılan tek tük küçük günahlar olabilir, onu da Allah affeder inşALLAH!.
Sonuç olarak şunu özellikle vurgulamak isterim ki; Eğer bir insan, içinde şirk olmayan bir imanla kurtulanlardan olmak istiyorsa, alemlerin rabbi olan Allah’a (c.c) kayıtsız şartsız ibadet ve itaat etme zorunluluğu vardır. Bunlar olmadan olmaz. Bu iş öyle kul hakkıyla falan olmaz, kendi işkembe-i kübradan uydurduğumuz böyle garip, ucube, güdük ve saçma sapan fikirlerle kurtulanlardan olamayız. Kim ne derse desin, ister uçan olsun, ister kaçan olsun ve ister alim olsun, isterse zalim olsun, bu herkes için böyledir!.
5- Kıyamet Alametleri;
Özellikle son zamanlarda müslümanlar kıyamet alametleri diye bir şey tutturmuşlar gidiyorlar. Başlarına büyük felaketler, musibetler geldikçe, düşman işgalleri ve düşman zulümleriyle karşılaştıkça, kendileri bir şeyler yapmaktansa kıyamet alametlerinden medet ummaya başlamışlardır. Artık dünyada meydana gelen her olayı kıyamet alametlerine yoruyorlar. Olaylara müdahale etmek yerine pasif seyirci durumunda kalarak, eğer bu olaylar düşman tarafların başlarına gelmişse bundan da büyük mutluluk duyuyorlar. Bu, tarihte de böyle olmuştur ve ne zaman insanların başları sıkıştıysa, zor durumda kaldılarsa ilahi dinlerde geçen yalan, yanlış ne kadar yaşanmış veya yaşanacak hikaye varsa, bu hikayeleri muhakkak yaşadıkları zorlu döneme bir şekilde uyarlamışlardır. Bunu yaparken de; “Artık oyun bitti, herşeyin sonu geldi, siz de kazanamadınız, biz de, bu dünya size de, bize de kalmadı” mantığını yerleştirerek zulmeden tarafın azmini ve iştahını kırmayı umut ediyorlar herhalde. Bu tür uydurma düşünceler, kaybeden insanlara moral ve sabır vermesi açısından faydalı olabilir fakat, bu durum o insanları atalete ve pasifliğe sürüklüyorsa çok sakıncalıdır. İşte o çok sakıncalı olan şey, bugün dünya arenasında halen kaybetmeye devam eden müslümanların(!) başlarına da gelmiştir. Bu düşünce, adeta onların başlarını kavak yelleri gibi döndürmekte, ayakları ise yere hiç basmamaktadır. Bu kıyamet alametlerine kendilerini o kadar kaptırmışlardır ki, herşeyi kıyamet alametlerine yormaktan, öteki sade insanlara da gına gelmiştir ve artık hiçbirini takmaz olmuşlardır. Böyle şeyler söylene söylene, ağızdan ağıza dolaşa dolaşa değerini ve ağırlığını kaybetmiştir, yalama olmuştur. Zira, Kur’an ve Peygamberimizin sahih sözlerinden başka herşey ne kadar çok dile getirilirse, değer ve ağırlığını yitirmeye, aşınmaya da o kadar mahkumdur. Bu da böyle olmuştur.
Kur’anda anlatılan asıl kıyamet ne zaman kopar onu bilmiyorum ama, hergün dünyada ölen binlerce insan kendi kıyametini zaten yaşamaktadır. Ölüm nasıl gelirse gelsin, ölüm ölümdür. O yüzden, ha benim küçük kıyametim kopmuş, ha büyük kıyamet kopmuş farketmez.
Bugün müslümanların zikrettiği kıyamet alametlerinin neredeyse tamamı Hz. Peygamberimiz (sav)’in sözlerine dayandırılmaktadır. Ancak bu tür hadisleri anlamada çok büyük bir hata yapılmaktadır. Peygamber de olsa kimsenin <Büyük Kıyametin> ne zaman kopacağının Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği Kur’anda özellikle vurgulandığına göre (belki bin yıl, belki de yüz milyon yıl sonra kıyamet kopacak), Hz. Peygamberimiz (sav)’in kastetdiği asıl kıyamet bu dünyada insanların yaşarken karşılaşacağı kıyamet ve onun alametleridir. Hz. Peygamberimiz (sav), içinde kıyamet alametleri bulunan hadisleriyle aslında; ‘Eğer siz Kur’andan, Kur’an ahlakından ve bunun yaşanmış hali olan benim sünnetimden uzaklaşırsanız, başınıza büyük felaketler, musibetler, dertler, sıkıntılar gelir ve bu yüzden kıyamete benzer büyük acılar çekersiniz!’ diye insanları uyarmak istemektedir. Çocuğu kaybolmuş yada kaçırılmış bir anne-baba için; karnındaki bütün organları canlı canlı alındıktan/çalındıktan sonra bir poşete konulup çöpe atılan bir insan ve onun yakınları için; faiz batağına, borç batağına, fuhuş batağına, uyuşturucu batağına, alkol batağına v.s batağına düşerek hayatı zindan olmuş, psikolojik bunalımlara girmiş ve hayatındaki manevi boşluk yüzünden yaşamak istemeyen intiharı bir kurtuluş olarak gören insanlar ile büyük zulme ve haksızlığa uğradıktan sonra intikamını, hakkını alamayan güçsüz, zavallı insanlar için bundan daha büyük bir acı olabilir mi? Bu onlar için kıyamet değil de nedir?. Çağdaş(!) yaşamın özellikle desteklendiği ülkemizde hergün binlerce genç ölülerle tımarhaneler, hapishaneler, meyhaneler ve kabristanlar dolup dolup taşıyor. Toplumda giderek çoğalan bu felaketler ve acılar neden meydana geliyor, tabii ki Allahın emirlerine uyulmadığı, isyan edildiği için. Çünkü, bizi bizden iyi bilen Allah (c.c) bizim için bu kuralları koymuş; bu kurallara uyarsanız iyi olur, uymazsanız kötü olur demiş. Ama biz sanki çok iyi biliyormuşuz gibi, bu kuralları reddedip kendi kendimize kurallar icad ediyoruz. Sonra da başımıza olmadık belalar, musibetler ve acılar geliyor. Bazı saf, layt ve fırıldak müslümanlar da, demokrasi, insan hakları, özgürlük falan gibi hikayelere kendilerini fazla kaptırıyorlar, bu imkanları(!) birer nimet olarak görerek, kimse kimseye karışmasın, herkes kendi hayatını yaşasın diyebiliyorlar. Ancak, bizi bizden iyi bilen Allah (c.c), yüce kitabı Kur’anı Kerimde tüm uyarılarında (mealen); “Günah ve haram işlemeyin!” diye buyurmuyor, “Günaha ve harama yaşlaşmayın!” buyuruyor. Neden böyle buyuruyor?. Çünkü, günaha ve harama yaklaşınca fren tutmayıp o günahın bir şekilde, er yada geç işleneceğini biliyorda ondan. Günümüzde olduğu gibi, günahlar ve haramlarıyla hayat, istemeden de olsa, iğneli fıçı gibi insanların etrafında ve çok yakınında böyle dönüp durmakta iken; Sokaklar, televizyonlar ve gazeteler bu kadar davetkar, cüretkar, albenili, çekici ve özendirici iken, yan tarafta da ‘Lık Lık Bira’ meyhaneleri dururken ve bütün yollar bankalara doğru çıkarken, insan nasıl olup da bunlardan uzak kalacak ve nasıl olup da onlara direnecek. Siz insanı ne sanıyorsunuz? Sonuçta o da bir insan, melek yada robot değil ki!. Onun da bir dayanma sınırı, eşik değeri vardır. Can/nefis taşımayan bir taşın bile belli bir dayanma sınırı varken!..
Özetle; İnsanın aslında Allahın emirlerine uymamak gibi lüksü yoktur. Hem Allahın emirlerine uymayacak, hem de mutlu ve huzurlu yaşayacak, hayır, bu mümkün değil. ‘Hem ekmek bütün olsun, hem de itin karnı tok olsun!’ olmuyor. Ya herru, ya merru!. Bu kadar basit!..
6- Şefaatçiler Dini;
Fincancı katırlarını ürkütmek açısından çok hassas ve sakıncalı bir konu olmasına ve kaş yapayım derken göz çıkarmak gibi bir tehlikesi de bulunmasına rağmen, hayrının şerrinden daha fazla olacağını Allah (c.c)’dan umarak şu şefaat konusuna da değinmeden edemeyeceğim. Zira, kendine müslümanım diyen, klasik anlamda temel ibadetlerin tamamını yada bir kısmını yapmakla birlikte günlük işlerinde Allah (c.c)’ın helal ve haram ölçülerine pek riayet etmeyen veya bu konuda pek de titizlenmeyen bazı cahil müslümanlar hiç tereddüt etmeden direkt olarak ‘Şefaat ya Rasulullah!’ (Yardım et ya Allahın peygamberi!) diyerek Hz.peygamberimize (sav) yalvarıp duruyorlar. Bu, benim İslami dönüşüm ve gelişim sürecimde ta başından beri çevremdeki insanlardan en çok duyduğum ve en çok garibime giden sözlerden biri olmuştur. Nedeni de, böyle bir dilek/istek Allahın yüce kitabı Kur’an-ı Kerim’den ve Hz.Peygamberimizin (sav) sahih sünnetinden oluşan İslami mantığıma ters geldiği gibi, insani mantığıma da çok ters geliyordu. Çünkü, pozisyon o kadar bariz bir ofsayt ki, bunu farketmemesi için insanın kör, gerizekalı veya çok cahil olması lazımdı. Zira, “Şefaat ya Rasulullah” diyerek peygamberimizden direk olarak yardım istemek, aşağıdaki sebeplerden dolayı İslami kurallara, teamüllere göre ofsayt ve çok sakıncalıdır. Birincisi; Bizler müslüman olarak ancak ‘Allaha kulluk eder ve sadece O’ndan yardım’ dileyebiliriz, O’ndan başkasından kim olursa olsun ilahi bir yardım asla talep edemeyiz, hatta bu, Peygamberimiz (sav) bile olsa. Kim olursa olsun, Allah’dan başkasından yardım istediğimiz zaman bu apaçık bir şirk olur ve niyetimiz ne kadar halis olursa olsun Allah (c.c) da bu şirki/ortaklığı asla kabul etmez ve de hiç affetmez. İkincisi; Semi (her an her şeyi duyan) ve Basir (her an her şeyi gören) sıfatları sadece Allaha aittir ve yeğane Rabbimiz olan Allah (c.c) kim olursa olsun bu sıfatlarını hiç kimseyle asla paylaşmaz, dolayısıyle de bizim halimizi görmeye, taleplerimizi/ dualarımızı işitmeye ve kabul etmeye muktedir olan ancak ve ancak Cenab-ı Allah (c.c)’dır, baskası değildir. ‘Şefaat ya Resulallah!’ (‘Yardım et ya peygamber!’) demekte kötü bir niyet olmayabilir, ama yine de yapılan çok büyük bir yanlış. Bu aynen, bir insanı bilerek öldürüp de ‘ya benim kötü bir niyetim yoktu’ demek kadar abesle iştigal bir şey. Ancak, ‘Şefaat ya Resulallah!’ demek yerine; ‘Ya rabbi peygamberimizin şefaatını bana nasip eyle!’ demek belki daha mantıklı bir söz olabilirdi. Ama, böyle dolambaçlı ve şüpheli şeylere de ne gerek var ki? Her ne istiyorsan, direk olarak alemlerin rabbi olan Allah (c.c)‘dan iste olsun bitsin. Bu kadar basit!. Bu şefaat olayının üçüncü sakıncası da; Her ne kadar muhtelif kaynaklarca peygamberimize ümmeti için şefaat etme yetkisi verildiği söylense de, ana ve değişmez kaynağımız Kur’an-ı Kerimdeki birçok ayette şefaatin kesinlikle hiç kimse için sözkonusu olmadığı açıkça beyan edilmekte iken ‘illa da şefaat vardır’ diye ısrar etmek, zıtlaşmak hiç doğru bir davranış değildir ve bu Allah’a (c.c) apaçık isyandır. Bu adeta, Allaha (c.c) ‘Sen bilemezsin, ancak ben bilirim’ der gibi birşey, haşa!..
“Ey iman edenler! Kendisinde hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerdir.” Bakara Suresi: 254
Kendi şefaati konusunda Hz.Peygamberimiz (sav) de bakın ne diyor; “Ey Kureyş topluluğu, kendinizi Allah'tan satın alın ( Allah'ın azabından koruyun) yoksa ben Allah'ın azabından hiçbir şeyi sizden men edemem. Ey Abdü’l-Menaf oğulları, Allah'ın azabından hiçbir şeyi sizden uzaklaştıramam. Ey Abdülmuttalip oğlu Abbas, senden de Allah'ın azabından hiçbir şeyi men edemem. Ey Peygamberin halası Safiyye, ben, Allah'ın azabından kurtarmak için sana hiçbir yararım olmaz. Ey Muhammed (Sallalahu aleyhi ve sellem)’in kızı Fâtıma, malımdan ne dilersen iste, vereyim fakat Allah’ın azabından hiçbir şeyi senden men edemem.''
Hani nerede şefaat?. En yakınlarına bile şefaat edemedikten sonra, kendisinden sonra yaşamış ve ölmüş canlı olarak hiç görmediği, tanımadığı yabancı insanlara huzur-u ilahide peygamberimiz nasıl şefaat edebilecek ve onları Allah’ın azabından nasıl kurtarabilecek? Bu mantıken hiç olacak şey mi? Benim aklım ve mantığım hiç almıyor vallahi, sizin alıyor mu? Herşeyde mantık aranmaz diyenlere ve şefaatseverlere kesin olarak diyeceğim odur ki; İslam öyle bir dindir ki, mantıksız hiçbir şeyi kabul etmeyecek kadar mantıklı bir dindir...
Bütün bu delillere rağmen, dünyada ve ahirette Allah’dan başkasından şefaat/ilahi yardım umanlara şaşarım. Allah (c.c) mealen; Allah sizin için zorluk dilemez, kimseye kaldırabileceğinden başka ağır yük yüklemez ve sizleri de bu dini yaşayabilecek kapasitede/fıtratta yarattım demesine rağmen, sizler mazeret üretip elinizden gelenin en iyisini yapmadan, bunun için azami gayreti de göstermeden ‘Şefaat Ya Resulullah’ diyerek peygamberimizden direkt olarak yardım/torpil istemeniz ne kadar mantıklı bir davranış? İnsan önce elinden geleni kendisi bir yapar, sonra da başkasından yardım ister. Mantıklı olan da budur. Öyle salla baş, al maaş, olur mu?. Bu gözle bakıldığı zaman, insanın Allah’dan başka en büyük şefaatçisi aslında yine kendisidir. Amel defterindeki Allahın senden razı olduğu amellerin ve senin adına hayır olarak yazılanlardır senin gerçek şefaatçilerin. Hesap gününde ancak bu ameller/ecirler sana şefaat ederek seni korkunç azaptan kurtaracaklardır.
Herşeye rağmen, yine de muallak olan bu şefaat konusunda tedbir olması açısından her ihtimale karşı ölçümüz bana göre şöyle olmalıdır; Bir kul olarak öncelikle elimizden gelenin azamisini kanımızın son damlasına kadar yaptıktan sonra, hesap gününde yine de kurtulmamız mümkün olmazsa veya cennette daha yüksek makamlara çıkabilmemiz için Allah’dan ve O’nun şefaat etme yetkisi verdiklerinin (peygamberlerin veya meleklerin) şefaatine de hayır demeyerek, bunları da can-ı gönülden eyvallah diyerek kabul etmek olmalıdır. Netekim, fazla mal göz çıkarmaz vesselam. Ancak, en baştan Allah’dan başka hiçbir şefaatçinin şefaatine güvenmemek lazım. Yoksa sonumuz hüsran olur...
Bu şefaat konusuna girmemin bir başka sebebi ise, bana göre bu olayın başkaca çok önemli bir sakıncasının daha olmasındandır. O da; Bazı insanlar bu şefaat olayında sınırları zorlayarak o kadar ileriye götürüyorlar ki; “Peygamberimizin şefaat etme yetkisi varsa, Allah dostlarının da şefaat etme yetkisi vardır” diyerek kendi zanlarınca (zannın haktan yana hiçbir değeri yoktur) Allah dostu kabul ettikleri ölü veya diri şeyh, şıh, efendi yada evliya denen insanları aracı edinerek dünyaları ve ahiretleri için hiç sıkılmadan ilahi yardım/şefaat talep edebilmektedirler. Sanki, bu şefaatçilerin şefaat edebileceklerine dair Allah’dan getirdikleri ellerinde hiçbir delilleri, yetkileri ve O’ndan aldıkları diplomaları varmış gibi. Böyle saçma ve korkunç bir şeyi nasıl yapabiliyorlar hayret ediyorum. Dileklerini direk olarak en büyük makama iletmek yerine, aslında hiç var olmayan, Allahın hiç tayin etmediği aracılar/komisyoncular vasıtasıyla makama iletmeye çalışıyorlar. Halbuki, Allah (c.c) bize şah damarımızdan, hatta bize bizden daha yakındır ve dualarımızı direkt olarak işitmeye ve yerine getirmeye de muktedirdir. Tabii, ettiğimiz duaların kabul edilmesi de; Allaha hiçbir şeyi ortak koşmadan dosdoğru iman etmiş olarak Allahı hoşnut/razı edecek salih ameller işlememize ve O’nun dosdoğru/salih bir kulu olabilmek için göstereceğimiz iyi niyete ve samimiyete bağlıdır. Eğer, siz bunları hiç yapmadan Allaha dua edip O’ndan yardım isterseniz ve O da size yardım etmezse o zaman hiç şaşırmayın ve de hiç kusura bakmayın. Bilesiniz ki, bu konuda Allah (c.c)’ın sünneti/adeti özetle şudur; Sen önce O’na bir adım atacaksın, sonra O da sana iki adım atacak. Duayla ilgili olarak bir hususu da sizlere hatırlatmakta çok yarar görüyorum ki; Tapmanın, kulluk ve ibadet etmenin bir anlamı da dua etmektir. Duanı/talebini direkt olarak sen kime iletiyorsan, ona tapıyorsun, kulluk ve ibadet ediyorsun demektir. Siz ister inanın, ister inanmayın, ister kabul edin, ister etmeyin, bu böyledir. Eğer, Allah (c.c)’dan hakkıyla korkuyorsanız ve olayın ciddiyetinin gerçekten farkında olarak sonunuzun ne olacağı konusunda söğüt yaprağı gibi titriyorsanız itiraz etmek yerine halinizi derhal düzeltirsiniz, sonra da Allah sizden, siz de Allahdan razı olarak cennetine girebilirsiniz, inşallah!..
“(Allah,) Geceyi gündüze bağlayıp-katar, gündüzü de geceye bağlayıp-katar, güneşi ve ayı emre amade kılmıştır, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir. İşte bunları (yaratıp düzene koyan) Allah, sizin Rabbinizdir; mülk O'nundur. O'ndan başka tapmakta olduklarınız ise, 'bir çekirdeğin incecik zarına' bile malik olamazlar. Eğer onlara dua ederseniz, duanızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet gününde ise, sizin şirk koşmanızı tanımayacaklardır. (Bunu her şeyden) Haberi olan Allah gibi sana (hiç kimse) haber veremez.” Fatır Suresi: 13-14
“Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. Onlar için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarlar” En’am Suresi: 51
“Allah'ı bırakıyorlar da, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek olan şeylere tapıyorlar (yalvarıyorlar) ve "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir." diyorlar. De ki, "Siz Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.” Yunus Suresi: 18
“Allah O'dur ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra Arş üzerine istiva buyurmuştur (hakim olmuştur). Sizin için O'ndan başka ne bir dost vardır, ne de bir şefaatçi! Artık düşünmeyecek misiniz?” Secde Suresi: 4
“Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: "Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (böyle yapacaksınız)?" De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz." Zümer Suresi: 43-44
Kendi kendilerine direkt olarak Allaha ulaşmaya güçleri yetmeyip O’na ancak bir aracı vasıtasıyla ulaşabilen zavallı şefaatseverlerin yukarıdaki ayetlerde zikredilen kapı gibi delillere rağmen, bu delillere bakmadan, üzerinde iyice düşünmeden ve tefekkür de etmeden ne diyeceklerini şahsen ben bizzat yaşadığım için çok iyi biliyorum. Suçlayıcı bir tavırla direk olarak diyeceklerdir ki; Yoksa sen Hz.Peygamberimizin, dolayısıyle de Allah dostlarının şefaat edeceğine inanmıyormusun? Be adam, ben inansam n’olacak, inanmasam n’olacak, bu önemli mi sanki, asıl önemli olan Kur’anın ne dediği, değil mi?. Alimler, “şefaat var” diyorlar ama!. Alimler de yanılamaz mı, onlar da insan değil mi, yoksa onlar Allah (c.c) gibi hata yapmaktan münezzeh mi (haşa) ?. Ayrıca, niye siz de kendi çapınızda bir alim olmaya çalışmıyorsunuz, neyiniz eksik, siz geri zekalı mısınız? Eğer öyleyiz diyorsanız, ben de diyorum ki; Dünya işlerinde ve başka işlerde pek akıllı, maharetli ve beceriklisiniz ama!..
Biz müslümanlar, esasen tembel ve torpili/kayırılmayı çok seven bir millet olmamız hasebiyle bu şefaat olayını da o kadar çok sevmişiz ki, bizim için bu adeta bir can simidi olmuş. Bu şefaat olayını ilk olarak kim ortaya attıysa helal olsun vallahi!. Zira, her şeyde olduğu gibi, bu şefaat olayında da insanoğlu açık bir kapı bulmuş, vur deyince derhal gözünü çıkararak mel’un şeytanın da tazyikiyle bulduğu bu açık kapıyı genişletmiş de genişletmiş. Bütün kırmızı çizgileri, bütün sınırları zorlamış, en sonunda da yerle bir etmiştir. Aslında, bu durum, haktan yana da böyledir, batıldan yana da böyledir. İnsanın hayal dünyası geniştir, yönü ne tarafa bakıyorsa, orasını genişletir de genişletir, zenginleştirir de zenginleştirir. Tutabilene aşk olsun!. Allah’dan başka kimse tutamaz, vallahi. Netekim, “insan hayalleri ile yaşar” derler...
Yine bu şefaatseverlerden toplum içinde dindar olduğu sanılan ve böyle geçinen bir grup da var ki, tam bir Peygamber aşığı. Ancak, bu öyle bir aşk ve kara sevda ki; Peygamberin Allah’dan getirdiklerine, yaptıklarına ve O’nun ulvi davasına değil; onun görüntüsüne, heybetine, boyuna posuna, gül yüzüne, kokusuna, ayağının tozuna, saçına, sakalına, terine, tükürüğüne, büyük ve küçük abdestine kadar O’nun tamamen her insanda varolan fıtri özelliklerine yönelik bir aşk ve kara sevda. Peygamberimizin (sav) bu fıtri/beşeri özelliklerini o kadar yüceltmişler ve kutsallaştırmışlardır ki, O’nu bir insan olmaktan çıkarıp adeta melekleştirerek O’nu kendileri için yaşanacak güzel bir örnek olmaktan çıkarıp atmışlardır. Ve bu yüceltme de o kadar aşırı boyutlara vardırılmıştır ki, Allahın açık ayetine muhalefet ederek tam tersi bir sözü kutsi hadis diye uydurmakta bile hiçbir sakınca görmemişlerdir. O yanlış söz de, hepimizin en çok duyduğu; “Habibim, Sen olmasaydın Alemleri Yaratmazdım” sözüdür. Asıl doğrusu ise Allahın içerisinde hiçbir şeyi eksik bırakmadığı yüce Kur’an-ı Kerim’de tam tersi şeklindedir; “(Ey Muhammed!) biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” Enbiya Suresi:107 Doğru olan, mantıklı olan da budur. Çünkü, Hz. Peygamberimiz (sav) halihazırda yaratılmış, var olan alemlere rahmet/yol gösterici olarak gönderilmiştir. Öyle değil mi? Bir düşünün hele...
Ayrıca, aşırı yüceltmeci şefaatsever peygamber aşıklarının, Hz.Peygamberimizin (sav) sanki bu yönde sahih bir sözü varmış gibi, bütün arzuları ve dilekleri O’nun gül yüzünü görmek, misk-i amber kokusunu duymak ve O’nun ayağının tozu olmaktır. Ama, hiç düşünmezler mi bilmem? Eğer, insanlar için önemli olan ve ihtiyaç duyulan O’nun mesajı değil de, O’nun bu beşeri özellikleri olsaydı Allah (c.c) onu hiçbir zaman öldürmez, kıyamete kadar şağ tutar, insanlar da O’na bakar bakar aşklarıyla tatmin olur dururlardı, öyle değil mi?. Ama maalesef her beşer gibi O da öldü ve bunu kabullenmekten başka yapılacak hiçbir şey yok. Hz.Peygamberimizin öldüğünü kabul etmek istemeyenlere Hz.Ebubekir (ra) efendimiz bakın ne güzel demiş; “Kim Hz. Muhammed'e (s.a.v.) tapıyorsa bilsin ki o öldü. Kim Allah (c.c)'a tapıyorsa bilsin ki, hiç bir şey yokken O vardı ve herşey yok olsa da O var olacak”.
O’nun öldüğünü bir türlü kabul etmek istemeyen peygamber aşıkları ise platonik bir aşkla “Gel ey sevgili, özledim seni, senin için yandım tutuştum, öldüm, bittim, kül oldum, ziyan oldum, mafoldum, kurtar bizi vs.” diyerek O’nun için ne şiirler, ne şarkılar, ne methiyeler düzüp duruyorlar. Son zamanlarda bu modadan istifade ederek bu işten bayağı kolay para kazananlar da var. Hem de çok kolay. Bu adeta yeni bir sektör olmuş. Eski yanık şarkılara, türkülere İslami sözleri uyduruver yeter. Şimdi de internetten bulduğum büyüklere ait aşk ilanlarından bazılarını sizlere sunmak istiyorum;
"Ya Rasulallah andolsun bugün hasret ve ayrılık derdiyle perişanım. Bana yardim et! Aşk ateşine tutuldum. Bugün adeta ateş olmuş gibiyim. Suri ve maddi uzaklık sebebiyle. Bugün canim yanıyor. Elimden tut ve bana merhamet eyle! Çünkü ben isyan denizine batmışım. Ancak islediğim günahların hepsine pişmanım bugün."
"Senin aşkınla gönül kan oldu, kana boyandım ya Rasulallah! İçimdeki bu yanan ateşe nasıl dayandım bilemem. Ben ezel bezminden beri sürüp gelen bir çığlık gibi hasret ateşiyle kavruluyorum. Güzel yüzünü gösterip beni ferahlat ki yanıyorum ya Rasulallah!"
"Selvi boylu ve güzel yürüyüşlüsün sen. Sular herhalde sana aşık olmalıdır ki hiç durmadan sana doğru akıyorlar." (Nitekim sairin yaşadığı Bağdad'daki Dicle ve Fırat'ın suları Medine tarafına doğru akmaktadır.)
"Aşkının hastası olalı beri ebedi hayatı buldum. Senin aşkının derdi hasta gönlüme devadır ya Resulallah. Bu derd kalbimi gül gibi açtırır ve senin aşkının ömrünü artırır. Senin derdin senin askın hem gönül acar hem cana can katar"
Vallahi hiç boşuna beklemeyin, aşkınızdan ne kadar yanıp tutuşsanız da O bir daha geri asla gelmeyecek, çünkü, vazifesini hakkıyla yaptı ve gitti. Buna Allah (c.c) da, sahabileri de şahittir. (Kur’ana ve veda hutbesine bakın).
Ya kardeşim, Peygamberimizin (sav) bütün derdi, misyonu, davası bu muydu, Allah aşkına?. O, esasen hakkı batıldan ayırmak üzere dünya insanlarına “la ilahe illallah” ın gerçek mahiyetini dobra dobra öğretmek, yaşayarak göstermek ve bu ağır sözü yeryüzünde hakim kılmak ve bununla birlikte insanların dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayabilmek için alemlere rahmet olarak gönderilmedi mi? Müslümanların görevi de bu misyonu canla başla çalışarak devam ettirmek, kıyamete kadar da bu davanın yılmaz davacısı olmak zorunda değil mi?.
Hz. Peygamberimiz (sav)’i bende çok seviyorum, hatta belki sizden de daha çok, zira ondan bahsettiğim veya bahsedildiği zaman çok duygulanıyorum bazen göz yaşlarıma bile hakim olamıyorum. Fakat, ben sevgili Peygamberimizi O’nun beşeri özelliklerinden dolayı değil, bizlere doğru yolu göstermek ve bizleri cehennem ateşinin korkunç azabından koruyabilmek için alemlere rahmet olarak gönderilmesinden, bu yalın gerçeği insanlara anlatabilmek için taşıdığı ağır yükden, bu uğurda çektiği müthiş acılardan, sıkıntılardan, ta çocukluğundan itibaren Allahın hikmeti ve imtihanı gereği aile efradının ve kendisine dayanak olan çok sevdiği insanların çoğunun erken yaşta ölümü üzerine yaşadığı acılardan, döktüğü gözyaşlarından dolayı çok seviyorum ve çok sayıyorum. Bugün düşünüyorum da, O’nun taşıdığı bu ağır yükü kim taşıyabilir, O’nun çektiği acılara, sıkıntılara kim ve hangi beşer dayanabilir. Şahsen, düşünmek, tasavvur etmek bile beni çok yoruyor ve çok korkutuyor.
Sonuç olarak, Hz.Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sav)’i saygın kılan ve yücelten şeyler, O’nun üstünde bulutlar dolaşması, gölgesinin yere düşüp düşmemesi, tuvalet gidip gitmemesi, tükürüğünün, abdest suyunun şifa olup olmaması gibi beşeri özellikleri değil; Risalet/peygamberlik misyonudur. Bu misyonu, yani tevhidi yeryüzüne hakim kılmak için hayatı boyunca O’nun çekmediği çile, insanlardan görmediği zulüm kalmamıştır. Ancak, sonradan gelen bazılarının yaptığı gibi nefis terbiyesi yapacağım diye de kendi kendine hiçbir zaman zulüm etmemiştir. Zira, nefsimizin de üzerimizde hakkı vardır, imkanımız varken nefsimizi keyfi olarak dünya nimetlerinden –aşırıya/israfa kaçmamak kaydıyla- mahrum etmek ona ve kendimize yapmış olduğumuz en büyük zulümdür. Eğer, zulüm başkasından gelirse o başka, gücümüz yettiği oranda zulme karşı koymaya çalışırken sabır ve sebat göstererek katlanmaktan ve sabretmekten başka yapılabilecek bir şey yortur. O zaman başa gelen çekilir. Fakat, keyfi olarak asla!
Ve şunu da ilave etmek gerekir ki; Hz.Peygamberimizin, ‘Benim arkamdan ağlayın, hayıflanın, göz yaşı dökün, bana aşık olun, benim için yanıp tutuşun’ diyen tek bir hadisi de yok maalesef. Fakat, beni örnek alın, sünnetime uyun diyen birçok hadisi var. Ayrıca, yine Peygamberinize uyun, itaat edin ve örnek alın diyen birçok Kur’an ayeti de var. Zira, Peygamberler sadece örnek alınmak için gönderilmiştir, süs olsun diye değil!..
Kadınlar ve Örtünme Meselesi;
Müslüman olma sürecinde, İslamı doğru tanıma ve anlama gayretleri çerçevesinde yapmış olduğum çalışmalar ve gözlemler sonucunda iş gelip kadınların örtünmesi konusuna da dayandı. Belki de bu sebepten, bu konu ülke gündeminden hiç düşmüyor. Kadınların Allahın emirlerine uymadıkları için kazandıkları çok büyük günah ve vebal yüzünden onlar adına üzülmem yanında, ben ve benim gibi kendine müslümanım diyen insanların dinini ihlaslı bir şekilde yaşayabilmeleri ve toplumun geleceği açısından kadınların örtünmesi konusunun çok önemli olduğu sonucuna vardım. Çünkü, İslam toplum dini ve Hristiyan din adamları gibi manastırda veya insanlardan uzak kapalı bir yerde yaşanacak bir din değil. İnsanlardan uzak kapalı bir yerde istediğiniz gibi yiyip, içip, giyinip, istediğiniz gibi hareket edebilirsiniz. Ancak, toplum içine çıkarken bazı kurallara ve ölçülere riayet etmeniz gerekir. İslam dininin ölçülerine göre de bir kadının örtünmesi olmazsa olmazdır. Hz. Ayşe (ra) annemizin de dediği gibi; Eğer bir kadın Nur Suresine inanıyorsa ve ben müslümanım diyorsa, şartlar ne olursa olsun muhakkak örtünmesi, kendini namahrem erkeklerden sakınması ve saklaması gerekir. Eğer müslüman değilse, müslüman olmayan bir ülkede istediği gibi giyinebilir, istediği gibi davranabilir. Zaten öyle bir toplumun kaybedeceği fazla bir şey kalmamıştır, kaybedeceğini kaybetmiştir. Bir eksik, bir fazla farketmez..
Müslüman(!) olup da, müslüman bir ülkede yaşayan kadınlar her nekadar böyle giyinmekten ve bu hayat tarzını yaşamaktan memnun gibi görünseler de netice itibariyle bu hayatın en çok sıkıntısını ve çilesini yine onlar çekiyorlar. Atlar tepişir, olan eşeklere olur misali; fiziki olarak erkeklerden daha güçsüz olarak yaratılmış olan kadınların, Allah’ın onlar için İslam dini ile uygun gördüğü yaşam tarzını reddederek başka bir yaşam tarzını tercih ettiği için, bu dinin sağladığı koruma kalkanının dışında kalan kadınlar her türlü tehlikeye ve saldırıya açık hale gelmişlerdir. İslama göre bu şekilde çırılçıplak ve korumasız kalan kadınlar batıl ve batılı yaşam tarzının ürettiği, sapıttırdığı, vahşileştirdiği insanlar tarafından alınıp satılan elden ele dolaşan bir oyuncak olmuşlar, fuhuş batağına sürüklenmişler, yaşlarının kaç olduğuna bakılmaksızın tecavüze uğramışlar, fıtratına uygun olmayan bu yaşam tarzı yüzünden birçok psikolojik rahatsızlıklara düşmüşler, uyuşturucu, alkol, sigara, hap vb. maddelerin bağımlısı olmuşlar, bazıları evlenip bir yuva kuramamışlar, bazıları evlilikte huzuru bulamamış ve bazıları da şiddetli geçimsizlikten dolayı boşanmak zorunda kalmışlar, dul olmanın verdiği sıkıntılar yetmezmiş gibi bir de boşandıkları kocalarından kurtulamayıp onların saldırılarına maruz kalmışlardır. Aslına bakarsanız bu hayatın sıkıntısını kadın, erkek, çoluk, çocuk herkes çekiyor. Bütün bu olumsuzluklarına rağmen, insanın bu kıskaçtan, bu garip döngüden ve zincirlerinden kurtulabilmesi çok zor. Kurtulmayı bırak, nasıl bir girdapın içinde kaldığını, nasıl bir kumpasın içinde olduğunu bile farkedebilmesi çok zor. Başka bir hayat görmediği için, balık nasıl suyun içinde yaşadığını bilmiyorsa, insanın da nasıl bir hayatı yaşadığını, bu hayatın kendisini kurtuluşa mı, yoksa felakete mi götüreceğini farkedebilmesi çok zor. Çünkü, bu hayatın başka bir alternatifini görmemiş, içinde doğduğu toplum tarafından sana en uygun olan yaşam tarzı bu denmiş, çeşitli reklamlarla, telkinlerle ve eğitim araçları ile buna inandırılmış olan insanın başka bir hayat tarzını tasavvur edebilmesi çok zor.
Bu yaşam tarzının verdiği sıkıntıyı, huzursuzluğu, güvensizliği ve düzensizliği bile insanın farkedebilmesi çok zor. İnsanlar ancak, bu yaşam tarzından kaynaklanan intihar, uyuşturucu, alkoliklik, kumar, satanizm, tecavüz, salgın hastalıklar, ağır psikolojik ve fiziki rahatsızlıklar ile bu yaşam tarzının yetiştirdiği ve gerçek Allah korkusuyla sorumluluk duygusu taşımayan, kolay yoldan zengin olmayı düşünen insanlar yüzünden deprem, sel felaketi, vs. gibi büyük felaketlerdeki çok aşırı yıkımlarda, sorgulamaya ve hesap sormaya başlıyorlar. Tabii ki, olaylara yine yüzeysel yaklaşıyorlar, yaygın ve salgın bir hastalığı münferit bir olaymış gibi değerlendirerek, sorumluları cezalandırmakla herşey düzeliverecekmiş gibi düşünüyorlar. Azında azı bir müslüman kesim dışında toplumun tamamının potansiyel bir tehlike durumunda olduğunu, bu suçları her an herkesin işleyebileceğini düşünemiyorlar. Kendilerini dürüst sanıp, kendi kusurlarını, kaçamaklarını, yanlışlarını, haksızlıklarını ve suistimallerini görmeyerek hep başkalarını eleştiren bazı insanlar bu tesbite itiraz edebilir ama bana göre, az veya çok herkesin bir bedeli, eşik değeri vardır, kimisi aza teslim olur, kimisi de çoğa teslim olur. Ancak, Allah’tan hakkıyla korkanlar Allah’tan başka mal, mülk, para, makam, kadın vs. gibi şeylere asla teslim olmazlar ve satın alınamazlar.
Yavaş yavaş herşeye alıştığımız için bu yaşananlar aslında hepimize zamanla normal gelmeye başlıyor. Yüz, yüzelli sene öncesine kadar bizimle aynı kanı taşıyan atalarımız zamanında, neden neredeyse hiç suç işlenmiyormuş?. 1800’lerde İstanbul’da görev yapmış Avusturya Büyükelçisi kaldığı yedi yıl boyunca gözlemlediği İstanbul halkının bırakın kavgasını, birbirini öldürmeyi, onların tartıştıklarına bile şahid olmamış, bir iki tane istisna durumla karşılaşmış, araştırdığında onların da gayri müslim olduklarını görmüş. Ne olduysa, bu mümtaz ve nazik insanların torunları olan bizler heran kavga etmeye, dövmeye, tecavüz etmeye, işkence etmeye ve öldürmeye hazır durumdayız. Nereden nereye!. Bizi bu hale getirebilenlere helal olsun, büyük başarı vallahi!. Gayri müslimlerin gerçekleştirdiği düşman işgallerinde başını açmamak için kellesini veren kadınlarımız bugün o düşmanların torunları ile evlenmekte, onlarla gayri meşru ilişkilere girmekte, porno filmler çevirmekte, hatta onlarla toplu haltlar işlemekte hiçbir sakınca görmüyorlar. Bunları haberlerden duyuyoruz, okuyoruz. Peki, bugün kızlarımız düşmanları ile, bu sünnetsizlerle böyle rahatlıkla yatağa girebilecek olduktan sonra, dedeleri onlarla neden savaştı ki!. Çok büyük fedakarlıklara ve acılara katlanarak savaşıyorsunuz, galip geliyorsunuz, ancak sonuçta uğruna savaştığınız tüm değerlerinizi kaybediyorsunuz. Bu nasıl iş anlamadım.. Kurtarılmış bir toprak, fakat üzerinde yaşayanlar aslından uzaklaşmış, başkalaşmış ve ne idüğü belirsiz bir toplum olmuş. Kazandık mı, kaybettik mi, sevinsek mi, üzülsek mi, bilemiyorum. Herhalde kaybettik ve bunun için üzülmeliyiz. Çünkü, önemli olan üzerinde yaşanılan toprak değil, uğrunda savaşılan insandır, onun değerleridir. Onlar kaybedildikten sonra toprağın, malın, mülkün ne kıymeti var ki!.. Bu durumda o toprağın, malın, mülkün üstüne ancak başka birşey yapılır!. S.çılır…
“David Beckham'ın, aralarında Dilek isimli bir Türk'ün de bulunduğu üç kadınla aynı anda birlikte olduğu öne sürüldü.” Basından.
“Seks organizatörünün ajandası panik yarattı
BIR üniversitede okutman olan Gönül D. isimli kadın, Yasemin T. ve Q kızı Şimal G. ile, biri Ankaralı, ikisi İngiliz işadamıyla grup sekse katıldı. Çılgın geceye ait fotoğrafların çekildiği makine ise kayboldu” Basından
“Bild gazetesinin Sibel Kekilli’nin daha önce porno filmlerinde oynadığını yazmasından sonra, Kekilli’nin ailesi ile arası bozulmuştu.” Basından.
'Kapanmayı istiyordum'
Alman Focus dergisine konuşan Sibel Kekilli, çocukken kapanmak istediğini, 36 duayı ezbere okuduğunu anlattı
FRANKFURT Milliyet
Berlin Film Festivali'nde 'Duvara Karşı' filmiyle önce Altın Ayı, ardından da Bambi Ödülü'nü kazanan oyuncu Sibel Kekilli, Türk kızlarını özgürlüklerine sahip çıkma yolunda cesaretlendirmeyi hedeflediğini açıkladı.
Kekilli, Alman Focus dergisinin 'Kadın özgürlüğü, İslam, entegrasyon ve kimlik' konusundaki sorularını yanıtladı. Kekilli, "Neden, kendinizi eşitlik ve özgürlük savaşçısı olarak görüyorsunuz?" sorusuna şu yanıtı verdi: "Bu role aday olmamıştım. Ancak özgürlüğümü kazanmayı başardım. Bugün birçok Türk kökenli genç kız için, örnek haline gelmek bana onur veriyor. Bu kızlara cesaret vermek ve 'Kendi hayatınızı yaşayın, bu herkesin hakkı!' mesajını vermek istiyorum." dedi. Almanya'daki Türk kökenli genç kızların baskı altında olduğunu iddia eden Kekilli, dini kurallar ve Kuran'ın bu baskılarda 'bahane' olarak kullanıldığını ileri sürdü.
'İnancımı kaybettim'
Kendisini 'kökleri Türk bir Alman' olarak tanımlayan Kekilli, küçükken 36 duanın Arapçasını ezbere bildiğini, İslam dinine hayran olduğunu, hatta tamamen kapanmak istediğini, ancak, artık inancını kaybettiğini söyledi.
Almanya'daki Türklerin son zamanlarda kendi içlerine kapandıklarını da vurgulayan Kekilli, entegrasyon konusunda hem Almanların hem de göçmenlerin hata yaptığını savundu.
Herşey karmakarışık olmuş, özgürlük kavramı bile ne hale gelmiş, nasıl anlaşılır hale gelmiş. Hayvanların bile yapmadığı rezillikleri yapmak ne zamandan beri özgürlük olmuş. Allah’ın; “…onlar hayvan gibidirler, hatta ondan da aşağıdırlar” sözüne ne kadar uygun düşüyor. Ben de ateist, dolayısıyle aşırı olmayıp orta yollu komünist olduğumun ilk dönemlerinde bütün prangalarımdan kurtulduğumu sanarak kendimi çok özgür hissettiğimi ve bu heyecanla mutluluğumu herkesle paylaşmak istediğimi çok iyi hatırlıyorum. O zaman bana göre özgürlük buydu.. Demekki özgürlük kavramı herkese göre değişiyor. Özgürlük ve doğru bir tane olabileceğine göre, biri dışında geri kalanların hepsi ya kendini kandırıyor yada birileri tarafından kandırılıyor.
Komunist deyince aklıma geldi. Bugün dinlediğim yaşanmış bir olayı sizlere anlatmak istiyorum. Bana anlatan da olayı bizzat yaşayan rahmetli İslamcı yazar Ercüment Özkan’dan (Allah ondan razı olsun) dinlemiş. Bundan yıllar önce, polisler topladıkları sağcıları, solcuları, İslamcıları ve adi suçluları aynı nezarethaneye atmışlar. Akşam olunca öyle soğuk olmuş ki, içlerinde solcu olan iki kız arkadaş da ısınmak için birbirlerine sokuluyorlarmış. E. Özkan da dayanamamış, bekçiden kızlar için bir battaniye ile bir iskemle istemiş. Gardiyan da istediklerini vermiş. Kızları bir iskemleye oturtup güzelce battaniyeye sarıp sarmalamışlar ve o şekilde sabahı etmişler. E. Özkan ile bu kızlar daha sonra da görüşmeye başlamışlar ve kızlar zamanla tam bir müslüman olmuşlar ve örtünmüşler. Daha sonraları ise, şakacı olan E. Özkan bu kızları her gördüğünde, gülerek “Ya kızım, komünist olacak ne vardı?” diye onlara takılırmış!!!
Yukarıdaki gazete haberini incelemeye devam etmek istiyorum. Çünkü, genel durumumuzu çok iyi yansıtıyor. Ailesinin cahilce ve muhtemelen İslami olmayan baskılarından kurtulan ve her haltı işleyerek özgürleştiğini sanan zavallı kızımız kendini başkalarına da örnek gösterebiliyor. Nedense, bu yabancılar da bizim aşırı özgürleşen müslüman(?) kızlarımızı ödüllendirmekte hiç nankörlük etmiyorlar. O kıytırık ödülleri başkaları daha çok hak etmesine rağmen, sırf bizim aşırı özgür ve saftirik kızlarımızı ödüllendirebilmek için haksızlık yapmakta da bir sakınca görmüyorlar. Herhalde denizin aşırı baskısından kurtularak kendini dışarı atan, çırılçıplak ve bir başına kalan müslüman kız balıklarını bu şekilde teselli ediyorlar. Bu ne büyük kadirşinaslık yarabbim, insanın gözleri yaşarıyor!..
İlk özgür kızımızı da 1940’larda dünya güzeli seçerek ödüllendirmişlerdi. Dünyada en popüler ve en sevilen insanlarımız, ya bu aşırı özgür kızlarımızdır, yada bunları aşırı özgürleştiren organizatörlerimizdir. Özgürlüğünü böyle çok garip ve aykırı bir şekilde yaşayan insanların İslami bir konuda ahkam kesmeleri de çok garip!. Kızımız 36 duayı ezbere biliyormuş, ezbere olan bir şey ancak bu kadar yaşanabilir. Zaten bizim herşeyimiz ezbere ve kulaktan dolma.. Buna rağmen ahkam kesmekte hiç tereddüt etmiyoruz. Gördüğümüz her yanlışı İslamdan sanıyoruz. Bu şekilde davranarak İslamı cezalandırdığımızı sanıyoruz, ancak bunda İslamın bir kaybı yok ki, kaybeden yine biz oluyoruz. Valla, güneşe küsmemiz veya kızmamızın güneşin hiç umurunda olmaz, isteyeni ısıtır, istmeyeni ısıtmaz, isteyene yol gösterir, istemeyeni de karanlıklarda bırakır, bu kadar basit!. Aynı Kur’an gibi! İsteyene yol gösterir, istemeyeni de kör karanlıklarda bırakır.
Uyanın ey kızlarımız, kadınlarımız, üzerinizde oynanan hain ve kirli oyunları farkedin artık!.
Okullarımızda da nedense aşırı özgürleşmeye çalışan kızlarımıza okuma izni veriyorlar da, özgürleşmek(!) istemeyenlere vermiyorlar. Verilen özgürlüğün sınırları o kadar geniş ki, fuhuşun, alkolün, uyuşturucunun, aids’in, satanizmin ve şiddetin ilkokullara kadar inmiş olması onları hiç rahatsız etmiyor, geçmişte helak olan toplumların ileri gelenleri gibi onlar da o kadar inatçılar ki, toplumun tamamı ziyan olsa bile doğruluğundan asla şüphe etmedikleri prensiplerinden asla taviz vermiyorlar. Yaptıklarına o kadar inanmışlar ki, toplum tümden kafayı yese, felaketlere sürüklense de, düşen ateşlerin söndürdüğü ocaklar ne kadar çoğalsa da, insanlar acıdan adeta inim inim inlese de, ettikleri zulüm yüzünden sebep oldukları bütün bu kötü manzaralara rağmen, memleketin herhangibir yerinde meydana gelen bir terör olayı için koca koca adamlar hiç utanmadan ve de düşünmeden; ‘Bunlar bizim huzur, güven, istikrar, birlik ve beraberliğimizi bozmak isteyen iç ve dış mihraklardır, vs...’ gibi beyanatlar verebiliyorlar. Ama kimse sormuyor ki; Benim yüreğim yanarken, acı, ızdırap, yokluk ve sıkıntı çekerken, kardeşim sen hangi huzurdan, güvenden, istikrardan, birlik ve beraberlikten bahsediyorsun, olmayan şey bozulur mu, yoksa siz olması gerekenin mi bozulmak istendiğini söylemeye çalışıyorsunuz?. Olması gereken öyle değil işte, gerçekler sizin bildiğiniz gibi değil, millet mutlu, huzurlu ve barış içinde değil, aksine hiçbir ilacın, hiçbir gücün (Allah’dan başka) çare olamadığı çok büyük psikolojik sıkıntıları var. Sizin yaptığınız adeta, hayattan yılmış ve intihar etmek üzere olan birine memleketteki huzur, güven ve barış ortamından bahsetmek kadar abesle iştigal bir durum!.
Toplum felakete, toplumsal kıyamete <huzur, güven ve İslami ahlak olmayan bir yerde muhakkak toplumsal kıyamet vardır> doğru sürüklense de, bazı büyük başlar istikameti ve buna göre prensipleri belirliyorlar, diğerleri de koro halinde, doğru mu yanlış mı demeden tam bir itaatle rablerine, ilahlarına ibadet ediyorlar. Bu şekilde Allah’tan başkasına ibadet ettikleri çin İslam dininden çıkıp başka bir dine girdiklerinin bile farkında değiller zavallılar.. Bu zavallı ve kibirli insanlar mazlumlar karşısında kendilerini çok güçlü ve çok kudretli sanabilirler fakat, yaradan Allah tarafından bakıldığında ne kadar küçük, zavallı ve aciz oldukları sırıtır durur. O kadar ki, vücudlarındaki can kuşunu tutmaktan bile acizler. Peki o zaman hakka karşı bu kadar büyüklenmek, kibirlenmek ve isyan etmek niye?. Ben anlayamıyorum!..
Benim İslama yeni yeni ısınmaya başladığım ilk dönemlerde koca koca devlet adamlarının tv’lere çıkıp da her iş bitmiş, memlekette başka bir mesele kalmamış gibi liselerde ve üniversitelerde okuyan kızların başörtülerine kafayı takmış olmaları garibime gitmeye başlamıştı. Eğer iyi niyetlilerse, maksatları toplumu korumaksa, batılı hemcinslerinden bile fazlaca ve aşırı bir şekilde açılıp saçılan, hatta d.nsuz gezen, erkekleri azdıran, onlarla her haltı işleyen, toplumun ahlakını bozan kızlara neden hiç karışmıyorlardı. Okullardaki bazı milliyetçi ve muhafazakar öğretmenlerde bundan rahatsız olmalarına rağmen, iftiradan korktukları için bu aşırı özgür kızlarımıza karışamıyorlardı. Anladım ki, bunların niyeti üzüm yemek değil, sadece bağcıyı dövmek. Eğer millet olarak başımıza bir felaket gelip de yok olup gitmezsek yakında insanların nesebi, yani çocukların gerçek babalarının kim olduğu bilinemeyecek, herkes kağıt üzerindeki babasına ve çocuğuna şüpheyle bakacak. İnsanlarımız; ‘Acaba bu benim çocuğum mu, yoksa baskasının mı veya acaba bu benim gerçek babam mı, yoksa benim babam başkası mı?’ diyerek kendi kendilerini yiyip bitirecekler ve kadınların beyanına da asla güvenemeyecekler. Çünkü, toplumda güven bir kere sarsıldımı, onu tekrar tesis etmek çok zordur, hatta imkansızdır.
“Babalık testi yaptıranlar arttı
Ankara Üniversitesi Adli Tıp’a babalık testi için özel başvuran şüpheci babaların sayısı 2003’te yüzde 54’tü, 2004’ün ilk 6 ayında bu oran yüzde 80’e çıktı. Test isteyen erkeklerin yüzde 18.8’i, çocuğunun gerçek babası olmadığını öğrendi.” Basından
Kötü ve bozuk olan herşeyde Avrupaya yetiştik, yakında onları da sollayacağız göreceksiniz. Tutmayın bizi tam kaptırmış gidiyorken!. Uyuşturucu, alkol, sigara kullanımını ve fuhuşla birlikte AİDS olma yaşını çok küçük yaşlara kadar düşürmemize rağmen hala ilerleyemiyoruz her nedense!. Bütün kabahat türbanlılarda, onlar yüzünden ilerleyemiyoruz. Onların türbanları yaptığımız motorların dişlilerine dolanıyor, yaptığımız uzay mekiklerinin rotalarını bozuyorlar, yaptığımız robotların hafızasını karıştırıyorlar, yetiştirdiğimiz dünya çapındaki büyük bilim adamlarımızın huzurunu bozuyorlar vs. herşeye maydonoz oluyorlar.
“Uyuşturucu ilkokul çağına kadar indi
Türk Eğitim-Sen'in 42 ilde ilköğretim çağındaki 13 bin 950 öğrenci üzerinde yaptığı ‘Zararlı Alışkanlıklar' konulu anket vahim sonuçlar ortaya çıkarttı.
Ankete göre 180 ilköğretim okulu öğrencisinin uyuşturucu kullandığı belirlenirken, her 100 öğrenciden de 1,2'si uyuşturucu bağımlısı. Uyuşturucu kullanan öğrencilerin 63'ünü kız, 117'sini ise erkek öğrenciler oluşturuyor. 5 bin 664 kız, 8 bin 286 erkek öğrencinin katıldığı ankete katılan öğrencilerden yüzde 13'ü sigara, yüzde 7'si de alkol kullanıyor. Anketin ortaya koyduğu bir diğer çarpıcı sonuç ise 129 öğrencinin alkol ve uyuşturucuya aynı anda bağımlı olması.” Basından.
“OECD: Eğitimde Türkiye geri
Uluslararası İşbirliği ve Kalıkınma Teşkilatı OECD’nin hazırladığı bir rapor Finlandiya’nın dünyada en iyi eğitim sistemine sahip ülkelerin başında geldiğini ortaya koydu. 41 ülkede 250 binden fazla öğrencinin katıldığı araştırmada Türkiye ise son sıralarda yer alıyor”. Basından
“100 kişiden sadece 4’ü kitap okuyor
Milli Eğitim Bakanlığı, Türkiye’de okuma oranlarını çarpıcı rakamlarla ortaya çıkardı. Türkiye’de her 100 kişiden sadece 4’ü kitap okuyor. 12 bin 89 kişiye de yılda sadece 1 kitap düşüyor. Bir yılda, ders kitapları hariç Amerika’da 72.000, Almanya’da 65.000, İngiltere’de 48.000, Brezilya’da 13.000, Türkiye’de ise 6.031 kitap basılıyor.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın yaptığı araştırmaya göre toplam nüfusu 7 milyon olan Azerbaycan’da kitaplar 100.000 tirajla basılıyor. Türkiye’de bu rakam 2000- 3000 civarında. Gelişmiş ülkelerde kişi başına düşen kitap alımı 100 doların üzerinde, Türkiye’de ise 10 doların altında. Japonya’da yılda kişi başına düşen kitap sayısı 25, Fransa’da 7 olurken, Türkiye’de ise yılda 12 bin 89 kişiye 1 kitap düşüyor. Birleşmiş Milletler İnsanı Gelişim Raporu’nda da Türkiye, Malezya, Libya ve Ermenistan gibi ülkelerin bulunduğu 173 ülke arasında 86. sırada.
Batıda yıllık kitap harcaması 500 dolarken Türkiye’de 2 dolar. Ders haricinde üniversite öğrencilerinin yüzde 80 -85’i gazetelerin spor sayfalarını okuyor. Kültürel ve popüler bilimsel dergileri hiç okumayanların oranı ise yüzde 58.” Basından
“Kadınlar arasında sigara kullanımı artıyor
Evli, 15-49 yaş arası kadınlar arasında sigara kullanımı son 10 yılda, yüzde 18’den yüzde 28’e çıktı. 10 bin 836 hanede, 15-49 yaşları arasında 8 bin 75 evli kadını kapsayan araştırmada hamile kadınların yüzde 15’inin ve emziren kadınların yüzde 20’sinin sigara kullandığı belirlendi.” Basından
“Türkiye’de son 4 yıl içinde 6 bin 620cinayet meydana gelirken, bu cinayetlerin 5 bin 655’inin faili belirlendi”. Basından
“Türkiye'nin 'hayatsız kadınları'
Türkiye'de yaklaşık 100 bin hayat kadını çalışıyor
Ankara Ticaret Odası’nın (ATO) hazırladığı ‘Hayatsız Kadınlar Dosyası’na göre, Türkiye’de hayat kadınlığı yaşı 15'e kadar düştü. 350 kadından biri fuhuş batağında
Türkiye genelinde vesikalı ya da gizli olarak yaklaşık 100 bin hayat kadını çalışıyor.
35 milyon kadın nüfusa sahip Türkiye’de, her 350 kadından biri fuhuş batağına düşmüş durumda. Türkiye’de fuhuş yapma yaş aralığı ise, çocuk hayat kadınları dahil edilmezse, 15-40 yaş arası olarak tanımlanıyor. Türkiye’de bu yaş aralığında yaklaşık 17 milyon kadın bulunduğu gözönöne alınınca, ortaya korkutucu bir oran çıkıyor.
Bu orana, travestiler, transseksüeller, eşcinsel fuhuş dahil değil.” Basından
“Uyuşturucu ilkokul çağına kadar indi
Türk Eğitim-Sen'in 42 ilde ilköğretim çağındaki 13 bin 950 öğrenci üzerinde yaptığı ‘Zararlı Alışkanlıklar' konulu anket vahim sonuçlar ortaya çıkarttı.” Basından
“14 yaşındaki kıza 21 kişi tecavüz etti
Ankara 14 yaşındaki ortaokul öğrencisi kıza tecavüz olayıyla sarsıldı. Mamak'ta annesiyle yaşayan Z.C.B'ye 7'si 18 yaşından küçük öğrenci 21 kişinin tecavüz ettiği ortaya çıktı. Üç yıl boyunca küçük kıza tecavüz eden 21 kişi mahkemece tutuklandı.” Basından
“Utanmaz anne
Yetiştirme yurdunda kalan kızını erkeklere pazarlayan anne ve sevgilisi tutuklandı. Genç kızla ilişki kuran 23 kişi sorguda.
Çorum'da fuhuşta yakalanan 17 yaşındaki B.A., 13 yaşından beri annesi ve sevgilisinin kendisini pazarladığını söyledi. B.A.'nın babasının da eşinin yasak ilişkisini öğrenince intihar ettiği belirtildi.” Basından
Neredeyse her şehirde, kasabada ve köyde halk ısrarla üniversite istiyor. Neden, ilim, bilim vs. öğrenmek için değil, sadece ekonomik olarak kalkınmak için.. Ekonomik olarak kalkınırken karbedecekleri şeyleri hiç hesaba katmıyorlar. Yeter ki, karnımız doysun, gerisini boşver diyorlar. Acısını daha sonra çekiyorlar fakat iş işten geçmiş oluyor. Demek istediğim; üniversitelere gelen ve ailelerinden doğru dürüst dini ve ahlaki eğitim almamış olan gençler, ailelerinin baskısından da kurtulmuş olmanın verdiği rahatlıkla her haltı işleyebiliyorlar. Desteklenen çağdaş yaşamın getirdiği kolaylıklarla kız erkek ilişkilerini maksimum düzeyde yaşabiliyorlar. Karşı cinsten arkadaşı olmayanlar yadırganıyor, sevgilisi olmayanlar da komplekse giriyorlar. Ayrıca çevreden, kız ve erkek öğrencilerin nikahsız olarak aynı evi paylaştıklarını, karı-koca hayatı yaşadıklarını, hatta müslüman(!) görünen bazı kız ve erkek öğrencilerin bile birlikte karı-koca hayatı yaşamaya başladıklarını ve bazı kızların da parasız kalınca fuhuş yaptıklarını duyuyoruz. İnsanlar böyle namuslarını, şereflerini ve iffetlerini kaybettikten sonra okumalarına ne gerek varsa!. Şikayet üzerine yaptıkları baskınlarda bütün bu çirkeflikleri gören bir polis memuru; ‘Aileler çocuklarının ne haltlar karıştırdığını bilmiyorlar, sanıyorlarki çocukları uslu uslu okullarına gidip geliyor, akşam oldumu da erkence yatıp uyuyorlar. Valla benim dört tane kızım var ve hiçbirini okutmayacağım, üniversiteye göndermeyeceğim, okumak istiyorlarsa otursunlar evde okusunlar’ diyordu.
Bazı anne- babalar oğullarının hovardalık yapmasını hoş karşılıyorlarken, kızlarının bunu yapmasını pek hoş karşılamayabiliyorlar. Sanki oğullarının hovardalık yapacağı kızlar uzaydan geliyor. Senin oğlun nasıl başkalarının kızı ile düşüp kalkıyorsa, başkalarının oğlu da senin kızınla yada kızın yoksa kız torununla düşüp kalkacaktır, ama muhakkak yapacaktır, bunun başka kurtuluş yolu yok. Gerçi, kızlarının bu işi yapmasını normal karşılayanların sayısı da toplumda giderek çoğalıyor. Böyle giderse, öyle zaman gelecek ki, şifa niyetine bile olsa memlekette bakire bir kız bulabilmek mümkün olmayacak herhalde!. Bir zamanlar bunun için kan döken babalar günümüzde artık yumuşadı, pamuk gibi oldu. Olmak zorunda, alışmak zorundalar, başka çaresi yok!. Çünkü, siz insanları fuhuşa götürecek bütün kapıları, bacaları açık bırakırsanız, tarafların birbirini tahrik edecek bütün davranışlarına izin verirseniz, bir taraftan da hormonlar ve şeytan hiç rahat durmayacak, sonra da diyeceksiniz ki; fuhuş (diğer adıyla flört) yapmayın!. Olmaz, olamaz!. Zaten filimlerle falan yavaş yavaş insanları buna alıştırıyorlar. Babalar biraz daha geç alışsa da, onlar da zamanla zamana ve mekana uymaya başlıyorlar. Züğürt Ağa filminin en son sahnelerinde olduğu gibi.. Babalar da netekim namus abidesi değil ki, bazı babaların kendi dalgaları olduğunu bile duyuyoruz.
Şimdi gelelim benim açımdan kadınların örtünme veya örtünememe meselesine. İslami yazar Feyzullah Birışık, “Bir bayan niçin örtünmek istemez?” adlı kitabında; Lügatında veya gündeminde az veya çok yer işgal eden ve böyle bir konudan haberdar olan bazı bayanlar arasında yapmış olduğu anketlerde de görülüyor ki, her bayanın kendine göre mazeretleri var. Yirmiüç madde halinde toparlanmış olan mazeretler içinden bazıları; ‘Allah beni başı açık olarak da sever’, ‘Fazla açık olmadığım için, Günah olduğunu zannetmiyorum’ , ‘Kapanmak önemli değil, önemli olan kalbinin temizliği’, ‘Dinden çıkmadığıma göre başımı açmamda problem yok’, ‘Bu zamanda da başörtü olmaz ki! Hangi çağdayız?’ gibi mazeretlerdir.
Genel olarak da şu görülüyor ki, tüm diğer insanlar gibi, bayanlar da örtünme yada örtünmeme tercihlerini kendi başlarına yapmış oldukları araştırmalar neticesinde değil, topluma ve çevrelerine bakarak yaptıklarını görüyoruz.
Onlara göre; “Milyarlarca insan kalabalığı da yanılacak değil ya, bu kadar insan aynısını yaptığına göre doğrudur, bunun aksini yapan ve çok azınlıkta kalan asıl müslümanlar yanlış yapıyordur, veyahut da, İslamda farz olmamasına rağmen, geri kafalı hacılar ve hocaların kendi kafalarından uydurdukları çok önemli olmayan şeylerdir!. Eğer İslamda kadınlar için örtünme mecburiyeti varsa bile bugünkü hayat şartlarında bunu yapabilmem mümkün değil, en azından nefsime bunu kabul ettirebilmem mümkün değil, Allah benim ne kadar zorlandığımı biliyor, bu kadar basit bir sebepten dolayı da herhalde beni cezalandırmayacaktır, bu sevimli kulunu affedecektir. Çünkü, Allah benim ne kadar iyi niyetli olduğumu ve kalbimin ne kadar temiz olduğunu, kul hakkı yemediğimi çok iyi biliyor, müslüman görünüp de saman altından su yürütenler gibi yanlış şeyler de yapmadığıma göre, sebeb-i hikmetini tam olarak bilmesem de her sene bir ay aç kalarak Allah için orucumu da tutuyorum, karşılaştığım dilencilere de üç beş kuruş veriyorum, dualarımı hiç eksik etmiyorum, yanlış-doğru demeden herşey için, hatta piyango bileti alırken bile dua ediyorum, hasbel kader camiye veya cenazeye gittiğim zamanlarda da başımı kapatıyorum ve buna ilave olarak, özellikle cenazeye gittiğim zaman hristiyanlar gibi siyah elbise de giyiyorum, siyah gözlükte takıyorum, daha ne olsun!. Netekim, ben bu işi tek başıma da yapmıyorum ki, ben de başkalarına uyuyorum. Bu da hafifletici bir sebeptir aslında. “El ile gelen düğün bayram” sözünün vardır bir hikmeti. Eğer örtünmeme yüzünden ceza alırsak da az bir ceza ile kurtuluruz, yatarız ve çıkarız, bu kadar basit!. Hem cennete biraz bronzlaşmış olarak gitmek iyi olur aslında!. Sonra, ben cehennemin anlatıldığı gibi şiddetli olduğuna da inanmıyorum. Hafiftir, hafif!. Ve Allah bu kadar çok insanı cehenneme atamayacağına göre, bizim gibi hafif suçlulara bir kolaylık sağlayacaktır herhalde!. Namussuzluk yapmadık ki, sadece başımızı örtmedik, o da neticede bir bez parçası!.” gibi garip ve saçma şeyler de düşünebiliyorlar.
Ancak, kazın ayağı hiç de öyle değil. Allah tarafından size indirileni merak edip de kendiniz öğrenmediyseniz, topu hep başkalarına attıysanız ve Allah’ın emirlerine uymak yerine başkalarına uyduysanız, bütün bunlardan dolayı hesaba, hem de çetin bir hesaba çekileceksiniz ve ardından elim ve korkunç bir azaba uğratılacaksınız. Ayrıca, ne cennette, ne de cehennemde yer sıkıntısı var, herkese yetecek kadar yer var. Bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm alemleri yaratan Allah (c.c) için yer sıkıntısı olmasa gerek. Bu kadarcık bir suça neden bu kadar büyük bir ceza? derseniz. Çünkü siz, o başkaları dediğiniz insanların gelmiş ve geçmişlerini, topunu da biraraya getirseniz, Allah (c.c)’ın gücü ve kudreti yanında bir hiç olmalarına ve Allah’ın (mealen) ‘insanın genetik formülünü/fıtratını sadece bu dini yaşamak üzere yarattım buyurmasına’ rağmen, Allah’ın dinini ve emirlerini bırakıp da onlara taptınız, ibadet ettiniz, onların peşinden gittiniz ve sonunda bu cezayı hakettiniz. Bu kadar basit!.
“Onlardan birine ölüm geldiği vakit der ki: “Rabbim, beni dünyaya geri gönder.Belki ben güzel bir amel işlerim” diyecek. Hayır,bu söylediği, boş bir sözdür. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında onları geriye dönmekten alıkoyan bir berzah (engel) vardır.
Sur'a üflendiği zaman; o gün, artık aralarında ne soy-sop vardır, ne de birbirlerine bir şey de sorabilirler. Tartıları ağır gelenler;işte onlar, kurtuluşa ermiş olanların ta kendileridir.
Kimin de tartıları hafif gelirse; işte onlar, kendilerine yazık edenlerdir ve cehennemde ebedi olarak kalanlardır. Ateş onların yüzlerini yalar, öyle ki, içinde dişleri sırıtıp kalır.” Mu’minun:99-104
Biz sebebini anlayamasak da, Allah’ın her emrinin bir hikmeti vardır ve bize sadece itaat etmek düşer. Her konuda olduğu gibi, örtünme konusunda da, insanın kendi hayatı, yaşam tarzı (dini) için doğru olanı kendi başına bilebilmesi, bulabilmesi çok zor, hatta imkansız. İnsanın edindiği kültüre ve karakter özelliklerine göre doğru ve yanlış arasında tercih yapabileceği bir aklı mevcut olsa da, insan kendi kendini sıfırdan yaratamadığı, yoktan var edemediği ve ancak bir yaradan tarafından varedildiğinden dolayı, kendisi için en uygun olan yaşam şeklini bilebilmesi neredeyse imkansızdır. Bir ürünün nasıl kullanılacağını en iyi onu yapan bilir, bunu ne ürün bilebilir ne de onu kullanan bilebilir. Muhakkak o ürünü yapanın hazırladığı kullanma talimatına bakmanız gerekir. Yoksa, ya yakarsınız, ya da almanız gereken performansı alamazsınız. İşte insan da kendisini yaratan Allah tarafından hazırlanıp gönderilen kullanma talimatına (kur’an) bakmak ve ona uymak zorundadır. Yoksa yanarsınız veya sıkıntılı, huzursuz, güvensiz ve düzensiz bir geçiminiz olur. İslam dinini yanlış anlayan ve yanlış uygulayan insanlara sakın ola bakmayın, kaybedersiniz. Onu tam doğru bilen ve doğru uygulayanları bulun, bugün bulamazsanız buluncaya kadar çok eskilere ta Rasulullah(sav) ve onun sahabilerine doğru gidin, muhakkak aradığınızı, ideal olanı bulursunuz, merak etmeyin!. Siz hiç merak edip de baktınız mı bilmiyorum ama, ben bu kullanma talimatına (kur’ana) bakmaya, onu okumaya, anlamaya doyamıyorum, ona o kadar hayranım ki, ondan ve ondaki ilahi sözlerden bahsederken çok duygulanıyorum, gözyaşlarıma hakim olamıyorum bazen. Eğer okumadıysanız ve anlamaya çalışmadıysanız ne büyük bir nimet kaçırdığınızı bir bilseniz!.
Evet itiraf ediyorum; ben eskiden, yani müslüman olmadan evvel kadınlara bakardım, hemde alıcı gözle bakardım. Onları tepeden tırnağa inceler, vücudunu aşırı şekilde sergileyenlere de dayanamayıp bazen ‘bu ne güzellik, kız hepsi senin mi?’ gibisinden yumuşak laflar attığım bile olurdu. Bu durumu bazı insanlar sapıklık olarak değerlendirebilirler. Ancak şöyle düşünün; karnınız çok aç ve sadece zenginlerin yiyebileceği çeşit çeşit rengarenk yiyeceklerin bulunduğu güzel bir ziyafet sofrasının yanından geçiyorsunuz ve o yiyeceklerden yeme ihtimaliniz çok az veya hiç yok, o zaman ne yaparsınız?. Kendi kendinize hayıflanmazmısınız, başkalarının da duyabileceği şekilde söylenmezmisiniz, laf atmazmısınız?. Burada kabahat, ciğeri olanca güzelliği ve tazeliği ile uluorta gösterende mi, yoksa ağzı sulanarak miyavlayan ve ona şehvetle ulaşmaya çalışan kedide mi?. İnsan nefsinin kedininkinden ne farkı var ki?. Kedi için ciğerin hükmü ne ise erkek için de kadının hükmü odur. Bunlar gerçeklerdir, kafamızı kuma sokarak gerçeklerden kurtulamayız. Allah kadına ve erkeğe içgüdüsel olarak birbirini sevme, birbirinden hoşlanma ve birbirine karşı muhabbet besleme nitelikleri vermiş. Yeryüzünde yaşayan erkek-dişi bütün canlılara verdiği bu nitelikleri Allah niçin vermiş?. Tabii ki, neslin devamı için!. Birbirlerine karşı son derece tehlikeli olan birçok canlı bile çiftleşme zamanında birbirlerine karşı yoğun bir sevgi ve şefkatle birlikte birbirlerine çok nazik davranıyorlar. Eğer böyle olmasaydı nesilleri derhal yok olur giderdi, öyle değil mi?.
Ancak burada, insanlık varolalı beri binlerce yıl geçmesine rağmen her iki insan cinsinin de birbirlerini hala çok az tanıdıkları veya hiç tanımadıkları ortaya çıkıyor. Çünkü, hala her iki cins de birbirlerinin neyinden ve ne şekilde hoşlandıklarını, nasıl tahrik olduklarını bilmiyorlar. Herkes karşı cinsi hem cinsi gibi tasavvur ediyor ve ona göre davranıyor. Eğer beğenilmek istiyorsa, hem cinsi gibi beğensin, onun gözüyle baksın ve ona göre takdir etsin istiyor. Allah’ın her iki cinsin fıtratınada birbirlerine baktıkları zaman gördüklerini çok farklı şekillerde algılayıp değerlendirecek ve onunla ilgili nice hayaller, fantaziler ve planlar kurduracak kabiliyetler verdiğini düşünemiyorlar. Leyla ve Mecnun’un hikayesinde olduğu gibi!. Hani Leyla’yı gördükten sonra Mecnun’a demişler ya; ‘Bu muydu uğruna çöllere düştüğün, bunca eziyetlere katlandığın kız?’ dediklerinde Mecnun da; ‘Siz ona bir de benim gözümle bakın!’ demiş ya, aynen onun gibi.
Yüce Allah’ın (c.c); “ Ey insanlar! Sizi birtek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının” ayeti kerimesinde olduğu gibi önce erkeği çamurdan yarattığı için onu ilk yarattığı malzemeye özgü daha kaba, sert mizaçlı ve özentisiz olarak yaratmış, eşini yani kadını da var olan bir insandan süzme olarak yarattığı için, onu erkeğe nazaran daha güzel, daha zarif, daha narin, daha nazik, daha ince, daha değerli ve dolayısıyle sevgiye, şefkate ve korunmaya da daha çok muhtaç olarak yaratmıştır. Onun içindir ki Allah, ekmek parası kazanabilmek için çok zor, haşin, meşakkatli, stresli, fiziki güç ve dayanıklılık gerektiren işlerin yanında er meydanlarında savaşmakla erkeği vazifelendirmiş, daha nazik ve daha narin olan kadını da nisbeten daha kolay ve dış tehlikelere kapalı, daha güvenli olan evin iç işleriyle, yani yuvanın bakımı ve çocukların yetiştirilmesi gibi işlerle vazifelendirmiştir. Böyle süzme, güzel, narin ve değerli olarak yaratılmış olan kadının ev dışına çıktığında da korunmasız kalmaması için Allah tarafından kadınların örtünerek kendilerini namahrem erkeklerden, şehvetli bakışlardan, kem gözlerden, tehlikelerden ve sapıklardan korunmaları uygun görülmüştür.
Böyle farklı yaratılan ve farklı özelliklere sahip olan her iki cinsin beğenme ve beğenilme duyguları da birbirinden çok farklıdır. Erkek kadını en çok gözüyle beğenirken, kadın da erkeği en çok kulağıyla beğenir. Kadın, süslenerek ve binbir türlü kıyafetler giyerek iç güdüsel olarak başkaları tarafından beğenilmeye, karşı cinse güzel görünmeye, farkedilmeye ve onun ilgisini çekmeye çalışırken; karşı cins olan erkek de kadına bakar ve beğenirse onun peşinden koşmaya, türlü diller dökerek onu ikna etmeye çalışır, eğer ikna edebilirse iki cins arasındaki birliktelik sağlanmış ve işlem tamamlanmış olur. Belki de bu yüzden, hiçbir kadını yaşı ne olursa olsun kel göremezsiniz, yoksa bu onun için bir yıkım olur, zira yaratılış fıtratı gereği beğenilmek ve güzel görünmek zorundadır. Ve hiçbir kadını şartlar ve yaşları ne olursa olsun süssüz, makyajsız göremezsiniz, hatta savaş şartlarında bile.. İlla kendilerini erkeklere beğendirecekler ve karşılığında erkeklerin gözlerinde beğenildiklerini görmek, erkeklerin dillerinden de beğenildiklerini ısrarla duymak istiyorlar. Eğer yeterince süslenemezlerse, hem erkekler tarafından hemde hemcinsleri tarafından beğenildiklerini hissetmezlerse kendilerini çok kötü, huzursuz, güvensiz hissederler ve çok kaprisli ve hırçın olurlar, çevrelerindekilere hayatı zehir ederler. . Yoksa, yıllık 18 milyar dolarlık kozmetik sektörü ile bir o kadar da takı sektörü ve yine milyarlarca dolarlık moda sektörü olurmuydu?. Bunlar hep kadınlar için, sanki dünya onlar için, onların nefislerini tatmin etmek için dönüyor. Birçoğu cinsel tercihlerini farklı ve garip şekillerde kullanan modacılar tarafından da bu kadınların doymak bilmez nefisleri sürekli kışkırtılıyor. Birşey moda olmuşsa sınıfı geçmiş demektir. Normal şartlarda herhangibir kıyafeti giymeyi kendine yakıştıramayan, utanan, haya eden bir insan eğer o kıyafet moda olmuşsa hiçbir rahatsızlık duymadan, zevkle giyebiliyor. Sanki, o şey dünyadaki bütün insanların toplanıp onay vermesiyle, uygun görmesiyle moda olmuş gibi düşünülüyor. Halbuki, dünyada modayı belirleyenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu bir avuç insan, kendi zevklerine, kendi tercihlerine milyarlarca insanı uyduruyor. Milyarlarca insan da hiç tereddüt etmeden, koyun sürüsü gibi onların peşine takılıp gidiyor. İstisnasız herkes bu moda dinine uyuyor. İnsanlık adına çok üzücü bir durum aslında..
Aslında kadın kendi kendini, kendi egosunu tatmin etmek için süslenir, onu gören erkeklerin tahrik olup olmadıkları, rahatsız olup olmadıkları, sıkıntı çekip çekmedikleri onların hiç umurlarında değildir. İstiyorlar ki; erkekler kadınları sadece efendice, nazikçe beğensinler, hoşlansınlar, eğer şartlar müsaitse bu düşüncelerini de onların hoşuna gidecek şekilde güzelce ifade etsinler fakat, asla öyle tahrik olup, kötü şeyler düşünüp de onu zorla fiiliyata, eyleme dökmeye kalkmasınlar, uslu dursunlar ve eğer illa da tahrik olacaklarsa sadece yatakta ve biz istediğimiz zaman olsunlar istiyorlar. Aslında onlar bir insan değil, istenen yerde, istenen zamanda ve istenen şekilde davranan bir robot istiyorlar. Sen bir kadın olarak nasıl tatlıya, pastaya, böreğe, alışverişe, süse, püse, güzel sözlere, iltifatlara vs. dayanamıyorsan erkekler de kadınlara dayanamıyorlar. Erkekle kadının asla aynı olmadığını, cinsel olarak kadının nefsinin geç dolan bir baraja, erkeğin nefsinin ise halihazırda dolu olan bir baraja benzediğini ve dolu olan bu barajın bir iki tahrikle meydana gelen sarsıntıya dayanamayarak yıkıldığını ve önüne ne gelirse yıkıp geçebildiğini düşünemiyorlar.
Genel olarak, cinsel arzularda çok yavaş olan kadınlar bunun dışında kalan diğer tüm konularda, özellikle duygusal ilişkilerde çok çabuklar. Belki de erkeklere göre daha zayıf olarak yaratılmış olmaları itibariyle, kadınlar özellikle duygusal olaylara çok çabuk tepki verirler ve çok aşırı sabırsızdırlar. Çabuk sinirlenirler, çabuk üzülürler, çabuk ağlarlar, çabuk kırılırlar, çabuk alınırlar, çabuk küserler, çabuk kinlenirler, çabuk kıskanırlar adeta tam bir hismetre gibidirler. Kadınların böyle kriz anlarında onların sözleriyle hareket eden, onlara dur diyemeyen, onların dolduruşuna gelen ve kendi iradesiyle, basiretiyle ve sabırla hareket etmeyen her erkek helak olmaya, perişan olmaya mahkumdur.
Ne demiştik?. Erkekler kadınları gözleriyle, kadınlar da erkekleri kulaklarıyla beğenirler ve severler demiştik. Kadınlar kulakları ile beğendikleri için, şimdilerde daha çok olmak üzere, nice bayanlar, eline, yüzüne, tipine, yaşına, cebine ve yaptığı işe bakmadan, hırlı mı hırsız mı demeden nice güzel sözlü erkeğin peşine takılıp gidiyorlar. Bırakın bekarları, evli bayanlar bile evdeki küçücük yavrularını dahi terkedip bu güzel sözlü, iltifatı bol olan erkeklerin peşine takılıp gidiyorlar. Son zamanlarda bu olayları çok duyuyoruz. Hernekadar bu güzel sözler ve iltifatlar daha sonra unutulsa da, hayatın acı gerçeği ile yüzyüze kalınsa da bu böyle!. Peki nedir bu kadınları böyle felç eden, şaşırttıran, afallattıran, herşeyi unutturan ve herşeyi yaptıran sebep?. Tabi ki, erkekler tarafından güzel sözlerle ve iltifatlarla gösterilen beğenilme, sevilme duygusudur. Kadınlar kedi gibidir, sevilmek için erkeklere sokulur dururlar. Zira, sevilmeye hava kadar, su kadar, hatta daha fazla muhtaç olarak yaratılmıştır. Bu yüzden, tüm şarkılar ve türküler, erkeklerin kadınlar üzerine söyledikleri güzel sözler ve iltifatlardan oluşmuyor mu?. Kadınlar daha çok beğenilmek ve sevilmek üzere yaratılmışken, erkekler de daha çok beğenmek ve sevmek üzere yaratılmıştır. Bu yüzden, kadınlar tepeden tırnağa her yerini süslemeye çalışırlarken, kadınların tepeden tırnağa her yeri ve herşeyi erkekler için erotik ve etkileyicidir. Hatta yüksek topuklu ayakkabı giymiş, at gibi salına salına yürüyen bir kadının ayak sesleri bile bir erkek için tahrik edici olabilir. Netice olarak bu iki cinsin hayattaki pozisyonunu düşündüğünüz zaman; biri alıcı, biri satıcı, biri sevecek olan, biri de sevilecek olan gibi sanki...
Hernekadar günümüzde modacılar tarafından erkeklerin de görsel olarak kendini beğendirmesi zorla teşvik edilmeye çalışılsa da, erkekler için fizik olarak beğenilmek o kadar önemli değildir aslında.. Erkeğin güzel sözlü, tatlı dilli, iltifatı bol ve cebinin dolu olması beğenilmek için fazlasıyla yeterlidir. Eğer, güzellik erkekler için olmazsa olmaz bir gereklilik olsaydı çoğu kel olarak yaratılmazdı zaten!. Gerçi bu beğenilme modasından erkekler de az da olsa nasiplerini alıyorlar, özellikle liseli gençler o kadar etkileniyorlar ki, sabahları işe giderken görüyorum, valla kızlardan fazla süsleniyorlar, buz gibi soğukta başları ıpıslak jöleli, elleri yüzleri soğuktan morarmış, tir tir titriyorlar. Aptallar bilmiyorlar ki, kadınlar gözleriyle değil, kulaklarıyla beğenirler. Cebin dolu, dilin tatlı olsun yeter!.
Daha önce de söylediğim gibi, özellikle bekar olduğum dönemlerde kadınlara bakardım, hem de iyi bakardım. Erkek olarak yaratıldığım ve gözlerimle beğendiğim için, namahrem, yani yabancı kadınlara alıcı gözlerle, birçoğuna da şehvetle bakardım, bu elimde olmayan birşeydi. Ancak şunu çok iyi hatırlıyorum ki; İslami olarak örtünmüş kadınlara hiç bu gözlerle baktığımı ve ardından dönüp de ikinci bir kere daha baktığımı, kendi kendime söylendiğimi, onlarla ilgili kafamda değişik hayaller ve sahneler kurduğumu hiç hatırlamıyorum. Çok garip değil mi?. Onlara da, belki vücut hatlarını göstermedikleri için, belki de etraftan yapılan telkinlerden etkilendiğim için, örtülü ve tesettürlü olduklarından, ‘sıkma baş’ diye çok kızıyordum, boğazlarını sıkıveresim geliyordu. Onlar yüzünden Avrupalılara bir türlü benzeyemiyorduk, veya en azından çok gecikiyorduk. Tam Avrupalılar gibi olmalıydık ki, hayvanlar alemi gibi isteyen istediği kişiyle, istediği yerde, istediği şekilde yatıp kalkabilsin, özgür(!) olabilsin.
Bu şartlar altında, ülkemizde erkek olmak da çok zor aslında!. Çünkü, Allah size kadınları beğenmek ve tahrik olmaz üzere bir göz ve nefis vermiş, kadınlar da kendilerini esirgememişler, tüm güzelliklerini ve dişiliklerini, İslami ifade ile, zinetlerini cömertçe sergilemişler, fakat siz bir erkek olarak her hoşlandığınız kadına ulaşamıyorsunuz, namus gibi bazı kavramlar yüzünden işi bitiremiyorsunuz, bir neticeye bağlayamıyorsunuz. İnternet, tv, gazete ve dergilerdeki açık saçık yayınların tazyikiyle de bu şekilde sürekli tahrik halinde olan bir insanın nasıl olacağını varın siz düşünün. Belki de bu yüzden toplumumuzda sürekli sapıkların sayısı artıyor. Burada kabahat sapıklarda mı, yoksa onları sapıklaştıranlarda mı?. Kabahat kedide mi, yoksa açıkta bırakılan ciğerde mi?.
Eski adamlar derler ki; “Siz de erkekmisiniz?. Biz zamanında kadının topuğunu görsek dağa kaldırırdık”.
Evet, dedelerimizin ettiği bu sözler bizleri her ne kadar kışkırtsa da, erkekliğimizden şüphe bile ettirse de doğruluk payı da yok değil hani. Zira, onlar kadının sadece ayak topuğunu görmekle müthiş tahrik olup kadını dağa kaldırırlarken, bizler kadının en mahrem yerlerine kadar her yerini görüyoruz, sonra da dedelerimiz gibi, hatta belki onlardan daha fazla tahrik oluyoruz, fakat hiçbir şey yapmıyoruz, yapamıyoruz. Eğer biz onlar gibi yapacak olsak, bizim o zaman dağdan hiç inmememiz gerekiyor. Peki, daha dün kadının sadece topuğunu görmekle tahrik olup dağa kaldıran erkekle, bugün kadının en mahrem yerlerine kadar her yerini gören erkek arasında ne fark var ki?. O günden bugüne insanların kullandığı aletler, giyimi kuşamı ve ahlakı dışında ne değişti ki, genleri mi değişti, yoksa evrimleştiler mi? Hayır, hiçbirşey değişmedi de, değişmeyecek de. Kadın aynı kadın, erkek de aynı erkek olarak kalacak ve insanlığın yok oluşuna kadar da bu böyle sürecek. Peki, bu iki cins hiç değişmediğine ve değişmeyeceğine göre, bugünki şartlarda kadınların sadece topuğunu değil hemen hemen her yerini gören ve tahrik olan erkeklerde biriken zararlı potansiyeli varın siz hesap edin ve sonra da toplumun durumunu düşünün. Erkeklere yapılan bu ağır tahrik yüzünden biriken bu zararlı potansiyel de topluma tecavüzler, sapıklıklar ve şiddet olarak geri dönmektedir. Bu saldırılar sadece kadınlara yönelik olmayıp, kız olsun, erkek olsun, zavallı ve savunmasız çocuklar da büyük tehlike altında bulunmaktadırlar. Heran bir sapığın saldırısına uğrayabilirler. Çünkü, gerekli şartlar oluştuğunda sapıtabilecek, yanlış şeyler yapabilecek insan potansiyelimiz haddinden fazla mevcut zaten. ‘Olur mu öyle şey’ diyen bazı mağrur insanlarımızın bile sapıtabileceği, düşürdüğü zaman affetmeyeceği çok özel şartlar vardır. Hakkımızı, hukukumuzu korumakla, güvenliğimizi sağlamakla görevli insanlar bile heran bir yanlışa düşebilir.
Saldırıya uğrayan kız çocuğu ise, belki psikolojik tedaviyle normale dönebilir, erkek çocuğu ise, ne yapılırsa yapılsın eski sağlığına asla kavuşamaz ve hayatını normal bir erkek olarak sürdüremez. Böyle bir insan da ailesinin, toplumun başına bela olmaktan başka birşey olmaz. Yazık değil mi bu çocuklara, yazık değil mi bu insanlara?. Bunlar gerçektir. Gerçeği kabul etmemek onun yok olduğu anlamına gelmez. İnsanların doğasıyle fazla oynamamak lazım. Olaylar bugünkü gibi beklenmedik bir şekilde gelişebilir. Çok masum ve mülayim gibi görünen erkek yakınlarınız bile konu cinsellik olduğu zaman hiç beklemediğiniz çok farklı tepkiler verebilirler. Mesela, birçok sapık o suçu işleyinceye kadar karıncayı bile incitmemiştir. Bu, bir anda ortaya çıkan ve gelişen bir olaydır. Herşey olup bittikten sonra kendisi de, yakınları da bu olaya çok şaşırmıştır. Tabii, son pişmanlık fayda etmemektedir. Aslında, tüm bu olayların sonucunda her iki tarafın da hayatı kaymıştır, kararmıştır ve tüm hayelleri de suya düşmüştür. Peki kabahat kimde?.
Bu şartlarda evli olmak da çözüm değil. Çünkü, yaratılış gereği hodbin olan erkek aynı anda birden çok kadını sevebilir, birden çok kadınla birlikte olabilir veya birden çok kadınla evlenebilir. Bu onun için son derece doğal birşeydir. Hayvanlar aleminin çoğunda da bu böyledir. Dişiler tek bir erkekle birlikte olup yükünü tutup giderken, erkekler birden çok dişi ile birlikte olabilmektedirler. İşte, bu şekilde aç gözlü olarak yaratılan erkek, gözüyle baktığı ve ardından şehvetle tahrik olduğu, meyillendiği her kadınla rahatlıkla birlikte olabilir ve bunun için de uzun uzadıya merasime ihtiyaç duymaz, kadınlar gibi ilişkinin olgunlaşmasına, belli bir kıvama gelmesine de gerek yoktur, sabırsızdır, beklemeden hemen işi bitirmek ister. Çünkü, hormonları rahat bırakmaz onu!. Evli de olsa, sokakta veya işyerinde tahrik olmuş bir erkeğin kendini tutabilmesi için ya aşırı iradeli yada yeterince Allah korkusu olması gerekir, başka türlü mümkün değil, kendini tutamaz!. Eskiden benim eşim de beni dışarıdaki bayanlardan çok kıskanırdı, başımın etini yer dururdu. Fakat, ben müslüman olduktan sonra artık böyle şeyler söylemez oldu. Nedeni de, ilk başlarda bir iki defa söylemeye teşebbüs etse de, benim şu sözüm üzerine bir daha söylemez oldu; “Hanım bak!. Ben bu işi yapacaksam senden asla korkmam, ben ancak Allah’tan korkarım, sen ne diyorsun?”
Özellikle bazı dangalak bayanlar ile kadın kolleksiyonu yapan bazı ard niyetli erkekler zaman zaman kadın-erkek arkadaşlığından dem vurur dururlar. Hem de, arada herhangibir cinsellik veya cinsel bir arzu olmadan da kadınla erkeğin arkadaş olabileceklerini düşünürler. Böyle düşünen bayanlar, eğer kendileri de gerçekten kötü niyetli değillerse, o kadar saflar ki, erkekleri de kendileri gibi, yani erkeklerin de kadınlar gibi aynı fıtrata/genlere/dürtülere sahip olduklarını sanıyorlar. Bir kedi için ciğer neyse, bir erkek için de kadının durumunun aynı olduğunu düşünemiyorlar. Kadınla erkeğin eşit olduğunu düşünen bu dangalaklara ısrarla şunu sormak isterim; Allah için söylermisiniz, kadınla erkek arasında nasıl bir benzerlik var, veya en azından aralarında hiç bir benzerlik var mı?. Kafanızı kuma sokmadan ve gözünüzü ilahi vahye kapamadan iyice düşünün!. Sahip olduğu insani haklar dışında, kadınla erkek arasında hangi benzerlikler var?. Yok valla, bazı ufak tefek şeyler dışında bulamazsınız. Bir kere adı üstünde, kadın ve erkek, iki zıt kutup. Hayatın gizemi, renkliliği, çeşitliliği de burada zaten. Bunlar olmasa hayat son derece sıkıcı ve çekilmez olurdu, öyle değil mi?. Belki de bu yüzden, kadınla erkek arasında hiçbir farkın kalmadığı, erkeğin kadınlaştığı, kadının da erkekleştiği (Allah bu duruma lanet etmiştir) toplumlarda bunalımlar ve sıkıntılar hiç bitmiyor. İnsanlar çareyi uyuşturucularla kafayı uçurmakta buluyor. Zira bu yeni durum, onun yaratılışının, genlerinin kaldıramayacağı kadar ağır bir yük getiriyor da ondan. Nasıl dayansın gariblerim...
Her ne kadar, bizim bayanlarımız İslami olmayan açıklık modasına erkekleri de alıştırmaya çalışsalar da, bu yeni duruma bizim erkeklerin bir türlü alışamadığı gibi, devir ne olursa olsun insanın fıtratı asla değişmeyeceğine göre, alıştığını sandığımız, örnek aldığımız, ne olursa olsun peşinden gittiğimiz Avrupa ve ABD halkının da bütün bunlara hala alışamadığını aşağıdaki deliller çok iyi anlatıyor. Sayın bayanlar, siz çağdaş(!) yaşamdan, günümüzün modası olan bu hayatı yaşamaktan hoşlanıyor olabilirsiniz, şeytan sizi aldattığı için size bu hayatı hoş gösterebilir, ancak sizin asıl yaratılış fıtratınızın, gerçek özünüzün bundan hoşlanabilmesi mümkün değildir. Zira, bu hayat modeli İslama aykırıdır, İslama aykırı olan da fıtrata aykırıdır.. Allah(c.c), ben insanın fıtratını, genlerini ve mizacını İslam dinine göre yarattım diyor!. Bugünkü gelinen nokta da gösteriyor ki, çağdaş hayat modeli yüzünden kadınların farkında olmadan kendi kendilerine verdikleri zararlar fiziki değil, daha çok psikolojik olabilirken, karşı taraftan, kışkırttıkları, tahrik ettikleri erkekler dünyasından ise kendilerine bu şiddet olarak geri dönmekte, kadınlar her türlü haksızlığa, zulme ve insanlık dışı muamelelere maruz kalmaktadırlar. Halk arasında şöyle bir tabir vardır; “Mahallenin serserileri olmasa, bizim inek eve gelebilecek ya!” derler. Demek istediğim, eğer erkekler olmasa bu hayatın size fiziki bir zararı olmayabilirdi, kendi psikolojik sorunlarınızla boğuşur, yuvarlanıp giderdiniz. Ve ben geleceğe dair şunu görüyorum ki; kadınlara yönelik bu şiddet daha çok artacak ve uyduruk olmayan, gerçek İslama dönmedikçe, başka hiçbir din, hiçbir hayat nizamı, hiçbir rejim, hiçbir tedbir ve ceza bu kötü gidişe dur diyemeyecek, aynı geçmişte ve aynı şekilde sapıtan ve helak olan milletler gibi olacağız!. İlahi, mübarek ve doğru yol rehberimiz olan kitabımız Kur’an-ı Kerimde bu konuda sayısız örnekler mevcuttur. Onlar da bizim gibi hiçbir uyarıya kulak asmamışlar ve helak olup gitmişler. Netice itibariyle, bizim hoşumuza giden herşey doğrudur, bizim için hayırlıdır demek değildir. Doğru sandığımız birçok şey sonradan başımıza büyük felaketler getirebilir. Aynı uyuşturucuda olduğu gibi; ‘Başı mutluluk, sonu felakettir.’ Zaten gayri İslami hayat insanları toptan uyuşturmuyor mu?. Sorgulamalarını ve bazı gerçekleri anlamalarını önlemek için her yaşa uygun oyuncaklarla insanları oyalamıyorlar mı?. İnsanın dünyadaki yaşam gayesini en düşük seviyeye, hayvanlar seviyesine hatta ondan da aşağı seviyeye indirgeyerek, hayatın sadece yemek, içmek, eğlenmek, çiftleşmek ve mal-mülk biriktirmekten ibaret olduğunu insanlara empoze etmeye çalışmıyorlar mı ve insanlar da hiç düşünmeden kayıtsız şartsız bunlara uymuyorlar mı?. Hayatı sadece yemek, içmek, eğlenmek ve mal-mülk biriktirmek olarak algılayan insanları da elde etmek çok kolaydır. İstediklerini verirsiniz ve alırsınız. Nasıl olsa, neticede herşeyin sahibi yine siz oluyorsunuz. Avcılıkta buna yemleme deniyor. Hayvanlar için öncelikle mükafat gibi görünen yem daha sonra onların başına büyük bela oluyor. Hayvan besiciliğinde de bu böyle!. Sahibinin verdiği yem, küspe vs., besi hayvanı için bir kazanç gibi görünse de, neticede asıl kazanan o hayvanın sahibi oluyor..
Eğer siz, açlıktan ölüyorken dahi size dünyaları verseler de sizi asla elde edemiyorlarsa ve ne pahasına olursa olsun sizi satın alamıyorlarsa, o zaman değerlisiniz, bir ağırlığınız var demektir…
‘KADINA YÖNELİK ŞİDDET ARTTI’
Uluslararası Af Örgütü, kadına yönelik şiddetin yaşamın her alanında dehşet verici oranda arttığını açıkladı.
5 Mart 2004 — Örgütün raporunda, şiddetin kadını sokakta, yatak odasında ve hatta savaş alanlarında bulduğu ve kadınların şiddete acımasız bir şiddete hedef oldukları belirtildi.
Dünyada her üç kadından birine tekabül eden bir milyara yakın kadının dövüldüğü, seks yapmaya zorlandığı veya taciz ve şiddetin bir başka şeklini yaşamak zorunda bırakıldığı belirtilen raporda, bu şiddeti yaratanların da genellikle kadının yakınındaki erkekler ya da aile bireyleri olduğu kaydedildi.
HER BEŞ KADINDAN BİRİ SEKSE ZORLANIYOR
Raporda, Zambiya’da her hafta 5 kadının eşi, sevgilisi ya da aile bireyleri tarafından öldürüldüğü, dünya genelinde her beş kadından birinin yaşamında tecavüze uğradığı ya da sekse zorlandığı vurgulandı. Tecavüzün bir savaş silahı haline bile getirildiğine dikkat çekilen raporda, “Savaşların da kadınları çökerten ve onları çaresizliğe iten bir etkisi var. Bu bazen savaşın gerçek dehşetini bile geride bırakabilecek kadar acımasızlaşabiliyor” denildi.
Her yıl yaşları 5 ile 15 arasında değişen 2 milyona yakın kız çocuğunun fahişeliğe zonlandığı ve kadınların fuhuşa zorlanmasıyla ortaya çıkan ticaretin boyutunun yılda 7 milyar dolara kadar yükseldiği kaydedilen raporda, dünyanın en ileri ülkesi sayılan ABD’de bile her 15 saniyede bir kadının eşi ya da sevgilisi tarafından dövüldüğü, her 90 saniyede bir kadının tecavüze uğradığı bildirildi.
Fransa’da her yıl 2500 kadının tecavüze uğradığına da işaret edilen raporda, dünyada tecavüze uğrayan kadınların büyük bölümünün de ailelerinin “namuslarını temizleme” kaygıları yüzünden kendi yakınları tarafından öldürüldükleri ifade edildi.
KAMPANYA BAŞLATILDI
Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri Irene Khan, kadına yönelik şiddet karşıtı yeni bir kampanya başlattıklarını açıklarken, “Bu, sadece başkalarına değil, size, sizin en yakınınızdaki kadınlara yönelebilen bir şiddet ve biz hepimiz buna karşı ayağa kalkıp hayır demezsek, bu hep olacak, asla bitmeyecek” dedi.
‘Kadına yönelik şiddet bir insan hakları vahşetidir’
Afrika’da AIDS hastalığına yakalananların yüzde 60’ının kadın olmasının anlamlı olduğuna dikkati çeken Khan, bazı Afrika ülkelerinde bir bakireye tecavüz etmenin hastalığı iyileştireceğine dair yanlış bir inanış bulunmasının bu yayılmada etkili olduğunu bildirdi.
Khan, bütün dünyada 135 milyon kadının sünnet edildiğini ve bu sayının her yıl iki milyon arttığını belirtti.” İşe yaramaz, İslama dönüş kampanyası olmadıktan sonra hiçbir kampanya işe yaramaz, boşuna uğraşmayın, akıntıya karşı kürek çekmeyin, rüzgara karşı tükürmeyin!..
“ÇAĞDAŞ HAYAT ( !) VE KADIN :
Çağdaş olduğu iddia edilen hayat tarzında kadınlar ,kendilerinin dış görünüşleri ile değer kazanacakları konusunda ikna edilmiş durumda bulunmaktadırlar. Bilgi, görgü, zeka'dan önce uzay çağının ,21. yüzyılının kadınının (!) değeri sarı (bazen kızıl...! ) saçlar, ikide bir değişen vücut ölçüleri daralıp bollaşan, bazen yırtık, bazen sökük ...ama daima modacılarla kumaş tröstlerinin anlaşması ile çoğu da cinsel tercihini tuhaf şekilde yapan kreasyoncularca hazırlanmış moda elbiselerini giyen ,kendince karar vermesine izin verilmeyen makyaj, giyim, ...hatta hayat tarzına, yaşam tarzına ( yani dinine) başkalarının karar verdiği evlendiği kocasının yanında yüzünde salatalık maskesi , saçlarında bigudi ...vs ile dolaşan ve kocası ile yatağa bu halde iken girerken sabah evden çıkarken , kocasından ayrılırken makyaj yapmaya çalışan süslenen, kokular sürünen kadın ne kadar hayatında hür ve doğru karar verme hakkına sahip olabilmektedirler acaba...?Örneğimize devam edelim ;her çağdaş kadın aynı şeyi yapsa, eşinin yanında savaş boyalarını sürünmüş gibi dolaşırken dışarıya çıkarken süslense eşleri ,hayat arkadaşları hanımından uzaklaşıp gözü dışarıya kaymaz mı ?Öyle ya eşine değilde dışarıdaki insanlar için süslenen kadın eşini ne kadar kendine bağlayabilir...? Kocasıda tıpkı kendi eşi gibi ,eşi için süslenmeyen ,başkaları için farkında olmadan süslenen diğer kadınlara ilgi duysa ,aynı şeyi başka erkek kendi eşine karşı hissetse toplumda aile ,ahlak ne hale gelir ,öyle değil mi!Flörtle başlayıp ,aşkla alevlenen ,evlilikle sonuçlanan çağdaş evlilikler ;ihanet,kısa süren evlilikler , boşanmalar asrı olan asrımızın temel kaynağı bu ters mantık olmasın sakın...! Hatalı olan ne kadın ne de kocadır, hata iki cinsede modern hayat diye bu tuhaf ve ters mantığı kabul ettirenlerdir!
İslam'da ise kadın dışarıda örtünür , süsünü ,çekiciliğini evde eşine saklar.Tabiiki aynı durum erkek içinde söz konusudur!
Yine acaba neden hostes bacılar onlarca erkeğe hizmet ederken , yemek ikram edip ,yastık kabartıp , kemer bağlarken... medeni olurlar da evlenip işini terkedip sadece eşine hizmet etmeye karar verince tenkide uğramaktadır."Hayatını güvence altına almak,ekonomik özgürlük..." sözlerinin arkasında doğru ve güvenilebilen bir eş ,hayat arkadaşı bulunamaması gibi bir mantık yatıyor olmasın sakın?
Sokakta kızımızın beline bir erkek kolunu dolasa ona kızarız da adı " dans " olunca bu harekete neden tepki göstermeyiz acaba !!?? Adı "Moda " olunca yırtık,çıplak,tuhaf elbiseleri neden doğal karşılarız ! Kızımız veya oğlumuz " don " ile dışarıda dolaşsa buna karşı çıkarız da adı " mayo veya şort " olunca neden buna karşı çıkmayız !” İnternetten.
SUNUCU -MANKEN İPEK TENOLCAY . " MİNİ ETEK GİYİP , İNCE ÇORAPLA GEZİYORSAN BAŞKALARIYLA FLÖRT EDİYORSUNDUR.İLTİFATLAR , BAKIŞMALAR ALDATMA DEĞİL Mİ ?" ( MİLLİYET :11.01.2003)
ÇAĞDAŞ OKUL - HAYAT VE GETİRİLERİ
Eğitimli kadınlar cinsel şiddet mağduru... (Milliyet:12.06.2003)
İstanbul Üniversitesi (İÜ) Adli Tıp Enstitüsü'nce, üniversite öğrencisi ve mezunu kadınlarla yapılan bir araştırma, katılımcıların büyük bir bölümünün cinsel şiddet türlerinden en az birisine maruz kaldığını ortaya koydu. İÜ Adli Tıp Enstitüsü'nden Prof. Dr. Mustafa Fatih Yavuz ile yüksek hemşire Zehra Kayı, 591'i üniversite öğrencisi olan 700 kadınla, ''Kadın üniversite gençliği ve mezunlarına yönelik cinsel saldırı'' konulu araştırma yaptı.
Araştırma sonucunda, katılımcıların yüzde 84'ünün laf atma, açık-saçık konuşma, röntgencilik, teşhircilik, sarkıntılık, ırza geçme gibi ''sözel, görsel, dokunsal'' cinsel şiddet türlerinden en az birisine maruz kaldığı belirlendi. Bunlardan yüzde 44.8'inin, basit cinsel içerikli dokunuştan zorla cinsel ilişkiye kadar uzanan ''dokunsal şiddet'' türlerinden birini yaşadığı tespit edildi.
Cinsel şiddet türleri arasında ilk sırayı yüzde 81.3 ile sözel ve dokunsal olanlar aldı. Araştırmaya katılan yaklaşık her 5 kadından birinin teşhircilik eylemiyle karşı karşıya kaldığı ortaya çıktı. Cinsel saldırı boyutundaki eylemlerin yaklaşık yarısında fiziksel şiddet kullanıldı. Yine eylemler sırasında korkutma-tehdit ile kandırma da ilk sıralarda yer aldı.
İLK SIRADA SEVGİLİLER VAR
Araştırma, sanılanın aksine, cinsel şiddet eylemlerinin yabancılar değil, çoğunlukla tanıdık kişiler tarafından gerçekleştirildiğini ortaya koydu. Buna göre, saldırganların yüzde 95'inden fazlası tanıdık.
Çalışmaya göre, ilk sırada sevgili düzeyindeki erkek arkadaş, ikincisi sırada nişanlılık ve sözlülük ilişkisi geliyor. Üçüncü sırada ise ensest (baba-kızı, kardeş-kardeşe vs. sapık ) ilişki türleri var.
Araştırmada, sevgili düzeyindeki erkek arkadaşların daha çok görsel ve dokunsal cinsel şiddet türü uyguladığı dikkat çekti.
Saldırganların çok büyük çoğunluğunu ise ortalama 25 yaşındaki erkekler oluşturdu. Eylemin gerçekleştirildiği yerler arasında ilk sırayı saldırganın evi aldı.
Çalışma, eylemler nedeniyle adli makamlara başvuru oranının ise hemen hemen yok denecek kadar az olduğunu da ortaya koydu. Buna göre, adli makamlara iletilen cinsel şiddet türleri teşhircilik, cinsel içerikli dokunma ve cinsel birleşmeye teşebbüs eylemi ile sınırlı kaldı ve oranı yüzde 2-3'ü geçmedi.
Bu tür eylemleri yaşayanların, çaresizlik ve suçluluk hissiyle utanma duygusunu yaşadığı da belirlendi.
TAHMİN EDİLENİN DAHA ÖTESİNDE...
Araştırma sonuçlarını değerlendiren Prof. Dr. Yavuz, cinsel şiddetin toplumdaki tüm bireyler için bir sorun ve tehlike olduğuna işaret etti.
Prof. Dr. Yavuz, ''Bu çalışma, toplumumuzda cinsel şiddet boyutlarının tahmin edilenlerin de daha ötesinde olduğunu ortaya koyuyor'' dedi.
Mağdurların adli makamlara başvurmama nedenleri arasında ilk sırayı toplumun olumsuz yaklaşımının aldığına işaret eden Prof. Dr. Yavuz, bunu; ispatlayama ve saldırganın misilleme yapma korkusunun takip ettiğini ifade etti.
Prof. Dr. M. Fatih Yavuz, ''Cinsel şiddet eylemlerine maruz kalma oranının yüksekliği, karşı karşıya olduğumuz sorunun büyüklüğünü de gösteriyor. Adli makamlara yansıma oranlarının çok düşük olması da, bu soruna hukuksal, sosyolojik ve medikal açıdan ciddiyetle ve yoğun bir şekilde önem verilmesi gerektiğini ortaya koyuyor'' diye konuştu. Basından.
NOT : AŞAĞIDAKİ YAZI BİR İSLAM ALİMİNİN YAZISI DEĞİL,AKSİNE BİR YABANCI YAZARIN EVLİLİĞİN HAYAT BOYU MUTLU ŞEKİLDE SÜRMESİ İÇİN YAZDIĞI EŞLERE TAVSİYELERDEN OLUŞAN BİR KİTAPTAN ALINMIŞTIR !
KARŞI CİNSTEN İNSANLARLA ARKADAŞLIK
“ … Karşı cinsten insanların uzun süreli çalışma ilişkilerinde olaylar genellikle sinsice gelişir.Kişi ”Karşı cinsten filanca kişiyle sadece arkadaşız” dediklerinde kesinlikle kendilerini aldatmaktadırlar.Bazen doğru gelebilir yada ilişkinin başında doğru gelebilir. Oysa pek çok durumda karşı cinsle kurulan arkadaşlık bir süre sonra, diğerinin zekası yada mesleki yeteneğine duyulan saygıya bağlı olarak arkadaşlıktan öte bir şey haline gelmeye başlar.İlişki adım adım daha açık ve güvenilir bir nitelik kazanır.Küçük şeyler paylaşıldıkça bir takım tesadüfler ve ortaklıklar sonucunda daha yakınlaştığınızı fark edersiniz.
Eğer evliyseniz eşinizle aranızdaki farklılıklar yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlar. Bir bakmışsınız ki yeni arkadaşınızla her şeyde uyuşurken ,eşinizle hiçbir konuda uyuşmaz hale gelmişsiniz.Tabii sonunda diğer insanla (arkadaşınızla) uyum faktörü yada fiziksel çekicilik nedeniyle hormonlar faaliyete geçer ve kaçınılmaz olay nihayet gerçekleşir.Olmasını asla tasarlamadığınız şeyler olur. Konunun trajik yanı Çoğu cazip şeyin zamanla felaket getireceğinin başta inkar edilmesidir.
Karşı cinsten biriyle gözlerin SANİYENİN ONDA BİRİ KADAR BİR ZAMANDA uzunca birleşmesi , koridorda yanından geçerken özel bir itina göstermek,herhangi bir yerde tesadüfen çarpışmak,TOKALAŞIRKEN veya bir şey alıp verirken ellerin bir iki saniye daha uzun tutulması,… bunlar ve bunun benzeri ipuçlarını görmemezlikten gelmek … bu gibi şeyler kırmızı bayraklardır böyle durumlarda kendinize “zararsız flört “ olamayacağını hatırlatın.
Eğer evli iseniz olan şeyi dürüstçe kabul edin – mazeret aramayın – ve eşinize bağlılığınızı hatırlayın. İş yerinizdeki arkadaşınızla veya sekreterinizle bir kere yemeğe çıksam ne olur , demeyin : Boşanmaların yüzde yetmişi aynı iş yerinde veya yakın iş birliği halinde çalışan şahısların yakınlaşması sonucu oluşuyor.yüzde ellisi de eşlerden birinin bir alış veriş merkezinde veya otoparkta karşı cinsten biri ile tanışması ve o kişiye karşı ilgi duyması ile gerçekleşiyor.
Kısacası sekreterinizle veya işbirliği içinde olduğunuz karşı cinsle iş yemeğine veya bir yerde buluşmanızın size hiçbir kazancı olmaz , ama kaybedeceğiniz çok şey olur!”
İslam dini kadınla, erkeğin çalışmaları hususunda da bir standard getirmiş, bu konuyu çözmüş zaten.. İslam, fıtratlarının ve hormonlarının dürtüleriyle bu iki cins arasında zamanla bir yakınlaşma olabilecek veyahut bir tarafın gönülsüz olmasıyla işin cinsel tacize kadar vardırılabilecek olan sakıncalarından dolayı namahrem kadınla erkeğin birarada bulunmasına, çalışmasına müsaade etmemiş, kadınların illa da çalışması gerekiyorsa, kadınlar arasında veya namahrem olmayan yakınları arasında çalışmasına müsaade etmiştir. Eğer böyle bir imkan yoksa, o zaman devlet veya toplum onlara bakmakla yükümlüdür. Bu şekilde, bazı ekonomik gerekçeler gösterilerek, toplumun temeline dinamit konulmasına müsaade edilmemelidir. Bir şey yaparken onun getirisini ve götürüsünü iyi hesap etmek lazım. Ekonomik olarak belki birgün kalkınırsınız ama karşılığında birçok şeyinizi kaybedersiniz ve kaybettiklerinizi isteseniz de asla geri getiremezsiniz artık.. Ekonomik olarak zengin bir toplum, ahlaki olarak bozuksa o toplum kaybetmiştir. Bütün zenginliğine rağmen ne yaparsa yapsın bir türlü mutlu olamayan insanlar gibi…
Çalışan kadınların yüzde 14'ü cinsel tacize uğruyor
8 Aralık, 2004 12:49:00 (TSİ)
Cinsel tacize uğrayan kadınların çok azı şikayetçi oluyor
'Türkiye'de kadın ve erkekler için fırsat eşitliği' konulu araştırmaya göre, kadınların yüzde 14'ü işyerinde cinsel tacize uğruyor. Kadının iş gücündeki oranı ise son 10 yılda yüzde 34'ten yüzde 22'ye geriledi.
Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi ve Açık Toplum Enstitüsü'nün katkılarıyla, Avrupa Birliği giriş sürecinde 'Türkiye'de kadın ve erkekler için fırsat eşitliği' konulu bir araştırma sonuçları açısından çarpıcı.
Kadının iş dünyasındaki yerini, karşılaştıkları olumsuzlukları gözler önüne seren araştırmaya göre kadınların yüzde 14'ü işyerinde cinsel tacize uğruyor.
Kadınların çoğu cinsel taciz konusunda şikayetçi değil
Araştırmaya göre bu oranın daha yüksek olma ihtimali var. Çünkü özellikle küçük yerleşim birimlerindeki kadınlar bu konuda konuşmamayı tercih ediyor.
Cinsel tacizin en yaygın olduğu yer hastaneler
Eğitim sektöründe çalışan kadınların yüzde 15'i, gıda sektöründe çalışanların ise yüzde 11'i cinsel tacizle karşılaşıyor.
Hastanelerde ise cinsel taciz daha yaygın. Hemşirelerin yüzde 41'i, doktorların yüzde 23'ü sağlık kurumlarında taciz olduğunu kabul ediyor. Basından
Nedense herşey mutluluk kavramında düğümleniyor ve herkes ne yaparsa yapsın daha çok mutlu olmaya çalışıyor. Adem babamız ve Havva anamızla mükemmellik ve mutluluk yurdu olan cenneti gören ve tadını alan insanoğlu ona tekrar kavuşabilmek için dünyada var güçleriyle çalışıyorlar. Adem babamızla Havva annemizin cennetten kovulma sebebi de; Aç gözlülükle cenneti kaybetme ve orada ebedi olamama endişesi yüzünden şeytanın hile ve kandırmasıyla Allah’ın yasak ettiği ağacın meyvesinden yemesinden, biliyorsunuz. Elindekini kaybetme endişesi kadar insanı yiyip bitiren başka bir şey yoktur herhalde. Bizler de, atalarımızın cennette iken ancak tadına bakabildikleri mutluluğu dünyada yakalayabilmek için var gücümüzle çalışıyoruz. Bu mutluluğu azami ölçüde yakalayabilmek için de bize dünyada iki yol verilmiş. Biri hak ve tek yol olan Allah ve Peygamberinin yolu, diğeri de şeytan ve dostlarının birçok yollarıdır. Birinci yola uyanlara ne mutlu!. Hem dünyada, hem de ahirette ebedi mutluluk. İkinci yola uyanlar ise serap gibi yalancı mutluluğun peşinden koşarken bir türlü gerçek mutluluğu yakalayamadan hem bu dünyada hem de öbür dünyada hüsran olacaklar. İnsan böyle bir akibeti başkaları için değilde, kendisi ve yakınları için düşündüğü ve gözünde canlandırdığı zaman çok üzücü bir şey oluyor aslında!. Çünkü, yaratılış fıtratı gereği insanın İslami düzenden, hayat nizamından başka bir düzende ve hayat nizamında mutlu olabilmesi mümkün değil. İnsanın bunalımlı, sıkıntılı ve panik ataklı geçen hayatının reklam aralarındaki, şeytanın onların işlerini hoş gösterdiği, kısa süren mutluluklarına sakın ola inanmayın. Çünkü, bunun arkasından derin bir çöküntü ve hayal kırıklığı gelecektir. Eğer siz bunları bugüne kadar hiç hissetmediyseniz, ben size garanti veriyorum; ileride muhakkak siz veya yakınlarınız hissedecektir. Derin çıkmazlara ve ruhi sıkıntılara düşüp bunlardan kurtulabilmek, unutabilmek ve atlatabilmek için alkole, uyuşturucuya ve depresyon ilaçlarına başvuracaktır. Kendi gayreti ve Allahın yardımıyla gerçek İslama yönelmedikçe bundan asla kurtulamayacak, en sonunda da işi bazen intihara kadar götürebilcektir. Düştüğü zaman da, aynı korku filminde olduğu gibi, dost bilip sığındığı insan, doğru bilip sarıldığı düşünce ve hak bilip gittiği yol vs. herşey ona düşman olacaktır. Hayat hep böyle git gellerle sürüp gidecektir, ta ki onun için asla bir kurtuluş olamayacak olan ölüm gelene kadar. Ondan sonrasını da hiç düşünmek istemiyorum, orası daha korkunç!. Can emanetini teslim alan, o emanete yapılan zulümlerin hesabını soracaktır sana!. Hem de o can emanetinin organları, yani kendi organların tarafından bütün yaptıkların orada ispiyon edilerek!. Bunu da neden yapacaklar?. Sana nimet olarak verilen organlarını helal ve hak olan yolda kullanmayıp onlara bu şekilde zulmederek emanete hıyanetlik ettiğin için yapacaklar. Netice olarak demek istediğim; Zenginlik de, fakirlik de, varlık da, yokluk da, gençlik de, yaşlılık da, güzellik de, çirkinlik de ve yaşam da, ölüm de ancak İslam’la güzeldir!. Yaradanı, varedeni tarafından gönderilen kullanma talimatına uymamasından dolayı insanların çektiği sıkıntıları aşağıdaki basından yaptığımız alıntılar bütün çıplaklığıyla anlatmaya yetmiyor mu?
Stres kadınları seviyor
Kadınlar, hakları, özgürlükleri, ev hayatı, iş hayatı, kocası, arkadaşları ve çocukları için savaşırken, çok ağır bir yükün altında ezildiğini fark edemedi.
Stres artık düm dünyayı, özellikle de kadınların sağlığını ve mutluluğunu tehdit ediyor. Uzun yıllar, kadınlara erkeklerle eşit haklar tanınması için savaş verenler, ‘Feminizm bizi buralara mı getirecekti?’ diye kendilerini sorguluyorlar. Kadınların eğitim görmeleri, meslek sahibi olmaları ve kendi paralarını kazanıp, diledikleri gibi harcama hakkını elde edebilmeleri için yüz yıl süren bir mücadele verildi. Bu amansız mücadeleden gerçi kadınlar zaferle çıktılar ama bu zaferin bedeli sanıldığından çok daha ağır oldu.
Günümüzün kadınları, kronik yorgunluk, sinir bozukluğu, ruhsal dengesizlik ve de stres ağırlıklı sağlık sorunları ile mücadele etmek zorundalar. Stresin kurbanları sadece kadınlar mı? Elbette hayır. Çocuklar da dahil olmak üzere, stres sorunu herkesi etkiliyor. Ama stres salgınının daha çok kadınlar arasında yaygınlaştığı da bir gerçek.
Geçmişe özlem duyulur oldu
İnsanların daha mutlu, daha huzurlu yaşayabilmeleri için uygarlığın geliştirilmesi gerekiyordu. Günümüzün uygar dünyasında, teknolojinin getirdiği kolaylıkların, yaşam biçimimizde yarattığı değişikliklerin hepimizi huzura kavuşturması beklenirdi. Ama ne yazık ki, tahmin edilenin tam tersi oldu.
Günümüzün kadınları, kavuştukları imkanların değerini elbette gözardı etmiyorlar. Fakat çoğu zaman da annelerinin, ninelerinin onlardan çok daha huzurlu yaşadıklarını ileri sürerek, geçmişin dünyasına özlem duyuyorlar.
Hata nerede
Kadın özgür. Kadın, meslek sahibi. Kadın evinin her işini yapabiliyor. Kadın kendini erkeklerden farklı görmüyor. Bütün bunlar, 21’inci yüzyılın kadınları için sevindirici özellikler. Evet ama, kadın aynı zamanda stres içinde yaşıyor. Her an patlamaya hazır bir bombadan farkı yok. Bu aşırı sinir gerginliği, kuşkusuz kadının ruh ve beden sağlığına da zarar veriyor.
Stres yüzyılımızın bize armağan ettiği sorunların en önemlisi. Peki ama, uygarlığı geliştirmek, insanlara daha iyi yaşama şansı verebilmek için harcanan çabalar, bizleri neden strese kurban etti? Özellikle kadınlar, kendilerini ninelerinden, annelerinden çok daha şanslı sayarlarken, nasıl tuzağa düştüler?
Kadının sağlığını hiç dikkate almadan, kendini üstlendiği sorumlulukları yerine getirmeye adaması, stresi tetikliyor. Pek çok kadın için yapmak zorunda olduğu işler, sağlığından daha önemlidir. Hasta da olsa, evinin işini yapabilmek için kendini zorlar. Kadınlar arasında düzenlenen bir araştırmaya göre, her beş kadından ikisi, hasta olmasına rağmen, iş yerine gittiğini belirtmişti.
Kadınların bir özellikleri var ki, stresin ağına düşmelerinde çok önemli rol oynuyor. Kadın, suçluluk duygusuna kapılmaya her zaman hazır. Evinde bir işini aksatırsa, kocasının ya da çocuğunun bir isteğini yerine getiremezse, suçluluk duygusuna kapılıyor. İş yerinde de, arkadaşlarından geri kalmak, kendini suçlamasına neden oluyor.
Bu yüzden kadınların strese yenik düşmeleri çok kolay oluyor. Ama stresten kurtulmaları hiç de kolay değil. Kadının öncelikle stres sorununu kendisinin davet ettiğini kabullenmesi ve bu sorunun önemini kavraması gerek.
Depresyon kapıda
Kelime anlamı gerginlik olan stres, kendini sürekli vücut ağrıları, baş ağrısı, yorgunluk, halsizlik aşırı sinirlilik gibi belirtilerle ortaya çıkarıyor.
Hayatımızdaki her türlü değişim stresi oluşturabilir. Daha çok istenmeyen değişiklikler stres oluştursa da bazen arzulanan ve istenen değişimler de strese neden olabilir. Mesela piyangodan büyük ikramiyeyi belki herkes bekler ama bu durumun getirdiği değişimi kaldıramayıp ciddi stres yaşayanlar çok görülmüştür. İstenmeyen değişimleri kontrol etmek elimizde olmadığından onlarla mücadele etmek daha zordur ve stresi artırır. Ruh dünyamızda ciddi sıkıntılarla kendini gösterir.
Bireyin kendisi bazen stres kaynağı olabilir. Yıllar boyunca edindiğiniz alışkanlıklar bazen stres sebebi olabilir.
Fiziki şartların da stres faktörü olabileceğini unutmamak gerekir. Aşırı gürültü ortamları, stresi ortaya çıkarabilecek bir faktördür.
Sürekli gergin iş ortamı: Günümüzün önemlice bir kısmının geçtiği iş ortamındaki gerginlik en önemli stres kaynaklarından biridir.
Sürekli gergin aile yaşantısı: Aile yaşamındaki gerginlikler kaygı derecemizi fazlaca artırabilir.
Uzmanlar, çağımızın vebasını tarif ederken şöyle diyorlar: ‘Stres, huzursuz ya da endişeli olduğunuz zaman benliğinizi saran ruh halidir.’
Beyinde başlayan huzursuzluk vücudun dengesini bozar, sağlığını tehlikeye düşürür. Stres altında olduğunuz zamanlar, öfkeye, korkuya kapılabilirsiniz. Şaşkınlık ve kararsızlık sizi etkiler. Stres altındaki bir kadının uyku düzeni bozulur, canı yemek yemek istemez. Dikkati dağılır. Yapmak zorunda kaldığı işleri yapmakta zorlanır.
Kendimizi çevreye ve koşullara uydurmaya çalışırken; stresin tuzağına düşeriz. Stresi koşulların gereği diye kabullenip, bu dertten kurtulmanın yollarını aramazsak, fiziksel ve ruhsal sağlık sorunları birbirini izler.
Stresten kurtulmak için çaba harcamayan bir kişiyi depresyon kapıda bekler. Ruh sağlığının bozulmasıyla da yeni sorunlar birbirini izler. Baş ağrıları, midede sorunlar, uykusuzluk, ülser, kan basıncının yükselmesi ve hatta inme gibi ciddi sağlık sorunları ortaya çıkabilir.
Yazan: Lindsay Nicholson
Derleyen: Azize Bergin. Basından
Modern hayatın korkulan hastalığı
En çok 20 - 30'lu yaşlarda görülen panik atak, genelde aniden ortaya çıkan yoğun sıkıntı ya da korku nöbetleridir. Hastayı, sosyal hayattan koparıp eve bağımlı hale getirir. Kadınlarda erkeklere oranla 2-3 kat daha sık görülür.
Modern çağın getirdiği görülme sıklığı artan ruhsal sorunlardan biri de panik atak. Son yıllarda artan bir sorun olan panik atak, hafife alınmayacak kadar ciddi bir hastalık.
Kentlilerin sorunu olarak da tanımlanan panik atak en çok 20-30'lu yaşlarda başlayıp, hastayı sosyal hayattan koparıyor ve eve bağımlı hale getirebiliyor.
İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Konsültasyon-Liyezon Psikiyatrisi Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Sedat Özkan, panik atakla ilgili merak edilenleri yanıtladı...
Panik atak nedir?
Panik atak ve panik bozukluk anksiyete bozuklukları içinde tanımlanır. Anksiyete (kaygı, bunaltı), yaşamın sürdürülmesi ve uyum davranışının gelişimini sağlayan bir duygudur. Bir yere kadar sağlıklı olan bu duygunun yaşanması bir noktadan sonra kişinin yaşamını ve diğer insanlarla olan ilişkilerini olumsuz etkilemeye başlar.
Panik atağı korku mu tetikler?
Panik, egonun kendisini tehdit altında hissetmesidir. Dış dünyadan gelen bir tehlikeye karşı gelişen tepki, korkudur. Korkan insan, bedeni ve iç güdüleriyle tepki verir, kaçar ya da korktuğu nesne veya durumla savaşır. Kaçamayınca ya da kaynağı yok edemeyince ciddi zorlanma yaşar.
Belirtileri nelerdir?
Aniden başlayan ve tekrarlayan, yoğun sıkıntı ya da korku-kriz nöbetleridir. Atak, birden başlar ve hızla doruk düzeyine ulaşır (genellikle 10 dakika ya da daha kısa sürede). Buna, yakında bir tehlikenin doğacağı ya da kişinin sonunun geldiği duyumu ve kaçma dürtüsü eşlik eder.
Kaç şekilde görülür?
İlki, beklenmedik panik ataklardır. Bir neden olmaksızın aniden ortaya çıkar. İkincisi, duruma bağlı panik ataklardır. Bir yılan görme gibi tetikleyici bir etkenle karşılaşma durumunun ardından ya da karşılaşacağının düşünülmesi sonucu ortaya çıkar. Üçüncüsü, tetikleyici bir etkenle karşılaşmanın ardından ortaya çıkan, her zaman için bununla bağlantılı olmayan 'durumsal eğilim gösterebilen panik ataklar'dır.
Sıklıkla ne gibi hastalık veya durumlarla karıştırılır?
Panik atak sırasında ölüm korkusu, delirme korkusu, kontrolünü kaybetme korkusu gibi bulgulara ek olarak çarpıntı, göğüs ağrısı, bayılacakmış gibi olma ve nefes darlığı gibi kardiyovasküler belirtiler ön planda hissedilir. Sıklıkla kalp kriziyle karıştırılır. Ruhsal belirtilere, bedensel belirtiler de eşlik ettiği için hastalar yaşadıklarının ruhsal bir sorun olabileceğini akıllarına getirmez ya da kabul etmek istemez. Bu hastaların panik atağı geçirdiği genelde anlaşılamaz ve bu nedenle yanlış tanı ve tedavi sık görülür.
Hastaların çoğu kadın
Kimlerde daha sık görülür?
Kadınlarda erkeklere göre 2-3 kat daha sık görülür. Hastaların yüzde 75-80'i kadındır. Terk edilme endişesi fazla olan insanlarda artar. Çağımız insanının birey olarak yalnız kaldıkça panik atağın artması bekleniyor.
Görülme sıklığı nedir?
Yaşam boyu yaygınlığı değişik çalışmalarda yüzde 1.5 - 3.5 arasında saptanmıştır. Bu oran gittikçe artmaktadır.
Yol açtığı sosyal sorunlar neler?
Hastalar, eve bağımlı bir duruma gelebilirler. Yanlarında bir başkası olmadan sokağa çıkamadıkları görülür.
Tedavide izlenen yol nedir?
Panik atak sistematik, sabırlı ve uzun süreli bir tedaviyle çok büyük oranda tedavi edilebilir. Tedavide hem ilaçların, hem psikoterapinin hem de sosyal düzenlemelerin yeri var.
Korunmanın yolu var mı?
Geleceğini güven ve emniyette hisseden insan daha az panik yaşar. Kendisini sağlıklı var eden, çalışıp üreten, seven, sevilen insan kolay kolay paniğe kapılmaz.
Hastalığın belirtileri:
Çarpıntı
Terleme
Titreme ya da sarsılma
Nefes darlığı ya da boğuluyor gibi olma
Soluğun kesilmesi
Göğüs ağrısı ya da göğüste sıkıntı hissi
Bulantı veya karın ağrısı
Baş dönmesi ya da sersemlik hissi
Gerçekdışılık algısı
Kontrolünü kaybedeceği veya çıldıracağı korkusu
Ölüm korkusu
Üşüme, ürperme ya da ateş basmaları
Ataklar genelde aniden ortaya çıkar ve atak ortaya çıktığında bunu durduracak bir yol yoktur.” Basından
Yaşlanma korkusu tüketiyor
Kadınların uykularını kaçıran en büyük korkulardan birisi de yaşlanmak. Vücutlarının tutsağı olmaktan kurtulmaya çalışan kadınlar korkuyu yaşamak istemiyorlar. Eyvah ki, ne eyvah!.
Çevremdeki kadınları incelerken ilginç bir gerçek dikkatimi çekti. İlk gençlik yıllarını geride bırakmış olanlar, aynadaki görüntü saplantısına bir de yaşlanma korkusunu ekliyorlardı. Olgunluk çağına gelen kadınların yaşlanıp, güzelliklerini çekiciliklerini kaybetme endişesine kapılmaları da işleri daha zorlaştırıyordu.
Yaşlanma, çirkinleşme korkusuna kapılanların imdadına bildiğiniz gibi estetik uzmanları yetişti. ‘Eyvah yaşlanıyorum’ düşüncesinin yarattığı panik, bence estetik cerrahlarının ekmeğine yağ sürdü.
Vücutlarının tutsağı olan kadınlar için yaşlılık korkusu gerçekten dayanılması çok zor olan bir duygu. Vücutta kırışıklar, sarkmalar başlayınca, o eski güzellikten eser kalmayınca, bu kadınlar için hayat bitmiş sayılıyordu. Oysa, bir kadının vücuduyla değil de kafasıyla, duyguları, bilgisi ve kültürüyle yaşama bağlanması gerekir. Yaşı ilerleyen bir kadının edindiği tecrübeler, kazandığı bilgi hiç bir şekilde gerilmiş bir yüz, yağları alınmış bir vücutla karşılaştırılamaz. Basından
“REKLAMLAR VE KADIN HAKLARI :
- BIR PARTIDESINIZ ,SIZI NASIL FARKETMELERINI SAGLARSINIZ ? ...GÜLÜMSEMENIZE GÜVENEREK ( DISLERINIZLE ! )
- FARKEDECEKLER (SAÇLARINIZI ...)
- BAKALIM ILK KIM BIRISININ DIKKATINI ÇEKECEK ? ... ( TABII KI EN DEKOLTE GIYINIP, SAÇLARINI AHENKLE DANSETTIRENLER...)
KRAVAT RAKLAMINDA BUZ PATENI YAPAN MINI ETEKLI , KRAVATLI ( ! ) BAYAN, MAYO ILE GÖZLÜK REKLEMI YAPAN
MANKEN ( ! ) LER , ...; GÖZLER BAYRAM ETTI , ÜRÜN DEGIL , MANKEN ILGI TOPLADI HABERLERI ...
Sömürülmek isteyen "çağdaş(!) yaşamı savunmaya devam etsin ...taki GERÇEK yüzünmüze çarpana kadar.
Ne ilginçtir , " sevgilinizin çıplak resmini gönderin, yayınlayalım" diyen genel yayın yönetmeni , kendi eşinin çıplak resmini yayınlamayı reddediyordu bir özel kanaldaki sohbette...!!!” İnternetten.
Müslüman olduktan sonra artık kadınlara eskisi gibi bakamıyorum, bakmamaya çalışıyorum. Ancak, hem cahiliye dönemimizden kalma alışkanlıkla, hem de fıtratımızın dürtüleriyle istemeden de olsa gözümüz bazen kayıyor. Onları heran görmemek de mümkün değil ki, sağımız solumuz, önümüz arkamız söbe!. Ardından da derin bir pişmanlık duyuyorum, üzülüyorum, onlara kahrediyorum, bazen Allah ıslah etsin diyorum, kendimi çok kötü ve münafık gibi hissediyorum, Allahın sevgisini kaybetmekten korkuyorum ve netice itibariyle yaşamak benim için çok zorlaşıyor. Tahrik edici unsurlar çok daha fazla gösterildiği için de yaz mevsimlerini hiç sevmiyorum, kışın hiç olmazsa zorunlu olarak giyiniyorlar. Izdırabımı anlatabilmem çok zor, beni ancak benim durumumda olanlar anlayabilirler. Niyetleri erkekleri tahrik etmek, azdırmak gibi bir düşüncesi olmayan samimi ve iyi niyetli bayanlara da seslenmek istiyorum; Sizler, niyetiniz ne kadar iyi olursa olsun, kendinize göre giyiminiz ne kadar kapalı olursa olsun, eğer giyiminiz, kuşamınız Allah’ın emrettiği şekilde değilse çıplaksınız ve namahrem erkekleri tahrik ediyor, azdırıyor ve yoldan çıkarıyorsunuz demektir. Bazı bayanlar her ne kadar kendileri tesettüre riayet etmeseler de kendileri gibi giyinmeyen, kendilerinden daha açık giyinen kadınları ‘Bu kadar da olmaz!’ diyerek kınarlar, eleştirirler. Düşünmezler ki, kendileri için makul olan onlar için de makuldür. Eğer bir toplumda Allah’ın emirlerinden taviz verilmeye başlanmışsa, taviz tavizi getirir misali, bunun önü arkası alınamaz, bir kararda durulamaz, gittiği yere kadar gidilir, bunun asla bir sonu yoktur. Zira, sınırları zorlayacak birileri her zaman bulunur. Bu şu demektir; Eğer siz masumane sadece saçınızı göstermekle başlarsanız, sizin kızınızda hızını alamayarak çok daha mahrem yerlerini başkalarına gösterir, hatta işi çok daha ileriye götürüp kendini namahrem erkeklerin istifadesine bile sunabilir. Yeter ki şeytan girebileceği küçük bir delik bulabilsin. Aynı ateş gibi, bulduğu deliği zamanla büyütür de yakabileceği şeyleri yakar da yakar. Şeytan da ateşten yaratıldığına göre aralarında hiçbir fark yoktur. Yangın büyüdüğü zaman da önüne geçmek çok zordur, hatta bazen imkansızdır. Hışımla önüne ne gelirse yakar, kavurur...
SERESERPE
Uzanıp yatıvermiş sereserpe
Entarisi sıyrılmış hafiften
Kolunu kaldırmış kolluğu görünüyor
Bir eliyle de göğsünü tutmuş
İçinde kötülük yok biliyorum
Yok, benim de yok ama
Olmaz ki
Böyle de yatılmaz ki
Orhan veli kanık
Belki farkında değilsiniz ama, vücudu saran dar kıyafetler, özellikle kot pantolonlar müthiş tahrik edici. Çünkü, namahrem erkekler size sizin gözünüzle, bir kadın gözüyle veya yakınınız olan bir erkek gözüyle bakmıyor, karşı cinse alıcı gözle bakan yabancı bir erkek gözüyle, şehvetle bakıyorlar. Ve, durumu ne olursa olsun, genç de olsa, orta yaşlı da olsa her kadından hoşlanan, tahrik olan bir veya birden çok erkek vardır. Tesettürsüz kadınları görüp de ondan hoşlanmayan, tahrik olmayan ve eğer iyi, kötü Allah korkusu varsa bundan rahatsız olmayan bir erkek görmedim ben. Bunu sizde gözlemlemek isterseniz, kalabalık bir caddeye durun ve önce kadınlara sonra da çaktırmadan erkeklere bakın, gözlerine bakın neler anlatıyor diye!. Burada, erkekleri azdırmak gibi bir düşüncesi olmayan kadınların düştüğü yanlışa, bakış açısına, o kadınların babaları ve kocaları da düşüyorlar. Her canlı, domuz hariç, dişisini kıskanır, bu doğal bir şeydir. Bu olayda babaların ve kocaların hanımları ve kızları konusunda kıskançlık duymamalarını da şuna bağlıyorum; Bu erkekler birincisi, hanımlarına ve kızlarına namahrem bir erkek gözüyle şehvetle bakmıyorlar, ikincisi, evde sürekli yüz-göz oldukları, dırdırları, bitmez tükenmez istekleri ve kaprisleri yüzünden iyi yönleriyle değil de daha çok kötü yönleriyle başlarını ağrıttıkları için, erkekler kendi hanımlarını ve kızlarını yeterince çekici ve değerli bulmuyorlar, üçüncüsü de, eğer kendileri hala kadınlara ilgi duyuyorsa, bir erkek olarak kendilerinin de hoşlandıkları başka kadınlara nasıl baktıklarını, onların kendilerinde ne gibi duygular/dürtüler uyandırdığını hiç akıllarına getirmiyorlar.
“Mümin kadınlara da söyle; Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine kadar örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsi güçten düşmüş) hizmetçiler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.” Nur:31
“Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle; dış elbiselerini üzerlerine alıp sımsıkı örtünsünler!. Bu onların iffetli tanınmalarına, eziyet edilmemelerine en elverişli olandır. Bununla beraber Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” Ahzap:59
Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, bir kadın evinden dışarı çıkarken tesettüre riayet etmeyerek dış elsiseni üzerine almamışsa, bu kadın İslama ve namahrem erkeklere göre, iç çamaşırları ile dışarı çıkmıştır ve kendini ne kadar giyinik sanırsa sansın çıplaktır, hatta çırılçıplaktır. Bu itibarla, kadınlar kısa ve uzun vadede, dünyada ve ahirette bizzat kendilerinin göreceği çok büyük zararlar yanında, namahrem erkekler üzerinde yarattıkları zararlı etkiler yüzünden kendilerinin bir fitne sebebi, toplumu zehirleyen birer zalim olduklarını düşünmelidirler. Biliyorsunuz, bozucu, saptırıcı, bela getirici ve zehirleyici şeylere fitne denir. Hiç düşünülmeyen, önemsenmeyen küçük bir davranış bile nelere sebebiyet verebiliyor, toplum yapısı üzerinde ne kadar etkili olabiliyor, öyle değil mi?. Aynen küçük bir kıvılcımın, bir kibrit ateşinin koca bir ormanı yakabildiği gibi!. Gayri müslimler bu durumu çok iyi tesbit etmişler. Kendileri ne kadar güçlü ve müslümanlar da ne kadar zayıf olurlarsa olsunlar, müslümanlar üzerinde ezici bir üstünlük kuramayan gayri müslimler, dişlerinin kesmediği müslümanların etini sertleştiren ve müslümanları ayakta tutan dinamikleri bozmak ve yoketmek için, toplum üzerindeki büyük etkisinden dolayı, işe önce kadının örtüsünden başlamışlar, bunda da çok başarılı olmuşlardır. Çünkü, sokaklara, okullara, işyerlerine, düğünlere, eğlence yerlerine, tatil yerlerine ve medya organlarına baktığınız zaman her yer çıplaklarla dolu ve kadınların erkeklerden daha çok açık, daha çıplak olduğunu, adeta açık yerlerinin kapalı yerlerinden daha çok olduğunu görüyorsunuz. Özellikle karma olarak kadın-erkek karışık denize-havuza girilen tatil yerlerinde insanlar tarafından normal/mübah olarak karşılanan ve herhangi bir üst sınırı olmayan çıplaklıktan sonra bu duruma alışan insanlar tatil dönüşü karşılaştıkları ve giyinikmiş gibi görünen her türlü çıplaklığı normal görmeye başlıyorlar artık. Daha aşırısını görmüş olmanın verdiği rahatlıkla, daha önce sokakta kendisi için hiç uygun görmediği bir çıplaklığı bile yapmakta hiçbir sakınca görmeyebiliyorlar. Şeytanın parolası ise hazırdır: “Üşümediğin sürece soyunabildiğin kadar soyun, zira sen tatilde bundan çok daha fazlasını yaptın, gördün, bunda ne var ki, korkma bir şey olmaz, ben her zaman senin yanındayım!..”
İşler nasıl tersine dönmüş; İslama göre erkeklerden daha fazla kapalı olması gereken kadınlar çok daha açık, daracık ve tahrik edici hale gelmişler. Bu da gösteriyor ki, kadınların ar damarındaki çatlaklık erkeklerinkinden çok daha büyük. Çocukları da daha çok anneler yetiştirdiğine göre olayın vahametini varın siz düşünün. Artık müslümanlar yenilebilecek kıvama gelmiştir, yumuşacık, pamuk gibi olmuştur ve düşmanına düşman gözüyle bile bakmamaktadır. Tv’de hayvanlar aleminde dikkat ettiyseniz; bazı hayvanlar avlarını önce zehirliyorlar, çürütüyorlar sonra da afiyetle yiyorlar. İki olay birbirine ne kadar çok beziyor değil mi?.
Aslında örtünmek, sadece İslama özgü bir kural değil, bütün ilahi dinlerde mevcut olan ve bütün kadınlar için zorunlu bir kuraldır. Mesela dikkat ettiyseniz, muharref incil mensubu, kiliselerde görevli ve kendilerine rahibe denen kadınlar da müslümanlar gibi örtünüyorlar, tam tesettüre bürünüyorlar. Neden? Çünkü, ilk geldiği haliyle her hak din gibi, bu din de kadınlara örtünmeyi farz kılıyordu da ondan. Ancak, zamanla bu dinin aslından iyice uzaklaşan insanları örtüden de uzaklaştıklarından, bu iş kala kala zavallı rahibelerin üzerine kalmıştır. Erkek cinsi olarak da, bozulmuş haliyle bu dini gerçek manada yaşayanlar ise rahiplerdir. Onlar da dini kendi tekellerine alarak kafalarına göre bir din uydurmuşlar ve halen de uydurmaya devam ediyorlar. Kendi kendilerine uydurdukları garip bir kural yüzünden de, tüm hayatları boyunca hiç evlenmeyen bu zavallı insanlar, mızrağın çuvala girmediği veya çuvalda rahat durmadığı gibi, Allah’ın (c.c) her insana bahşettiği bu fıtri/cinsi ihtiyaçlarını rahibelerle, çocuklarla ve başkalarıyla girdikleri sapık ilişkilerle karşılamaya çalışmaktadırlar.
Biliyorsunuz, İslamdan önceki son din olan hristiyanlık/İsevilik dini de insanların bitmez tükenmez gayretleriyle altıyüz sene gibi çok kısa bir süre içerisinde tamamen bozulduğu ve aslından uzaklaştığı için Allah (c.c), sünneti gereği, son olarak da İslam dini ile birlikte Hz. Muhammed Mustafa (sav)’i göndermiştir. Mel’un şeytanın da tahrikleriyle mayası gereği insanların rahat durmaları yine mümkün olmadığından, bugün gelinen nokta itibariyle, Tevrat ile Museviliğin, İncil ile Hristiyanlığın başına her ne geldiyse, aynısı (Kur’an hariç) İslamın da başına gelmiştir. Kur’anı bozmak için Kur’anın harfleri, kelimeleri üzerinde oynayamayan ve bindörtyüz yıldır bunda herhangibir değişiklik de yapamayan kafirler ve münafıklar, onu hayatın dışına itmek ve yaşanmaktan alıkoymak için onun anlamı üzerinde oynamaya çalışmışlar, bunda da bayağı başarılı olmuşlar, uydurma hadislerle ve sünnetlerle de destekleyerek Kur’anı, ‘Allah’ın (c.c) emirleri, örtü dahil, nasıl yaşanmaz?‘ın delilinin bulunması için başvurulan bir kitap haline getirmişlerdir. İnsanlar adeta, yaptıkları ve yapacakları yanlışlardan dolayı nefislerini rahatlatmak ve o günahları gönül rahatlığıyla işleyebilmek için İslamdan, özellikle Kur’andan acilen bir çıkış yolu aramaktadırlar. Bunun için de, üzerine her türlü sorumluluğun ve vebalin yüklendiği özellikle bazı kurtarıcı din adamlarının üfürmeleri ve adeta mikroskopla inceledikleri Kur’andan cımbızla çekerek buldukları çözümler de onlara ilaç gibi gelmektedir. Bu mel’un din adamlarının sözlerine itibar eden bazı insanlar da;‘Ben bilmiyorum (domuz gibi bilirsin ya!), ben yalancı değilim (yalancısın!), vallahi ben onun yalancısıyım, dolayısıyle bu işte benim hiçbir suçum ve günahım yoktur (n...h yoktur!)’ diyerek sorumluluğu üzerlerinden atmayı ve öbür tarafta da kolayca yırtmayı düşünmektedirler.
Bugün gelinen sonuç itibariyle; aynı öteki ilahi dinler gibi İslam dini de, bir tarafta iman ve itaat edenlerin sayısı azala azala, dünyanın değişik yerlerinde Kur’an ve sahih sünnet konusunda azami titizlenen çok küçük bir grubun ihlasla, samimi ve ferdi olarak yaşadığı bir din haline gelirken; diğer tarafta da, kendilerine alim, allame, şeyh, şıh, hoca, hocaefendi, ilahiyatçı vs. denen ve özellikle medyada kafalarına göre üfüren, ahkam kesen küçük bir grubun tekelinde olan bir din haline gelmiştir. Halkın kahir çoğunluğu ise sadece izleme durumunda kalıp, İslamı (Kur’anı, Sünneti) anlama ve yaşama konusunda kendileri de dişe dokunur herhangibir çaba göstermeksizin gelişmelere öyle bön bön bakıp duruyorlar. Herhalde, bu hengameden bize ne düşecek bakalım diye bekleşip duruyorlar. Bekleyin bakalım, yarın anyayı konyayı görünce anlarsınız...
Şimdi de, yukarıdaki kötü örneklerden farklı olarak bu din uğruna şehid olan büyük alim Seyit Kutup (r.a) Nur Suresinin 30-31 ayetlerinin tefsirinde, kadının örtünmesi, zinet konularını ve bunların getireceği sakıncaları o kadar güzel izah etmiş ki, yaptığım bazı alıntıları sizlerle paylaşmak istiyorum;
30- Mü'min erkeklere gözlerini harama bakmaktan sakındırmalarını ve mahrem yerlerini korumalarını söyle. Bu onlar için en güvenceli arınma yoludur. Hiç şüphesiz onlar ne yaparsa Allah ondan haberdardır. Nur Suresi 30.Ayet
31- Mü'min kadınlara de ki; gözlerini harama bakmaktan sakındırsınlar, mahrem yerlerini korusunlar. Kendiliğinden görünenleri dışındaki süslerini teşhir etmesinler. Baş örtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar sarkıtsınlar. Süslerini ve cazibelerini kocalarından, babalarından, kayınbabalarından, öz oğullarından, üvey oğullarından, erkek kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin oğullarından, kız kardeşlerinin oğullarından, müslüman kadınlardan, elleri altındaki kölelerden, cinsel arzuları sönmüş erkek hizmetçilerden, kadınların avret yerlerinin henüz farkında olmayan erkek çocuklarından başka hiç kimseye göstermesinler. Yabancı bakışlardan gizledikleri süsleri ve cazibeleri belli olsun diye ses çıkaracak adımlarla yürümesinler. Nur Suresi 31.Ayet
Ey mü'minler, hepiniz tövbe ederek Allah'a yöneliniz ki, kurtuluşa eresiniz.
İslam, şehevi duyguların tahrik olmadığı kan ve etten kaynaklanan dürtülerin galeyana gelmediği tertemiz bir toplum kurmayı hedefler. Çünkü sürekli baştan çıkarılma, tahrik edilme durumları ile karşı karşıya kalma; giderilmeyen, hiçbir durumda tatmin olmayan şehevi doyumsuzlukla sonuçlanır... Davetkar bir bakış, baştan çıkarıcı bir hareket, gösterişli bir takı, başı açık ve vücut hatlarını belli eden İslama göre çıplak bir beden... Bütün bunlar bu çılgın hayvani doyumsuzluğu azdırmaktan, sinir ve irade dizgininin elden çıkmasına neden olmaktan başka sonuç doğurmazlar. Bundan sonra, ya hiçbir sınır tanımayan cinsel anarşizm, ya da baştan çıkarılmasına, tahrik edilmesine rağmen tatmin olmasına engel olmanın doğurduğu sinirsel hastalıklar, psikolojik kompleksler... Bu ise hiç kuşkusuz işkence kadar acı verir insana...
Her türlü pislikten arınmış bir toplum kurmak için islamın başvurduğu yöntemlerden biri, bu kışkırtıcı ve baştan çıkarıcı davranışların önüne geçmek, iki cins arasındaki derin fıtri arzuyu, doğal gücünde ve yapay kışkırtmalarla harekete geçirmeksizin sağlıklı halinde bırakmak ve bu arzuyu güvenilir ve temiz bir yerde tatmin etmektir.
Bir zamanlar, karşı cinslerin serbestçe bakışıp konuşmalarının, rahatça birarada bulunmalarının, zevkle oynaşmalarının, baştan çıkarıcı gizli yerleri kolaylıkla görebilmelerinin, insanların deşarj olmalarını, rahatlamalarını, tutsak arzularının serbestçe tatmin olmalarını, onların içe kapanmaktan, ruhsal komplekslerden korunmalarını, cinsel baskının şiddetinin ve onun ötesinde güven vermeyen olumsuz tepkilerin hafiflemesini sağlayacağı düşüncesi yaygınlaşmıştı.
Bu düşünce özellikle Freud'inki gibi insanın kendisini hayvandan ayrılmasını sağlayan özelliklerden soyutlanması, çamura batmış hayvansallık düzeyine indirilmesi temeline dayalı bazı materyalist teorilerin yayılmasının ardından yaygınlaşmıştı. Ne var ki, bu düşünceler teorik birer varsayımdan öteye geçememişlerdir. Her türlü toplumsal, ahlaki, dini ve insani bağdan soyutlanmışlığın, serbestliğin son noktasına kadar sağlandığı ülkelerde bu teorilerle çelişen, onları temelden çürüten olayları bizzat gözlerimle gördüm.
Evet, açılıp saçılmaya, bütün şekil ve görünümleri ile karşı cinslerin beraberliğine tek bir engellemenin sözkonusu olmadığı ülkelerde, bütün bu uygulamaların cinsel isteklerin düzene girmesini, terbiye edilmesini sağlamadığını gördüm. Tersine bütün bu serbestliklerin,dinmeyen, tatmin olmayan çılgın bir doyumsuzluğa, cinsel saldırganlığa, cinsel açlığa dönüşmüş olduğuna şahit oldum. Cinsel ilişkilerin sınırlandırılmasından, yasaklanmasından, karşı cinse duyulan ilginin engellenmesinden kaynaklandığı kabul edilen psikolojik hastalıklara, komplekslere şahit oldum. Her türlü cinsel sapıklığın rahatça sergilenmesine rağmen, bu tür hastalıkların çok yaygın olduğunu gördüm. Hiç kuşkusuz bu, herhangi bir bağ kabul etmeyen, bir sınır tanımayan, karşı cinslerin tam anlamıyla birbirlerine karışmış olmalarının, her şeyin serbest olduğu iki cins arasındaki arkadaşlığın, yollarda gezinen çıplak vücutların, baştan çıkarıcı hareketlerin, davetkâr bakışların, uyarıcı sürtünmelerin ürünüdür. Ancak gözle görülen realitenin temelden yalanladığı bu teorileri yeniden gözden geçirme gereğini dile getiren olayları ve kanıtları bütün çıplaklığı ile burada sergileme imkanına sahip değiliz.
Erkek ve kadın arasındaki fıtri eğilim, bedenin organik yapısında yer alan köklü bir eğilimdir. Çünkü yüce Allah, yeryüzündeki hayatın devamını ve insanın yeryüzündeki halifeliği gerçekleştirmesini bu eğilime bağlamıştır. Bu, sürekli bir eğilimdir, bir süre tatmin olsa da tekrar kendini gösterir. Bu eğilimi her zaman kışkırtmak azgınlığını arttırır, onu tatmin etmek için somut bir saldırganlığa iter. Eğer tatmin olmazsa tahrik olmuş sinirler yorulur. Bu ise, sürekli işkence etmek kadar acı verir insana. Davetkar bir bakış insanı tahrik eder, baştan çıkarıcı bir hareket tahrik eder, bir gülücük tahrik eder, erkekle kadın arasındaki bu eğilimi çağrıştıran bir sözlü vurgu tahrik eder... Güvenli yol ise, bu eğilimi doğal sınırları içinde bırakacak şekilde bu tür tahrik edici davranışları azaltmak sonra da bu eğilimi doğru yoldan tatmin etmektir. İşte İslamın seçtiği yöntem budur. Bunun yanında karakteri terbiye etme, insan enerjisini hayat için gerekli olan başka alanlarda harcama, tek çıkış yolunun bu tatmin şekli olmaması için sırf et ve kanın dürtülerine cevap vermek amacı ile kullanılmaması da islamın bu konuda seçtiği yöntemin bir gereğidir.
Sunulan şu iki ayette, iki yönlü baştan çıkarılma, sapma ve fitneye düşme olasılığını en aza indirmenin örnekleri yer almaktadır.
"Mü'min erkeklere gözlerini harama bakmaktan sakındırmalarını ve mahrem yerlerini korumalarını söyle. Bu, onlar için en güvenceli arınma yoludur. Hiç şüphesiz onlar ne yaparsa Allah ondan haberdardır."
Erkekler açısından gözleri harama bakmaktan sakındırmak ruhsal bir edeptir. Yüzlerde ve bedenlerdeki güzellikleri ve baştan çıkarıcı unsurları görme arzusunu yenme girişimidir. Sonra, tahrik olma ve günaha girme pencerelerinden ilkini kapatma eylemidir. Zehirli okun hedefine ulaşmasını önleme amaçlı pratik bir çabadır.
Mahrem yerleri korumak da gözleri harama bakmaktan sakındırmanın doğal sonucudur. Ya da iradeyi kontrol altında tutmanın, denetim mekanizmasını uyarmanın ve daha ilk aşamasında olan cinsel arzuyu yenmenin ikinci adımıdır. Bu yüzden iki adım, sebep ve sonuç olmaları ya da hem vicdan aleminde hem de pratikte birbirlerini izleyen ve birbirlerine son derece yatkın iki adım olmaları itibariyle bir ayette birlikte sözkonusu ediliyorlar.
"Bu onlar için en güvenceli arınma yoludur." Duygularının temizlenmesi için en güvenceli yoldur. Bu duyguların yasal ve temiz yolun dışında şehevi azgınlıklarla kirlenmemesi, aşağılık hayvani düzeye yuvarlanmaması için en garantili yoldur. Bu yol toplum için, saygınlığının ve şerefinin ayrıca teneffüs ettiği havanın korunması için en temiz yoldur.
Onlara bu korunma yöntemini gösteren yüce Allah, onların ruhsal ve fıtri birleşimlerini bilir, ruhlarının ve organlarının hareketlerinden haberdardır. "Hiç şüphesiz onlar ne yaparsa Allah ondan haberdardır."
"Mü'min kadınlara da de ki; gözlerini harama bakmaktan sakındırsınlar, mahrem yerlerini korusunlar."
Erkeklerin içlerindeki gizli fitne unsurlarını uyaracak cezb edici kaçamak ya da baştan çıkarıcı anlamlı bakışlarını göndermesinler. Tertemiz bir ortamda fıtri isteklere cevap vermek için gerekli olan helal ve iyi yolun dışında mahrem yerlerini açmasınlar. Böylece bu yolla dünyaya gelen çocuklar toplum ve hayatla karşı karşıya kalırken utanç duymazlar.
"Kendiliğinden görünenleri dışındaki süslerini teşhir etmesinler." Kadın için süslenmek helaldir. Bu kadının fıtratından gelen bir isteğe cevap niteliğindedir. Bütün kadınlar güzel olmaya, güzel görünmeye meraklıdırlar. Süslenme kavramı ise, çağdan çağa değişir. Ama süslenmenin fıtrattaki esası tek ve değişmezdir. O da güzel olma, güzelliği tamamlama ve bunu erkeklere gösterme isteğidir.
İslâm bu fıtri isteğe karşı çıkmaz. Sadece onu düzene koyar, kontrol altına alır. Onu hayatı paylaştığı erkeğe doğru yöneltir, başkasının göremediği şeyleri sadece ona gösterir. Bir sonraki ayette sözkonusu edilen ve bu süsleri görmekle içlerinde şehevi duygular uyanmayan, mahrem olmayan akrabalarında bu erkekle birlikte bazı şeyleri görmelerinde bir sakınca yoktur.
Fakat yüz ve ellerde, kendiliğinden görünen süslerin açıkta olmaları caizdir. Çünkü Hz. Peygamber -salat ve selam üzerine olsun- Hz. Ebubekir in -Allah ondan razı olsun- kızı Esma'ya "Ya Esma, bir kadın hayız (aybaşı hali) görmeye başlayınca (Buluğ çağına gelince) -yüz ve ellere işaret ederek- bunların dışında herhangi bir yerinin görünmesi doğru değildir" (Ebu Davud rivayet etmiş ve "mürsel" bir hadistir demiştir.) demekle el ve yüzün görünmesinin caiz olduğunu vurgulamıştır.
"Başörtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar sarkıtsınlar.
Bu, kadınların baştan çıkarıcı yerlerini örtmeleri, aç bakışlara sunmamaları içindir. Kasıtsız ve ani bakışlar da bunun içindedir. Şayet kadının baştan çıkarıcı ve uyarıcı yerleri açıkta olursa, Allah'tan korkanlar bu kasıtsız ve ani bakışın devam etmesinden veya tekrarlanmasından sakınsalar bile, meydana gelişinden sonra içlerinde gizli bir arzu kalır.
Kuşkusuz yüce Allah, kalplerin bu tür bir bela ile denenmesini, sınanmasını istemez.
Süs ve güzelliği göstermeye ilişkin fıtri isteklerine rağmen bu yasaklamayla karşı karşıya kalan ve kalpleri Allah'ın nuru ile aydınlanan mü'min kadınlar yasağa uyma hususunda hiçbir tereddüt göstermediler. Cahiliye döneminde kadın -bugünkü modern cahiliyede olduğu gibi- göğsünü pervasızca açarak erkekler arasında dolaşırdı. Çoğu zaman boynu, saç uçları ve kulaklarındaki küpeleri de görülürdü. Yüce Allah kadınların baş örtülerinin uçlarını boyun ve göğüslerinin üstüne kadar sarkıtmalarını, kendiliğinden görünen kısmı dışındaki süslerini göstermemelerini emredince Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- anlattığı durumu aldılar. "Allah ilk hicret eden kadınlara rahmet etsin. "Baş örtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar sarkıtsınlar" ayeti inince fistanlarını parçalayıp onunla örtündüler" (Buhari) Safiye binti Şeybe şöyle der: Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- yanında bulunduğumuz bir sırada, bazı kadınlar Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettiler. Bunun üzerine Hz. Aişe, şöyle dedi. "Kureyş kadınlarının üstünlüğü inkâr edilmez, ama Allah'a andolsun ki, Ensar kadınlarından daha iyi Allah'ın kitabını tastik edene, indirilen hükümlere daha iyi inanana rastlamadım. Nur suresindeki "Baş örtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar sarkıtsınlar" ayeti inince kocaları, yanlarına dönüp yüce Allah'ın indirdiği ayeti okudular. Her koca, karısına, kızına, bacısına ve yakınlarına, bu ayeti okuyordu. Onlardan hiçbiri, Allah'ın kitabında indirdiği ayetleri tastik etmek ve imanını vurgulamak için fistanını başına sarmadan yerinden kalkmadı. Sanki başlarında bir karga varmış gibi örtünerek Hz. Peygamberin arkasında yer aldılar." (Ebu Davud)
Kuşkusuz İslam, müslüman toplumun zevkini yükseltmiş, güzelliğe karşı olan duyarlılığını arındırmıştı. Artık güzellikle istenen hayvansal özellik değildi. İstenen ve anlaşılan insani yöndü. Bedensel çıplaklığın güzelliği, hayvansal bir güzelliktir. Her ne kadar bir ahenk ve bir bütünleşme sözkonusu olsa da, insan bu güzelliğe hayvansal bir duyguyla saldırır. Ama haya unsurunun egemen olduğu güzellik ise, tertemiz bir güzelliktir. Bu, güzelliğin zevkini yücelten, onu insana yaraşır bir duruma getiren, algıda ve hayalde onu temizlik ve arınmışlık duyguları ile kuşatan bu haya duygusudur.
Bugün, genel zevkin büyük düşüş kaydetmesine, hayvansal karakterin açık saçıklık, çıplaklık ve hayvanlar gibi azgınlaşma eğiliminin bu zevke galip gelmesine rağmen, İslam mü'min kadınların saflarında aynı yüceliği yaşatmaktadır. Çünkü onlar açılıp saçılan, hayvanın hayvana kur yaptığı gibi kadınların erkeklere kur yaptığı bir toplumda kendi istekleri ile vücutlarındaki baştan çıkarıcı yerleri örtüyorlar.
Hiç kuşkusuz bu utanma, bu sakınma duygusu fert ve toplumun korunma yöntemlerinden biridir. Bu yüzden Kur'an, fitneden emin olunduğu durumlarda bu korunma yönteminin terkedilmesinde bir sakınca görmez. Bu yüzden cinsel bir arzuyla yaklaşmayan, şehevi duyguları uyanmayan, yakın akrabaları bu yasaklamanın dışında tutar. Kur'an'ın genel yasaklamanın dışında tuttuğu yakın akrabalar şunlardır:
Babalar ve oğullar, eşlerin babalan ve oğulları, kardeşler ve onların oğulları, kız kardeşlerin oğulları... Mü'min kadınlar da yasaklamanın dışındadırlar: "müslüman kadınlardan..." Fakat müslüman olmayan kadınlar güzelliklerini ve cazibelerini görmemelidirler. Çünkü bu kadınlar eğer müslüman kadınların tahrik edici yerlerini ve ayıp yerlerini görürse gidip kocalarına, kardeşlerine ve yakınlarına anlatırlar. Buhari ve Müslim'de yer alan bir hadiste şöyle buyurulmaktadır. "Bir kadın kocasına bir başka kadının güzelliklerini görüyormuş gibi anlatmasın." Müslüman kadınlar ise güvenilir kimselerdir. Kocalarına, bir müslüman kadının bedenini ve süslerini anlatmalarına dinleri engel olur. Aynı şekilde "elleri altındaki köleler" de bu yasaklamanın dışında tutuluyor. Bununla sadece cariyeler kastediliyor denmiştir. Erkek köleler de buna dahildir. Çünkü erkek köle efendisi olan kadına karşı cinsel arzu duymaz diyenler de olmuştur. Birincisi daha tutarlıdır. Çünkü erkek köle bir dönem özel bir statüye sahip olsa bile bir insandır, onun da içinde insana özgü şehevi duygular uyanır. Ayrıca "cinsel arzuları sönmüş erkek hizmetçiler" de bu yasağın dışında tutuluyor. Bunlar delilik, bunaklık, erkeklikten mahrum bulunma iktidarsızlık gibi erkeğin kadını arzulamasına engel olan birtakım nedenlerden dolayı kadınlara karşı cinsel istek duymayan erkeklerdir. Bu durumda baştan çıkarılma, günah işleme korkusu olmaz. Bir de "kadınların avret yerlerinin henüz farkında olmayan erkek çocuklar" bu yasağın dışında tutuluyor. Bunlar, kadınların bedenlerini görmekle cinsel istekleri uyanmayan, çocuklardır. Ama her şeyin farkında oldukları zaman, erginlik çağına ulaşmamış olsalar bile cinselliğin bilincine varınca onlar da yasağın kapsamına alınıp, istisna edilen grubun dışında tutulurlar.
Eşlerin dışında sayılan bu grupların, göbek altından diz kapağının altına kadar olan kısmın dışında kadının vücudunu görmelerinde ne kendileri ne de kadın için bir sakınca yoktur. Çünkü örtünmeyi gerektiren fitne unsuru ortadan kalkmıştır. Koca ise karısının tüm vücudunu istisnasız görebilir.
Bu uygulamanın amacı korunma olduğu için, ayet fiilen türlerini göstermeseler bile mü'min kadınların saklı süslerini açığa çıkaracak, gizli cinsel istekleri harekete geçirecek, uyuyan duyguları uyaracak davranışlarda bulunmalarını da yasaklıyor:
"Yabancı bakışlardan gizledikleri süsleri ve cazibeleri belli olsun diye ses çıkaracak adımlarla yürümesinler."
Hiç kuşkusuz bu, insanın psikolojik yapısına, etki ve tepkilerine ilişkin derin bilginin ifadesidir. Çünkü kimi zaman şehvetin uyanması bakımından hayal kurmak gözle görmekten daha etkili olur. Kadının ayakkabısını, elbisesini ya da takısını görmekle, bizzat kadının vücudunu görmekten daha çok şehevi duyguları uyanan birçok insan vardır. Yine karşılarındaki kadından çok, hayallerinde canlandırdıkları kadının sureti karşısında cinsel istekleri uyanan birçok insan vardır. Bunlar günümüzde psikiyatristlerce bilinen psikolojik hastalıklardır. Kadının takılarının çıkardığı sesleri duymak, süründüğü kokuları uzaktan almak, birçok erkeğin duygularını galeyana getirir, sinirlerini harekete geçirir, karşı koyamadıkları azgın bir fitneye düşürür. İşte Kur'an bütün bunların önüne geçiyor, yollarını tıkıyor, çünkü Kur'an yüce yaratıcının katından inmiştir. O bilir, yarattıklarını . O latiftir, her şeyden haberdardır.
En sonunda bütün kalpler Allah'a döndürülüyor; bu ayetler inmeden önce işledikleri suçlara karşılık tövbe kapısı açık tutuluyor.
"Ey mü'minler hepiniz tövbe ederek Allah'a yöneliniz ki, kurtuluşa eresiniz."
Bununla, Allah'ın gözetimine, şefkat ve himayesine, Allah bilinci ve Allah korkusu gibi hiçbir şeyin kontrol edemediği bu derin fıtri eğilim karşısındaki zayıflıklarından ötürü yüce Allah'ın insanlara yönelik yardımına ilişkin duyarlılık harekete geçiriliyor.
CİNSEL EGİLİMİN DOĞAL TATMİNİ
Buraya kadar mesele psikolojik açıdan ve korunma amaçlı olarak ele alınıyordu. Ne var ki, cinsel eğilim gerçek ve reel bir eğilimdir. Bu yüzden bu eğilimin yapıcı ve pratik bir çözümle tatmin edilmesi kaçınılmazdır. Bu pratik çözüm; evliliği kolaylaştırmak ve bu amaçla karşılıklı yardımlaşmadır. Bunun yanında cinsel birleşmeye giden diğer yolları son derece daraltmak veya tamamen kapatmaktır.
Buyuruluyor ki ve baş örtülerini yakalarının üzerine vursunlar, başlarını, saçlarını, kulaklarını, boyunlarını, gerdanlarını, göğüslerini açık tutmayıp bu şekilde sımsıkı örtünsünler ve o halde bu emri yerine getirebileck baş örtüsü kullansınlar. Tefsircilerin nakline göre cahiliye kadınları da hiç baş örtüsü kullanmaz değillerdi. Fakat yalnız enselerine bağlar veya arkalarına bırakırlar, yakaları önden açılır, gerdanları ve gerdanlıkları açığa çıkardı, zinetleri görünürdü. Demek ki, son zamanlarda asrilik sayılan açık saçıklık böyle eski bir cahiliye adeti idi. İslam böyle açıklığı yasaklayıp baş örtülerinin yakalar üzerine örtülmesini emir ile tesettürü farz kılmıştır. Görülüyor ki, bu emirde tesettürün yalnız vacib oluşu değil, özel bir şekli de gösterilmiştir ki, kadın edeb ve temizliğinin en güzel ifadesi budur.
Bu örtünme emri, esir cariyeler hakkında değil, hür olan müslüman hanımlar hakkındadır.
Hür kadınların, bu istisna edilmiş kimselerden başkasına zinetlerini göstermemeleri, kendi iffet ve korunmaları ve güzel geçimleri noktasından gayet önemli olduğu gibi, yabancı erkekleri etkilememek, günaha sokmamak, edeb ve iffet telkin etmek noktasından da çok önemli olduğundan, özellikle bu noktayı da düşündürmek ve tesettür emrinin kuvvet ve şumülünü bir daha hatırlatmak üzere, yürüyüş tavırlarının bile düzeltilmesi için buyuruluyor ki: gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar, yani baştan ayağa örtündükten sonra yürürken de edeb ve vakar ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri suni veya doğal ziynetler bilinsin diye, bacak oynatıp ayak çalmasınlar, çapkın yürüyüşle dikkat nazarları çekmesinler; çünkü erkekleri tahrik eder, şüphe uyandırır. Fakat unutulmaması gerekir ki, kadının bu konuda başarısı daha önce erkeklerin iffeti ve görevlerine dikkati ve toplumda olanların gayreti ve özeni ile mütenasip, bunlar da Allah'ın yardımı ile ayakta durabilir. Onun için bu noktada Resulullah (s.a.v) den bütün müslümanlara hitap ve erkekleri zikredip kadınları da içine alacak bir şekilde buyuruluyor ki:
“Ve ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” Demek ki bozuk bir toplulukta kurtuluş ümid olunmaz, toplumun bozukluğu da kadınlardan önce erkeklerin kusur ve hatalarındandır. Bundan dolayı başta erkekler olmak üzere erkek dişi bütün müminler imana yaramayan ve cahiliyyet izleri olan kusur ve hatalarından tevbe ile Allah'a dönüp Allah'ın yardımına sığınıp emirlerine özen ve dikkat göstermelidirler ki, topluca kurtuluşa erebilsinler.
Başka söze ne hacet!..
|